Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Nisan '15

 
Kategori
Öykü
 

Çimen ve Leylak kokusu-2

Çimen ve Leylak kokusu-2
 

PAZARTESİ
İçim kıpır kıpır, işte oldu, ilk gün başlamak üzere. Tüm lise yaşamımda beklediğim, kendimi gerçekten büyümüş hissedeceğim gün gelmişti. Heyecandan titrediğimi hissettim. Öğrenci işlerinin kapısında ders programına bakarken, bu üçüncü okuyuşumdu. Nasıl başarıyorum bilmiyordum ama üçünde de farklı gün, saat ve derslik işaretlemeyi başarmıştım. Arkadaki kalabalığın homurtularına aldırmadan son bir kere daha okumak istedim. Homurtuların arasından yumuşacık bir ses duyuldu. Utançla, arkama bakmadan kaçmaktı niyetim. İstemsizce döndüm arkama. Naifçe gülen bir çift göz, dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme, olabildiğince sakin ve nazik omzuma dokunmuştu, kendisi gibi, sakin bir ses tonuyla.
- İlk yılın sanırım. Hoş geldin. Yan tarafta sizin için ders programı var oradan alabilirsin, yazmana gerek yok.
Dağılmış ve utanmıştım. Bir an kendimi yukarıdan izliyormuş, oradaki ben değilmişim gibi hissettim.
- “Sen kendi işine baksana, akıl verecek başka çömez bul. Ne kadar sırasını beklemeye tahammülsüz insanlarsınız” diye olanca sesimle bağırdım.
Bu ses benim değildi. Hiç de tanıdık olmayan, ince-cılız bir ses. Rahatsız edici bu ses tonu ve konuşmayı ben mi yapmıştım? İlk kez böyle tuhaf bir şey yaşıyordum. Hızla oradan uzaklaştım. Arkama bakamamış, söylediğim cümlenin karşı taraftaki etkisini görememiştim.
Tanrım, bu nasıl bir başlangıç? Okulda benimle konuşan ilk kişiye, bana ait olmayan bir cevap vermiştim. O ses de neydi, incecik ergen çocuklar gibi. Çok kötü hissediyordum. Bir yandan kendime de kızamıyordum. Ben değildim, ben söylemiş olamam, bu nasıl bir cevap? Tanıdığım birisi böyle bir cevap verse kendisi ile tüm ilişkimi keserdim. O ben değildim ki kesinlikle değildim.
Kampüsün kapısında buldum kendimi. Durdum, öğrenci işlerinden buraya kadar nasıl geldiğimle ilgili hiçbir fikrim yoktu. Elimde az önce kibarca bana yardım etmeye çalışan kızın verdiği ders programına göz ucuyla baktım. İlk ders öğleden sonra 15.00’ te merkez amfide.
 Tekrar baktım “15:00”, “merkez amfi”.
 - 15:00 öğleden sonra üç oluyor değil mi?
- Hay Allah’ım bu kadar heyecan yapacak ne var?
Hızlıca saate baktım. Saat 08:30. Altı saat var daha. Nereye gideceğim? Yurda geri mi dönsem, yoksa kampüsü mü keşfetsem?
 
Kampüs şehrin dışında, oldukça büyük bir mekândı. Gotik tarzı binalarla çevrili büyükçe parklar içeren kocaman bir yerleşkeydi. Kayıt için ilk geldiğimde çok etkilenmiştim, ama maalesef keşfetmeye ve keyfini çıkarmaya zaman bulamamıştım. Aynı gün eve dönmem gerektiğinden, kayıt yaptırmak için bölümüme gidip evrakları vermiş, sonrasında okul süresince kalacak yerimi ayarlamak için okulun hemen yanındaki yurda gitmiştim. Hem okul hem yurt işlemlerini bitirmiş ve güvenli ortamıma, bütün hayatımı geçirdiğim şehre Ankara’ya dönmüştüm.
