Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Aralık '12

 
Kategori
Öykü
 

Çıkış bu tarafta

Kısa bir çığlık beni kendime getirdi. Kafamı çevirdiğim de kocaman bir çift gözle karşı karşıya geldim. Kalabalıkta birisi ayağına basmıştı kadının. İşten eve dönüş saatinde, otobüsteki kadın kimin bastığına dikkat edememiş olacak ki, sağına soluna bakmaya devam etti. Söylendi hızlı bir sesle;

“Neden dikkat etmezler, ayağımı kıracaktı neredeyse.”

Kimse üstüne alınmadı. Yüzlerde bir hareketsizlik sezdim. Alçıdan kalıplara benziyorlardı. Etten duvar örmüşlerdi etrafımda. Sıkışmıştım. İlk durakta kendimi dışarı attım. Suratıma vuran rüzgar beni rahatlattı. Sertti. Buz gibi bir suydu. Gökyüzünün nefesi, hırçın bir tırmalayıştı. Sürüklenerek yürüdüm insanların arasından.  İstasyondan geçen bir trenden bakan siluetlere  benziyorlardı.  Ben dururken, onlar hızla yanımdan geçtiler. Yüzlerini aklımda tutmak istesem de, tutamazdım.  Beni içlerine çekmelerine müsaade etmeyecektim. Düzleşen bakışlarımın altında siyah gökyüzünü görebiliyordum. Binaların üstünde uzayıp giden sonsuzluk… Bir kabuk gibi üzerimdeydi.  Siyah bir kabuğa hapsolmuştum. Uzayıp giden yollardan birinde duraksamış mola veriyordum. Her şey hızla değişiyordu etrafımda. Ben hareket etmesem de…

Yağmur yağmaya başladı. Montumun başlığını çektim. Siyah kabuktan kopan gözyaşları beni ıslattı.

“Bu gözyaşlarından kurtulmak için bir an önce eve gitmeliyim.”

 Ev, soğuk bir şekilde beni bekliyordu.

“Yağmurdan ıslanan montum kururken ev ısınacak.”

Buharlaşırken havaya karışan su damlacıklarıydı bunu düşündüren. Montum kuruyacaktı ama hava hep ıslak olacaktı. Gözyaşları gibi… Gözyaşları da içimizi kuruturken nemli tutardı bedenimizi.

Otobüs geldi.  Bindim hemen. Yağışlı hava da sokak lambalarının hayaletleri inanılmazdı. Uzun, sarı silüetler… Her yanımda alışılagelmişliğin dışında bir titreşimle fısıldaşıyorlardı. Yağmur, suyun derinliğinde parıltılar yaratmıştı. Sudaki huzursuz gölgeler kapandıkları yerden, parlak bir buluta dönüşerek açığa çıkıyorlardı.

 Saklanacak yer kımıltıları vardı üzerlerinde.

“ Işığın içinde hareket edip kendi dünyalarına dönmek istiyorlar.”

 “Oysa kendi dünyaları diye bir şey yoktu ki! Bunu bilmiyorlar.”

“Kımıltılarından anlıyorum.”

“Yüzeylerde oluşan bu karartılar derinlere doğru çöküş içinde”

“Sonra kendi karartılarında yok olacaklar”

Aklımdan hızla geçen düşüncelerin akışına bıraktım her şeyi. Sıra halinde geçen düşünceler zamana karşı yanımdan geçen insan bedenlerini hatırlattı.

“Kendi içimdeki yarışın dışavurumu”

Orada hissediyordum kendimi. Yolun ortasında…

Bedenim kaplumbağaya dönüştü. Yarışan kaplumbağalar…  Süratle gelen bir araçtan kaçamayacaklarının farkında olmadan hızlı adımlarla yolu geçmeye çalışıyorlardı.

İneceğim durağa gelmiştim. Bir kaplumbağa yavaşlığında kalabalığın arasından geçtim.

“Müsaade eder misiniz lütfen?”

Diye bağıracaktım ama ağzımdan sadece ıslık gibi bir ses çıktı. Sert sivri gagaya benzer bir şeye dönüşmüştü ağzım. Sadece parçalamaya yarıyordu sanırım. Konuşamadım. İnerken tiz, tıslamaya benzer sesler çıkarıyordum. İndiğimde, yüzümdeki endişe insanlara tuttuğum bir ayna gibiydi. Yansımıştı. Yanımdan geçen genç bir adam şaşkın bir ifadeyle bana baktı. Utandım birden. Hızla ağzımı yokladım. Kaplumbağa ağzım oradaydı. Adam arkasını dönerek giderken bir defa daha baktı. Çok korkmuştum. Kalabalık üzerime geldi. Çarpan bir adama baktığımda gözlerinin içi simsiyahtı. Endişesiz bir ifade vardı. Gözkapakları o kadar kısaydı ki! Ne oluyordu bize!

Küçük bir çocuk bana çarptı. Arkasında sert bir kabuk taşıyordu. Çarpınca sinirli bir ifadeyle bana baktı.

“ Kabuğumu acıttın”

Dedi.

Kabuğu o kadar sertti ki! Nasıl hissetti anlayamadım. Çocuk yavaş hareketlerle uzaklaştı.

“Sırtındaki o şeyle nasıl yürüdüğüne bile şaşmak gerekir”

Sinirli şeyler geçiyordum beynimden. Ama ağzımı kımıldatamadım. Tıslarsam insanlar benimle dalga geçerlerdi. Anlaşılmaz bir şeyler çıktı ağzımdan. İnsanlar beni duymamışlardı neyse.

