Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Aralık '10

 
Kategori
Siyaset
 

CHP kurultayı: Ulusalcıların bir kalesi daha düşüyor!

CHP kurultayı: Ulusalcıların bir kalesi daha düşüyor!
 

2007'de cumhurbaşkanlığı seçimi yapılacaktı...

Anayasa Mahkemesi Başkanlığı döneminde yaptığı açıklamalarla Türkiye'ye demokrasi dersleri veren ve bu dersleri sebebiyle neredeyse tüm partilerin ittifakıyla cumhurbaşkanı seçilen, ama seçildikten sonra 180 derece dönüş yaparak Çankaya'da yedi yıl boyunca katı laiklik uygulayan Ahmet Necdet Sezer gidecek, yerine Ak Parti iktidarının belirleyeceği bir cumhurbaşkanı seçilecekti...

Kendilerine "ulusalcı" adını takan kesim birden ayaklandı ve 2007'deki o malum gerilimleri yaşadık...

Gerekçeleri tekdi: Cumhuriyetin "son kale"si düşecek!

Cumhurbaşkanlığı makamına son kale gözüyle bakıyorlardı. Bu kale de düşünce cumhuriyet yıkılmış olacaktı...

Aslında pek haksız da sayılmazlardı....

1982 Anayasası, tasarlanan ve planlanan vesayet rejimini koruma adına, cumhurbaşkanlığı makamına çok büyük misyon yüklemiş, bu amaçla büyük yetkiler ve görevler vermişti.

Daha da geriye gittiğimizde, 1961 Anayasası bu makama fazla yetkiler vermeyerek sembolik hale getirmiş olsa da, yine bu makam çok önemsenerek devamlı kontrol altında tutulmaya çalışılmıştı. O dönemlerde sivil cumhurbaşkanlarının hayal bile edilememesi bundandır. Bu dönemde cumhurbaşkanları emekli generallerden seçiliyor, rejimin gerçek koruyucusu olarak düşünülen askerin temesilcisi olarak bir bakıma yasal iktidar olan sivillerle, yasal olmayan ama fiili olan askeri iktidar arasında köprü görevi yapıyorlardı. Yani yazılı olmasa da fiili yetkiler söz konusuydu. Buna rağmen 1961 Anayasası'nda cumhurbaşkanlığı makamına anayasal yetkiler verilmemesi, uygulamada, vesayetçiler bakımından, zaaflar oluşturmuştu.

Biraz da buna tepki olarak 1982 Anayasası'nda bu makama, parlamenter rejimle açıkça çelişmesine rağmen, çok fazla yetkiler verilmişti. Nasıl olsa bu makam fiilen koruma altındadır diye düşünülmüş olmalıydı.

Ama daha ilk uygulamada evdeki hesap çarşıya uymamıştı. 1982 Anayasası referandumuyla otomatikman seçilen Kenan Evren'in peşinden, Celal Bayar'ı saymazsak, ilk sivil cumhurbaşkanı seçildi. Yine çok büyük gerilimler yaşandı ama Turgut Özal diretti ve cumhurbaşkanlığı makamına oturdu.

Özal tabuyu yıkmıştı. Artık emekli generallerden cumhurbaşkanı yapma geleneği son bulmuştu. Ama ani, ani olduğu kadar da kuşkulu bir şekilde Özal'ın ölümünden sonra iş başına gelen Süleyeman Demirel ve Ahmet Necdet Sezer dönemlerinde olabildiğince rejimin yanında ve onunla uyumlu cumhurbaşkanlığı profilleri izledik. Oysa Demirel'in tüm siyaset yaşamı vesayet rejimiyle mücadeleyle geçmişti ve yukarıda da bahsetteğimiz gibi Sezer de seçilmeden hemen önce çağdaş demokrasi nutukları atmaktaydı. Demirel'in de Sezer'in de bu makama oturmakla beraber, esrarengiz bir şekilde eski kişilikleri gitmiş, yeni bir kişiliğe bürünmüşlerdi. Sanki sihirli bir el onlara değmişti. Yani sivil cumhurbaşkanları seçilse de vesayet rejimi başarılı bir şekilde iktidarını korumaya devam etmekteydi.

Sezer'den sonrası çok tehlikeliydi. Çünkü iktidarda Ak Parti vardı. 1982 Anayasası'na göre de Ak Parti tek başına cumhurbaşkanını seçebilecekti. Bu defa seçildikten sonra kişilik değiştirmesi imkansızdı.

İşte cumhuriyet mitingleri gibi, Cumhuriyet Gazetesi'nin "Tehlikenin farkında mısınız: Saatlerimiz 100 yıl geriye alınacak" manşeti gibi, Kuvayı Milliyecilerin yeniden silah kuşanmaları gibi büyük organizasyonların ve büyük gerilimlerin sebebi buydu.