Evet… Önümde altı saat vardı ve kampüsü keşfetmeliydim. Sonbahar etkisini henüz göstermemişti. Öğrenciler çimenlik alanlara yayılmıştı. Kimileri guruplar halinde sohbetler ediyor. Kimileri kitap okuyor, kimileri kendi aralarında oyunlar oynuyordu. Derin bir nefes aldım, sabah serinliğinde bol oksijenli havayı ciğerlerime doldurdum. Artık sakinleşmiştim. Etrafıma baktım, sanki herkes kendi dünyasında neşe içinde zaman geçiriyordu. Sabah kahvaltı yapmadığımı fark ettim.
- Heyyyy, ben çayımı içmedim henüz. 
Buralarda yemek ve içmek için bir yer bulabilirim sanırım.
Az ileride bir elinde simit, bir elinde sıcak içecek, sırtını ağaca yaslanmış, kitap okuyan gence yaklaştım.
- Sanırım buralarda bir kantin var? Çok keyifli yiyorsun. Yerini tarif edebilir misin?
Genç, okuduğu kitaptan kafasını kaldırdı, hafifçe gülümsedi.
- Hoş geldin, dedi. Ben Selim. İktisat 3. Sınıf. Aradığın kantin yüz metre ileride merkez amfinin hemen yanı.
Üniversiteli olmak böyle bir şey, sanırım. Sakin, sevecen ve yardımsever. Deminki çıkışım tekrar aklıma geldi, yine moralim bozuldu. Kendimi gülümsemeye zorlayarak.
- Ben Burak, ilk senem ve …
Ben hangi bölümdeyim, haydaaaaa. Biraz evvel toparladım, sakinleştim. Bu nedir şimdi?
- Fen fakültesi ve İstatistik bölümündeyim.
Fakülte ve bölümü kısık sesle söyledim, çok da emin değilmiş gibiydim. Ardından düşük devirden normal devrine dönen bir plak gibi tekrar normal ses tonuyla.
- Çok teşekkür ederim. Sabah kahvemi içmeden kendime gelemiyorum da.
Sabah kahvesi mi? Ben kahve içmem ki çay içerim. Selim görevini tamamlamış, okuduğu kitaba geri dönmüştü çoktan. Demek ki artık kahve içiyoruz, Burak Bey… Bay sinirli. Şanslıyım, kantinle beraber ders yerini de bulmuş olacağım, diye düşündüm.
Kantini kapısındaki kuyruktan dolayı bulmam zor olmadı. Sıraya girdim. Sırada kendi aralarında sohbet eden, ders programından yakınan ya da ilk günden akşama organizasyon yapan insanları dinledim. Sıra bana geldi.
Çıtı pıtı genç bir kız, ne alırdınız dedi.
- Bir simit ve kahve lütfen.
Kız;
- Kahve sütlü mü, sade mi olsun Hocam? Dedi.
Sütlü mü seviyorum, sade mi? Ben kahve içmem ki ne biliyim sütlü mü, sade mi? Kafamın içinde saldırgan, bana yabancı ses sabahtan beri bu tip çıkışlar yapıyordu. Neyse ki bu sefer bu sesin dışarıya çıkmasına izin vermedim… Sanırım vermedim… Kızcağızın yüzüne bakmaya devam ediyordum, bir değişiklik yoktu. Demekki gerçekten izin vermemiştim. Rahatladım ve sakince.
- Sade olsun.
Tamam, karar verildi artık sade kahve seviyorum. Üstelik bunu karşımdaki kişiyi incitmeden başarabildim. Simit ve kahvemi aldım, dışarıya çıkıp, güzel bir yer bulmalı ve güne yeniden başlamalıyım, diye düşündüm.
 Simidimi ufak ufak ısırmaya başlarken, günün değerlendirmesini yapmak istedim. Değerlendirmek bile stresli ve bir o kadar da can sıkıcıydı. Kahvemden kocaman bir yudum aldım.
- Offff hay aksi, kahve bu iyyykkkk. Bu ne yaaaa.
- Büyümek bu mudur, büyümek değişmek midir?