Merdivenleri çok yavaş çıkabiliyordum. Tırnaklarım uzun ve kıvrıktı. Merdivenin kenarlarını sıkı sıkı tutarak çıkmaya çalıştım. Apartman görevlisi merdivenin başında bana baktı birden.

“Neden duruyorsunuz, suratınız bembeyaz olmuş. Hasta mısınız? Yardım ister misiniz?”

Sorularında endişe vardı.

Cevap veremedim bir an. Sırtımda ki kaplumbağa evim o kadar yavaşlatıyordu ki!

“Ben”

 “Ben, yorgunum biraz”

Görevli tuhaf gözlerle baktı yüzüme. Duyamadı beni. Aşağıya indi. Bir şey anlamamış bir yüz hareketiyle yanımdan çekti gitti. Ben tırmanmaya devam ediyordum.

Epeyce bir zaman sonra kapımdaydım. Kapının ziline güçlükle ulaştım. Kalkmak zor oluyordu. Annem karşıladı.

“Yüzün, solmuş”

Endişeli bir ifadeyle tasvire koyuldu. Ben ayakta durmakta güçlük çektiğimi hissettirmeden;

“Yok, sanırım yoruldum bugün biraz”

Kendime kendime konuşur gibi fısıldadım.

Annem bir şey anlamamış olacak ki, dudaklarını büzdü. Şimdi daha dikkatli bakıyordu.

“Su içer misin biraz, aslında korkmuş gibi bir halin var”

Konuşurken bir yandan da bana su getirmek için mutfağa doğru yöneldi.

Suyu nasıl içeceğimi düşünmeye fırsat bırakmadan elinde bardak çıkageldi. Salonda ki, kırmızı ışık veren lambanın altında yüzümün kahverengisi pembemsiydi. Annem rengimin sarı olduğunu düşünüyordu. Göremiyordu işte! Ben kahverengine bürünmüştüm. Bardağı almak için elimi uzattığımda, tutamadım. Ellerim hareketsizleşmişti. Yere düşerken bardağın sesi benim dehşetli tıslamalarımla örtüştü. Annem heyecanla;

“Tanrım gerçekten yorgunsun, bardağı tutamadın”

Dehşetle haykırdı. Koluma girdi. Kollarım o kadar kalındı ki! Sadece kuvvetini hissedebildim. Beni odama doğru sürükledi. Odamın kapısı açıldığında yüzüme ferah bir koku çarptı. Annem odayı havalandırıyordu. Koku burnumun kenarına kadar geldi. Ve oraya oturdu. Çimen kokusu. Bahçeden geliyordu. Yağmurun kokusuyla karışmış toprağın rengini vermişti.

“ Toprak… Burada kapana kısılmıştım. Ben orada olmalıydım. Bahçede. Toprağa aittim. Tırnaklarımla kavramalıydım toprağı ve başımı kireçten evime sokarak saatlerce dinlemeliydim kokuyu… Uyumalıydım haftalarca. Baharın ışıkları uyandırmalıydı bedenimi.”

Düşüncelerimden annemin radyomu açmasıyla uyandım. Hüzünlü bir melodi odayı doldurdu. Yatağıma uzattı beni. Ama hiç rahat değildim. Yüzükoyun yatmak istiyorum.

“Beni çevirmesini söylesem benden kuşkulanacak...”

Bacaklarımı uzatıp oynatarak bir ivme kazanıp çevirmeye çalıştım kendimi. Ama yapamadım. Kabuğumun içinde kısa bacaklarla çok zor bu. Kapıda bir karaltı belirdi. Kız kardeşim… Kapıyı çalıyordu. Umutsuzca kapıya doğru baktım. Kapı aralandı. Ve;

“Aaaa! Bu kadar tembellik yeter ama. Dinlenmedin mi?”

Yalvaran gözlerle ona baktım. Ama o fark edemezdi kabuğu. Kendimle baş başa düzelmek için mücadele veriyordum ki, kardeşim;

“Doğru yatsana, başını ters yöne çevirmişsin. Başın ağrıyacak. Böyle yatma”. Beni düzeltti. Ve gülerek yanağıma bir öpücük kondurdu. Derimin kalınlığı bile sevgi dolu bu hareketin duygularını yok edemedi. Ben de ona sarılmak istemiştim. Sadece eline dokunarak bu eylemi gerçekleştirebildim.

Kardeşim sıkıca tuttu elimi.

“Yemek hazırlıyorum. Sen yorgunsun, dinlen”

Diyerek odadan dışarı çıktı.

Gözüme saat ilişti. Durmuştu. Nasıl yetişecektim saate çalıştırmak için. Duvara tırmanamazdım. Saatin altındaki şifonyere ne kadar zamanda ulaşırdım acaba?

Vazgeçtim. Zamandan sıkılmıştım zaten. Kabuğumun içinde hızla geçmesini diledim. Ya bunun içinde yok olma saatim gelseydi ya da bu kabustan uyansaydım artık…

Sorun herkesin başına gelen bir şeydi belki de… Zamanın kısalığı üstümüzü örterken yavaşlattığımız duygularımızın içinden çıkmak istemeyişimizin kaosuydu bu…

Kaos, bedenimi esir almıştı. Zamanla duygularımı örtemiyordum. Duygularım ağır bir hareketlerle uzadı.. İçinden çıkmak için Einstein’ın bulduğu şifreyi kırmam gerekti. Gülümsedim. Karmaşalarım bedenimi ne hale getirmişti.

 
Toplam blog
: 16
: 103
Kayıt tarihi
: 08.12.12
 
 

İstanbul doğumluyum. Öykü yazıyorum. İncelikler/ Aşklar adındaki öykü kitabım Kanguru yayınlarınd..