"Son Kale" düşecekti. E-muhtıra, Anayasa Mahkemesi'nin meşhur 367 kararı gibi tüm çabalara rağmen Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı seçilmesi engellenemedi ve son kale dedikleri bu makam sessiz sedasız ve de sılahsız kansız bir şekilde düştü.

Gerçekte cumhurbaşkanlığı makamı anayasal yetkileri bakımından çok önemli olsa da, vesayet rejiminin başka kaleleri de vardı. Son kale değildi ama; tabii ki en önemli kaleydi. En önemli kale düşünce diğer kaleler de sırasıyla düşmeye başladılar.

Görev süresi dolan YÖK Başkanlığına Gül, kendi seçtiği birini atayınca YÖK kalesi düştü. YÖK, süreç içerisinde kendi rektörlerinin Cumhurbaşkanı'nca atanmalarını sağlayınca "Üniversite Kalesi" de düştü.

Sistemde yüksek yargının da büyük işlevi söz konusuydu. HSYK'da oluşturulan "kast" sistemiyle iktidarın idari işlemleri Danıştay'da engelleniyor, cumhurbaşkanlarının üyelerini atadığı Anayasa Mahkemesi de yasama faaliyetlerine set çekiyordu. Ayrıca Anayasa Mahkemesi'nin kapatma yetkisi de iktidarın tepesinde "Demokles'in Kılıcı" gibi sallanmaktaydı.

Gül'ün, görev süresi dolan üyeler yerine atadığı yeni üyelerle Anayasa Mahkemesi'nin yapısı değişmeye başladı. 12 Eylül referandumuyla ilgili yapılan iptal başvurusunu reddetmesi bunun en büyük göstergesiydi. Kaldı ki 12 Eylül referandumuyla Anayasa Mahkemesi'nin de HSYK'nın da yapıları tümden değiştirildi. Yüksek yargıda görevli eski üyelerin görev sürelerinin dolmasıyla da yepyeni bir yüksek yargıyla tanışmış olacağız. Özetle "Yüksek Yargı" kalesi de çöktü diyebiliriz.

Vesayet rejimi sistemdeki önemli makamları kontrolü altında tutuyordu. Sandıktan çıkamasa da her zaman gerçek iktidarda oydu. Seçilen ve görünürdeki iktidar başını çok ağrıtırsa müdahale edebiliyordu. Ama sonuçta rejimin yasal adı demokrasiydi. "Halka rağmen" ben istediğimi yaparım demek mümkün değildi. Belli bir halk tabanını oluşturacak bir partiye, ki bu cumhuriyetin kurucu partisi CHP'dir, propagandasını yapacak bir medyaya ve sivil toplum kuruluşlarına ihtiyacı vardı.

Demek ki rejimin bir öneml kalesi de CHP'ydi. 12 Eylül'ü saymazsak -ki o dönemde CHP'nin başında Ecevit vardır-, 27 Mayıs, 12 Mart, 28 Şubat ve 27 Nisan e-muhtırası olmak üzere CHP tüm askeri müdahaleleri destekleyerek rejimin partisi olduğunu ispatlamıştır.

CHP'nin Kılıçdaroğlu'ndan önceki genel başkanı Baykal, e-muhtırayla sonlanan müdahale teşebbüsünü, Ak Parti kapatma davasını açık açık savunmuştur. Baykal daha da ileri giderek, müdahalenin organizatörleri olmakla suçlanan ve haklarında Ergenekon adıyla bir dava açılan sanıkların avukatlığını da üstlenmiştir. Zaten Baykal konuşmalarında "kurucu irade"nin temsilcisi olduklarını söyleyerek ve Anitkabir'e giderek Atatürk'e, "Sayın Genel Başkanım" diye hitap ederek CHP'nin konumunu ve statüsünü ortaya koymuştu.

İlk sivil cumhurbaşkanının seçilmesiyle ilgili yukarıda dediğim gibi, seçilmiş yasal iktidara karşı organize edilen müdahale girişimleri ile ilgili de, onlar açısından maalesef evdeki hesap çarşıya uymamıştır. İlk defa duvara toslamışlardır. Çünkü iç ve dış konjonktür buna musait değildir. Tabii ki şans faktörü de söz konusudur. Anayasa Mahkemesi'nin 6 ya 5 kapatılsın ve "laikliğin odağıdır" demesine rağmen, nitelikli çoğunluğunun sağlanamaması nedeniyle Ak Parti'nin kapatılamamasını bir şans ve kırılma noktası olarak görüyorum. Zira Ak Parti kapatılsaydı her şey çok daha farklı olacaktı. % 99 bir olasılıkla Baykal'ı Başbakan olarak görecektik. Abdullah Gül siyasi yasaklı olarak büyük bir ihtimalle görevden düşecekti. 12 Eylül referandumu olmayacak, eski düzen daha da sağlamlaşacaktı. Dahası Ergenekon Davası beraatlerle sonlanacaktı.