 
Sanırım değişmek değil, saf korkuydu bu. Korkuyorum, ilk kez bu kadar korkuyorum. Daha önce de kendimi çıplak hissettiğim anlarım olmuştu ama bu sefer farklıydı. Yanımda kaçıp sığınacağım bir ben getirmeyi unutmuştum. Korkuyordum sanırım. Şu birkaç saatte kendimden korktuğum kesindi. Verdiğim tepkiler bana ait değildi, ya da kontrolümde değildi. İnsan neden kendisinden korksun ki, bu kontrolsüzlüğün bir sebebi olmalı?
Yazdan kalan son güneş, yavaşça tepede yükselirken, yüzümü güneşe çevirdim. Gözlerimi kapattım, aydınlığın ve huzurlu sıcaklığın içimi kaplamasına, izin vermeliydim. Gözler kapalıyken güneşi görmek, sıcaklığını hissetmek, yeni kesilmiş çimen kokusuyla karışık leylak kokusu karışımını ciğerlerime doldurmak, iyi geldi. Çimen tazelik ve ferahlık doldururken ruhuma, leylak kokusu bu ferahlığa masumluk katıyordu. Bugün hiç de masum değildim. Üstelik hiç de karşılaşmadığım, bilmediğim kadar kabaydım.
Kapalı gözlerimdeki güneş gölgelendi bir an, sonra tekrar ve tekrar. Belli ki birileri tam da önümden geçip, gölgeliyordu beni. Bir esinti hissettim, leylak kokusunu daha da artıran, önümden geçenlerin yarattığı bir esinti miydi yoksa gerçekten bir meltem mi esti? Refleks olarak açmalıydım gözlerimi ama o çimen ve leylak kokulu, büyünün bozulmaması için direndim. Gözlerim kapalı, hislerim ve ben, baş başa. Birden yakınlarda tınlayan gitar sesi duyuldu, tüm tabloyu tamamlayan klasik gitar sesi, büyüyü iyice yüceltti. Rodrigo bu duruma çok uygun bir fon oluşturmuştu.
 
Rodrigo, çok küçükken geçirdiği bir hastalık yüzünden görme yetisini kaybetmiş. O yumuşacık eserleri, dünyayı görmeden, güneşi ve leylak kokulu meltemi hissederek yazmış olmalı diye düşündüm. Bu güneş hiç batmasın, bu müzik hiç durmasın ve bu koku ömrümün sonuna kadar sürsün. Gözlerim kapalı, duygularım doruklarda. Tüm konçertoyu çalacak hali yok ya, sözlerini çok da anlamadığım, aslında çok da bilmediğim bir şarkı söylemeye başladılar. Bir erkek, ruhu okşayan bir şarkı söylüyor, nakarat kısmında hep bir ağızdan coşuyorlardı. İçlerinden biri bu melodiye başka bir anlam kattı, yumuşacık ama güçlü bir ses, önce ön plana çıktı, sonra herkes sustu, sadece o söylemeye başladı. Herkes sustu, kuşlar sustu, meltem ses çıkartmaya korktu. Ses sanki bana git gide yaklaşıyor gibiydi. Leylak kokusu, güneş ve bu ses.
 
İstemsizce, kontrolsüzce gözlerimi açtım. Sabırsızca sesi aradı gözlerim, en fazla beş metre ilerimde oturuyordu ve bana bakıyordu. Elimde yarım kalmış bir simit, tek yudum alınmış bir kahve, oturduğum yerden göz göze bakıyorduk şimdi. Şarkı bitti, gülüşmeler, kendilerini tebrik etmeler, peş peşe şarkı istekleri arasında, erkek yeni bir melodi tıngırdatmaya başladı. Kız yerinden kalktı bana doğru yürümeye başladı.
- Tanrım… Lütfen yanıma gelme.
Arkama dönüp yöneldiği istikamete bakma isteği, bütün beynimi sarmıştı ama kitlenmiştim, kıpırdayamıyordum. Kafamı çevirmeyi bırak, gözlerimi kırpamadığımı fark ettim. Geliyordu işte, beş metre kaç adım eder? Kaç saniye sürebilir ki? Kumral uzun saçları dalgalandı, ela gözleri parladı, aynı yumuşak gülüş ve sakinlik hâkimdi kendisinde. Meltem ile birlikte hareket ediyor, sanki bir balerin gibi süzülüyordu, adım adım. Ve leylak kokusu, daha da artan bir yoğunlukla doluyordu ciğerlerime. Leylak kokusu. Kampüste henüz hiç görmediğim, ince, nazik, mor leylakların kokusu.
- Tekrar Merhaba, sabah tanışamadık. Ben Oya, İstatistik 2. Sınıf.
Havada duran eli, orada çok da bekletmemek gerekiyor, normalde ayağa kalkmak gerekiyor. Hatırlasam ismimi ve bölümümü de söylemem gerekiyor. Bütün bunlar için enerji ve ses çıkarabilmek gerekiyor. Devam etti;
- Sabah sizi incitmek değildi amacım. Özür dilerim.
Özür mü dilersin? Sen mi? Havada Leylak kokusu, güneş yükselmiş, pırıl pırıl bir gökyüzü. Ben üşüyorum, hatta donuyor olmalıyım, titriyorum. Oya sakın özür dileme, ben bin kere özür dilerim. Emin ol sabahki ben, kesinlikle ben değilim. Son bir gayret, titrek bir sesle;
- Burak, istatistik bölümü, senin de sabah tahmin ettiğin gibi ilk yılım.
Bir de rica ederim desen, hatta ben özür dilerim desen. Elimi uzatmak için, resmen kendimle kavga ediyorum. Sanırım başarmış olmalıyım. Oya bir adım geri çekilip, eliyle arkadaş gurubunu gösterdi.
- İstersen sen de bize katıl, yardımcı olabilirim sana.
- Teşekkür ederim, ben böyle iyiyim. Uzaktan daha hoş geliyor sesleriniz.
Uzaktan daha hoş geliyor!
İnsan yalana, önce kendi inanacak. Yalancı Burak. Oraya gidebilmek için verebileceklerinin haddi, hesabı yok. Orada olmalıyım. Yanında olmalıyım, arkadaşların gibi neşe içinde sana sarılarak, bilmediğim şarkılarınızı avaz avaz söylemeliyim. Tut elimden sürükleyerek götür beni. Hatta tuttuğun elimi hiç bırakma.
Kimsin sen Oya, bu içten gülen gözler kim? Bu yumuşak sakin ses ve o muhteşem leylak kokusu, kimsin sen? Sabah ki tavrım korkudan mıydı, yoksa ilk görüşte aşk dedikleri bu mu? Aşık olduğum için mi böyle davranıyorum? Yoksa deli gibi korktuğumdan mı? Derdim seninle mi? İçimde binlerce soru soran, cevaplardan uzak duran benle mi?
- Nezaketiniz için teşekkürler Oya. Umarım başka bir zaman.
Yer yarılsa içine girsem. Koyu bir sis tabakası gelse, çökse üstüme, görünmez olsam. Ben, ah bu ben… Çelişkili ve mendebur ben. Orada olmak için can atan ben,  bütün gün yaptığım rezilliğin utancını yanlarında daha fazla yaşamamak için pes etmişti. İşin ilginç yanı yanlarına gitmediğim gibi oradan da ayrılamıyordum. Tüm enerjim bitmişti. Kendimi hareket edemeyecek kadar yorgun hissediyordum. Gitmem gerekiyordu, bulunduğum yerden ayrılmalıydım. Oya ve arkadaşlarının tüm odağı benmişim, hepsi bana bakıyormuş gibi hissediyor ve kaçmak istiyordum. İstemsizce gözlerimi kapattım. Gözlerimi kapatmak ortamdan kaçmak için kullanılabilir miydi? Sanki orada hiç yokmuşum gibi. Öyle bile olsa gözlerini kapatınca kendisiyle baş başa kalıyor insan. Şu anda kendimle baş başa kalmak, en son istediğim şey.