Öyle veya böyle CHP'nin de desteklediği müdahale girişimleri başarısız oldu. "Beleş iktidar" umutları suya düştü. Ortada sandıktan başka bir seçenek kalmadı. Sandığa kurulan pusuya katkı sağlayan birinin de sandıktan çıkması imkansızdı. Yani Baykal'ın sandık şansı neredeyse sıfırdı. Değişmesi gerekiyordu; trajik bir operasyonla değiştirildi. Ben, Baykal kaset olayının bu amaca dönük bir komplo olduğuna inanıyorum.

Baykal'ın değişmesiyle CHP de otomatkman değişmiş olmuyordu. Son dönemde ayrışsalar da, Baykal - Sav ikilisinin oluşturduğu "Politbüro" üyeleri halen CHP'nin yetkili kurullarında görev yapmaktaydılar.

Yaklaşan seçimlerde "değiştik, demokrat olduk artık" denilecek ve halkın içine karışılacaktı. Bu vitrinle halka gidilemezdi. Bu arada ulusalcılıktan da tavizler verilecekti. En basitinden Ergenekoncuların avukatlığı artık açık açık yapılamayacaktı.

Yani hem vitrin yenilenmeliydi hem de değişen politikaların engellenmesi önlenmeliydi.

Tabii ki bir de söz konusu olan koltuk davasıydı. CHP'deki bu değişim olmasaydı eğer, Kılıçdaroğlu hiçbir zaman gerçek anlamda bir lider olamayacak ve CHP'deki saltanatını ilan edemeyecekti. Düşürülme korkusuyla koltuğa hep yarım oturacaktı.

Son tahlilde koltuk savaşıdır söz konusu olan. Bundandır liderliğinde hep blok listeyi savunmuş ve uygulamış olan Baykal'ın şimdilerde "çarşaf liste" romantizmi ve yine bundandır çarşaf liste sözü veren Kılıçdaroğlu'nun blok liste dayatması...

Kılıçdaroğlu liderliğindeki CHP, yeni politikalar uyguladığı ve değiştiği ölçüde kendini inkar etmiş olacaktır. Kılıçdaroğlu'nun işe Celal Bayar'ın mezarını ziyaretle başlaması bile başlı başına bir inkardır.

Peki Kılıçdaroğlu yeni söylemlerinde ne kadar samimidir ve halkı ikna edebilecek midir? Daha üç ay önce, özgürlük ve demokrasi alanlarını genişletecek olan 12 Eylül referandumuna var gücüyle "hayır" diyen Kılıçdaroğlu'nun işi çok zor görünüyor.

Bir de, "Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olma" durumları söz konusudur. % 20'ye hapsolmuş bir CHP gemisini % 80 sularına doğru yüzdürürken, ulusalcılar gemiyi terkederler mi acaba? CHP'de katı ulusalcıların % 10'dan fazla olduğunu zannetmiyorum. Onların da başka çareleri yoktur diye düşünüyorum. Çünkü bu iktidardan mutlaka kurtulmaları gerekiyor ve hali hazır CHP'den başka da iktidar alternafi yoktur. Yani CHP'ye mahkümdurlar. Belki çok az MHP'ye kaçmalar olabilir. Yani ulusalcı oyları çantada kekliktir, bundan sonra gelecek her oy artı oydur.

Kılıçdaroğlu'nun da tamamen kesip atmayacağını, mümkün olduğunca yeni yüzlerle dengeleri koruyacağını tahmin ediyorum. Süheyl Batum'u Genel Sekreter yapması da bunun en bariz göstergesidir.

Peki hafta sonu yapılacak olan kurultayda ne olur acaba? Uzlaşma olacağını kesinlikle beklemiyorum. Baykal'ın ekranlardan yaptığı ikazları Kılıçdaroğlu'nun duymazdan geleceğini ve blok listeyle girdiği kurultaydan zaferle çıkarak kendi inisiyatifindeki parti meclisini oluşturacağını bekliyorum. Aksi, seçim arifesinde CHP için felaket olur.

Yani "mühür kimdeyse Süleyman da o" olacaktır. Baykal'ın ve Sav'ın sadık ve vefakar (?) delegeleri bu defa Kılıçdaroğlu'na oy vereceklerdir. Çünkü şimdi yetki ondadır. Odur onları yıllarca hayal kurdukları makamlara getirecek; meclis üyesi, belediye başkanı, milletvekili yapacak olan... Konu bu kadar basittir.

Sonuç olarak kurultayla beraber CHP şeklen de olsa değişecektir. Artık ulusalcıların bilinen söylemleri ve politikaları CHP'de açık açık söylenemeyecek ve savunulamayacaktır. Ve de Ergenekoncular yetim kalacaklardır.

Ulusalcıların "son kalesi" aslında CHP'ydi.

O kale de hafta sonu düşecek...

 
Toplam blog
: 337
: 4184
Kayıt tarihi
: 03.08.07
 
 

Hukukçuyum... Hukukun üstünlüğünün ve hukukçunun saygınlığının ülkemde gelişmesini ve kalıcı olma..