Oya arkadaşlarının arasına dönmüş olmalıydı. Guruptan yükselen yeni şarkıda, vokalde sesi geliyordu. Gözlerimi açsam saate baksam ve saat üç olmuş olsa. Refleks olarak, elimdeki simitten kocaman bir parça ısırıp yemeye başladım. Bu hareket, korsan filmlerinde kocaman bir but parçasını ısırıp sonra elinin tersiyle ağzındaki yağı silen bir barbar gibi hissettirdi bana kendimi. Bu düşünce güldürdü beni. Derin bir nefes aldım. Gözlerimi açmadan arkama döndüm ve saate baktım.
- Neeee saat henüz on mu? Yuh.
 Arkadan gelen neşeli sesleri, leylak kokusuyla baş başa bırakarak devam ettim. Koca kampüste, keşfedecek bir sürü yer olmalı. Acele etmeden sakin sakin dolaşır, olabildiğince etrafı tanımaya çalışabilirdim. Neyse ki kampüs düz bir alanda kurulmuş, çok fazla inişi-çıkışı, yokuşu yoktu. Öğle yemeğine kadar dolaşıp, bu arada öğrenci cüzdanı dostu yemekhaneyi bulup, öğle yemeğini orada yemeye karar verdim.
Kampüs gerçekten etkileyiciydi. Binalar, etrafa serpiştirilmiş heykeller ve etrafında yeşil alanlar, spor yapmak için ayrılmış bölümler. Her köşede gençliğin enerjisiyle koşuşturan insanlar. Bu kadar neşeli ve telaşsız insanı bir arada görmek huzur doluydu. İçlerinde bir tek ben huzursuzmuşum gibi hissettim. Bu arada tabelalar neyin hangi tarafta olduğunu da belirtiyordu. Bu ayrıntıyı yeni fark etmiş olmam, aynı zamanda tekrar sakinleştiğimin göstergesi. Yemekhaneyi de bu tabelalar sayesinde kolayca buldum. Güneş oldukça yükselmiş, hava iyice ısınmış ben de yorulmuştum.
Yemekhane oldukça büyüktü, daha önce bu kadar büyük bir alanda yemek yememiştim. Bu kadar öğrenci için mecburen bu boyutta yapılmış olmalı. Üç ayrı alanda tabldot yemek dağıtımı yapılıyordu. Ana yemek için seçenek bile sunulmuştu. En az sıra olan, şansıma bana en yakın noktada sıraya girdim. Yemeğimi aldım. Hemen yan tarafta ücret alınan masadan, istersem bir aylık fiş alabileceğimi, ya da günlük ödeme yapabileceğimi öğrendim. Kısa bir matematik hesabı, tabii ki aylık fiş en mantıklısı. Aylık fişimi aldım. Görevli, ilk günü koparıp, geri kalan fişlerimi bana verdi.
- Afiyet olsun Hocam. Dedi.
- Teşekkür ederim Hocam.
Fark ettim ki kampüsteki herkes, bir birine “Hocam” diye hitap ediyordu. Ben de ilk alıştırmamı yapmış oldum. Yemekhane görevlisi bile kibarca “Afiyet olsun Hocam” demişti. Sanırım ben hariç tüm insanlar, neşeli ve kibar.
Mümkün olan en yakın ve en sakin masaya oturdum. Masalar yaklaşık on kişilikti. Ben masanın en uç noktasına yerleştim. Yemeğimi tırtıklarken, elimdeki ders programına göz atmaya başladım. Pazartesi saat 15’de başlıyor, cuma günü de saat 14’te sona eriyor. Hafta içi sabah 9 da başlayıp akşam 17 de bitiyor, her öğlen 11 ile 13 arası da boş. Güzel program, hafta sonları Ankara’ya gitmem gerektiğinde üç günüm oluyor. Ankara, soğuk ve kasvetli şehir, şu an bana dünyanın en güzel şehriymiş hissini veriyor. Keşke şimdi otobüse binip evime dönebilsem. Sıcacık anne çorbası içip, sarılıp hiç bırakmasam. Ankara’yı ve orada bıraktıklarımı düşünürken bile mutlu oluyorum. Sanırım çabuk pes ettim. Pes etmek erkekliğin şanında var gibi cümlelerle bu durumdan yırtabilir miyim acaba?
Karmaşık duygularla, gidip gelmeler ve çocukça bahanelerle kendimi mutlu etmeye çalışırken, karşıma bir grup öğrenci oturdu. Kendi aralarında sohbet ediyorlardı. Aralarında bu sene yeni başlayan arkadaşlarına, okulu anlatıyor, taktikler veriyorlardı. İlk senem olması yüzünden dikkatimi çekti. Bir şeyler de ben öğrenir miyim, diye pür dikkat dinlemeye başladım. Elimdeki programı evirip çeviriyor, onlarla hiç alakam yokmuş gibi davranıyordum. Neredeyse her bölümün bir kafesi varmış, okul dışında çoğu zaman oralarda geçermiş. Ayrıca eksik ders notları oralarda tamamlanırmış. Akşamları gidilecek mekânlara, bu kafelerde karar verilirmiş.
- Oooo arkadaşlarda maddi problem yok, gezin bakalım her akşam.
Kampüsün içinde beş tane kantin ve bir yemekhane varmış. Genelde herkes kendi fakültesinin önündeki alanları kullanırmış.  Siyasi ve toplumsal bakış açına göre kulüpler varmış, bu kulüpler oldukça eğlenceli ve seninle aynı şeyleri düşünüp, paylaşabileceğin insanlarla doluymuş. Yeni insanlar tanımanın en güzel yoluymuş. Sonra kampüsteki alanları sıralamaya başladılar. İçlerinden biri, merkez amfinin hemen arkasında, güzel bir botanik parkı olduğunu söyledi. Buranın bir bölümünde, minik Japon bonsai ağaçlarının dahi olduğunu, bu güzel mekânın her zaman açık olmaması dolayısıyla öğrenciler tarafında pek bilinmediğini, bu yüzden de oldukça sakin bir yer olduğunu anlattı.
- İşte bu ilgimi çekti.
Bir anda gurubun tüm bakışları üzerime döndü. Bu son cümleyi içimden değil, yüksek sesle söylemiş olmalıyım.
- Afiyet olsun arkadaşlar.
Şaşırmış gözükmüyor olsalar da, kafalarıyla onaylamak dışında bir tepki vermediler. Hadi çabuk çıkalım buradan, Burak Bey. Bakalım bugün açık mıymış botanik parkı?
Önce merkez amfiye geri döndüm. Oya ve gurubu orada mı diye göz ucuyla bakmaktan kendimi alamadım. Neyse ki yoklardı. Ya dersleri başlamıştı ya da başka bir yere gitmişlerdi. Belki bizim bölümün kafesine gitmiş olabilirler diye düşündüm. Bizim bölümdekilerin takıldığı bir kafe var mı? Varsa neresi acaba?
Amfinin etrafında botanik parkı diye bir tabela göremedim. Kimseye sormak da istemedim. Amfinin yanında bir patika vardı. Yola girdim. Yol “Y” şeklinde ikiye ayrılıyordu.
- Sağ mı, Sol mu?
Sol olsun… Daha ufak olan yola saptım. Az ileride yüksek tel örgülerle çevrili bir alan gözüküyordu. Alan, tel örgüler hizasına kadar uzanan yeşil çalılarla gizlenmişti. Dışarıdan içi gözükmüyordu. Kapı olduğunu düşündüğüm, yeşil çalıların olmadığı, benim için biraz dar olan aralığa yöneldim. Gerçekten de yüksekçe bir tel örgü kapı vardı ve kapı açıktı. İçeriye girmemde bir sakınca yok sanırım.
Kapıda ya da çevrede kimse gözükmüyordu, tereddütle de olsa kapıyı ittim. Dışarıdan pek belli olmuyor ama içeriden kuş sesleri dışında, herhangi bir ses de gelmiyordu. Yavaşça içeriye yöneldim. O an büyülendim. İsmini bilmediğim, daha önce hiç görmediğim çiçekler, her türde ve boyda ağaçlar, çok da büyük olmayan bir alana yayılmıştı. Girişten itibaren Arnavut kaldırım taşlarından oluşturulmuş patikalarla bölünmüş, olağanüstü bir habitat. Patikaların yanında küçücük bir suyolu büyük bir nehir edasıyla dolanıyor, yer yer bu küçük suyun üzerine kurulmuş köprülerle geçişler sağlanıyordu. Tam ortada bonsai ağaçları ile bezenmiş, ada kıvamında, rengârenk bir alan vardı. Her an birisi gelip, benim içeride olduğumu fark etmeden, kapıyı kilitleyebilir korkusu ve küçük patikada ilerleme zorluğu yüzünden, hemen girişin yanında bulunan kestane ağacının yanına yerleştim. Çok heyecanlandım. İleride, uzun saatlerimi, kendimle paylaşabileceğim alanı buldum diye düşündüm. Her bir ağaç, her bir çiçek alana öyle bir yayılmıştı ki bu büyülü koruluk kocaman bir orman edası veriyordu. Büyük ağaçlar loş bir ortam oluşmasını sağlıyor ama çiçeklerin hepsi de güneş ışığında parıldıyordu. Tüm bitkilerdeki ben sağlıklıyım ve bakımlıyım hissi, üzerinize siniyor, kendinizi onlar kadar güçlü hissetmenize sebep oluyordu. “Alis Harikalar Diyarındaki” orman bu parktan etkilenerek oluşturulmuş sanırsınız.
Bu büyünün etkisi belli ki çok sürecek. Saate baktım saat 14:30. Gitme vakti. Derse geç kalmak istemiyorum. Aslında biraz da erken gidip, kalabalık olmadan kendime bir yer bulsam iyi olur.
 
Amfiye geri döndüm, en önde, kendime uygun, kapıya yakın, ilk sıraya yerleştim. İlk ders bölüm başkanına aitti. Sanırım bilerek planlanmış. Benim gibi çoğu heyecanlı, doğal olarak birbirlerini tanımayan bu kitle, oldukça tedirgindi. Dört yılımızı beraber geçirecektik. En az dört yıl diyelim.  Hoca kendini, asistanlarını, bölümü ve fakülteyi tanıtan bir konuşma yaptı. Lise alışkanlıklarımızın değişmesi gerektiği ile ilgili konuştu. Dersi işleyiş biçimi, yapacağı sınavlar ve ders kitabından da kısaca bahsederek dersi bitirdi. “Nasıl bir defter almamız gerekiyor acaba?”, gibi sorulara az önceki değişmesi gereken lise alışkanlıkları konuşmasına atıfta bulunarak, dersten çıktı. Toplam yarım saat sürmüştü ama ders programına göre iki saatlik bir dersti. Sonrasında da ders olmadığından, amfinin dağılmasını beklemeye başladım. Yanımda oturan birkaç kişi ile gözlerimizle selamlaşmak dışında bir muhabbetimiz de olmadı.
Acaba yurda mı dönmeliyim? Yoksa botanik parkına gidip biraz zaman mı geçirmeliyim? Bugün yaşadığım stresi bir şekilde noktalamalıyım diye düşündüğümden yurda dönmeye karar verdim. Sabah aceleyle çantamı bırakıp çıkmıştım. Kimseyle tanışama fırsatım olmamıştı ama bildiğim kadarıyla benim gibi öğrenci olan beş arkadaşla odamı paylaşacaktım.
 
Toplam blog
: 9
: 687
Kayıt tarihi
: 30.03.15
 
 

Hayata, acılardan kaçmadan gülümseyebilen biriyim. Tek vasfım ve kimliğim insan olmak. Hayata Gül..