Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Eylül '07

 
Kategori
Kültürler
 

Cinselliğin mitolojisi (Devam)

Cinselliğin mitolojisi (Devam)
 

Bu konuya devam etmek istiyorum. Gerçekten cinselliğin tarihiyle ilgili hepimizin bilmesi gereken çok şey var. Ben de hala araştırdıkça yeni şeyler öğreniyorum.

****

İnsanlığa, tarımdan dokumaya, yazıdan müziğe ve matematiğe kadar uygarlaşmış sanatların tümünü, farklı kimlikleriyle Ana Tanrıça öğretmişti. Hind mitolojisine göre gün, ay, inç ve saniye gibi ölçü birimlerini tanrıça Savitri yaratmıştır. Hem Mısır’da, hem de Babil’de Ulu Tanrıça’nın rahibeleri yazın ve sayı bilimleriyle uğraşırdı. Bildiğimiz kadarıyla, Ana tanrıçanın tapınıldığı toplumlar barış yanlısıydı. Örneğin İÖ 7. yüzyılda yıldızı parlayan Türkiye’deki Çatalhöyük, her biri birer sanat eseri olan arkeolojik buluntuları içerir, ancak savaş izleri taşımaz.

Üremede erkeğin rolünün belirsizliğinin anlaşılması, birçok uzman tarafından İÖ 10.000’den sonraya tarihlendirilir. İnsanların düşünceleri değişmeye başladığında, kaçınılmaz olarak, söylencelerin içerikleri de değişti. Mitoloji, böylelikle erkeklerin ruhunda olan arketipik erkeksi güçlerin betimlemelerine önem vermeye başladı. Burada erkeksi ve kadınsı kelimelerini kullanarak tehlikeli sularda gezindiğimin farkındayım. Doğaları gereği bu ifadeler, tanımlanması neredeyse imkansız olduğundan ben bunları rahim ve erkeklik organına benzeterek basit bir yaklaşımı tercih edeceğim. Bu şekilde kullanıldığında, bunlar yaradılıştan gelen değer yargılarına göre değil, bilincin farklı bakış açılarına göre tanımlanır. Bu nedenle, dişilik sahiplenme, sadakat, beslenme, cazibe ve bağımlılıkla tanımlanır. Erkeklik ise hedefe yönelmek, emretmek, odaklanmak ve meydan okumaktır.

Arkaik çağda bu özellikler her iki cins arasında kutuplaştırılmıştı. Erken dönem mağara resimlerinde erkekler “erkeksi” işler yaparken betimlenmiş. Hayvanlarla savaşmış, onları yenmiş ve onlara boyun eğdirmişler. Oysa, İÖ yedinci ve altıncı yüzyıllara tarihlenen Türkiye’deki neolitik yerleşim yerlerinde, doğum yaparken leoparlar tarafından korunan bir tanrıçanın tasvir edildiği heykeller ele geçmiştir. Tanrıça ve hayvanların barış içinde bir arada yaşamasının “dişilik” le ilişkisi vardır.

Bugün her birimiz, biyolojik olarak erkek ya da kadın olsak da, aslında ruhen, hem kadın hem de erkek özelliklerimiz olduğunu biliyoruz. Bazen belirgin, bazen de bilinç altına itilmiş ve bu nedenle de keşfedilmemiş olsalar bile. Kendine güvenen ve saldırgan erkeklerle kendini tahlil edebilen ve uysal erkekler olduğu gibi, sessiz ve anaç kadınların yanında hırslı ve enerjik kadınlar da vardır. Antik dönemlerden beri bu özellikler, cinsiyet dikkate alınmadan, bazen koruyucu ve yardımsever, bazen de yıkıcı ve korkunç olabilen tanrı ve tanrıçalar tarafından yansıtılırdı.

Geleneksel olarak, kadınlar daima duygusal âlemle, erkekler ise akıl dünyasıyla özdeş tutulmuştur. Ancak kadınlar duygusallığı tekellerinde bulunduramazlar. Bir psikoterapist olarak, çok duygusal erkeklerle de ama bunun yanında zeka kapasiteleri, ilişki kurmaktaki becerilerinin çok ötesinde gelişmiş olan kadınlarla da karşılaştım. Buna rağmen, erkeklerin genelde “duygusal” fonksiyonlarını tam olarak kullanmadıkları doğrudur. Yani olayları beyinleriyle değil de, yürekleriyle değerlendirme kapasiteleri düşüktür. Eğer bunu becerebilmiş olsalardı, bugün insanlık çok daha farklı bir yerde olurdu.

Bunun yerine, duygusallık, tarih boyunca değerini yitirerek kadınların dünyasına mâl edilmiştir. Erkekler, duygular ve heyecanlar tarafından yönetildiklerinde kolaylıkla yıkılabildikleri için, aklın daha tarafsız ve ayrıcalıklı olduğuna inanmak eğilimindedir. Anaerkil toplumdan babaerkil topluma geçiş, ilk olarak İÖ dördüncü bin dolayında Sümer, Babil, Mısır ve Yunan kültürlerinde görüldü. Burada yaradılış söylenceleri yavaş yavaş değişti ve üremede erkeğin rolünü de kapsamaya başladı. Tanrıça halâ önemliydi ama artık yanında hem sevgilisi hem de yoldaşı olan oğlu vardı. Sümerde Inanna ve Dumuzi, Anadolu’daki Kybele ve Attis, Yunan dünyasındaki Afrodit ve Adonis söylenceleri bu gelişimin en belirgin örnekleridir. Sonraları, aşağı yukarı aynı dönemlerde, güneyden Samîlerin ve kuzeyden Hind-Avrupalıların büyük saldırıları başladı. Bunlar yaşamlarını sürdürebilmek için öldüren ve yerleştikleri yerleri istilâ eden göçebe ve avcı topluluklardı. Hayatta kalabilmeleri avlanmadaki başarılarına bağlıydı. Avcıların tümü erkek olduğundan, erkeksi ihtiyaçlar ve değerler bu insanlar için son derece önemliydi. Ele geçirdikleri tarımsal toplumlarda, tanrıça önemini korusa bile, söylenceleri kaçınılmaz bir şekilde erkek odaklıydı.

Yıldırımlar yağdıran Zeus’a, ya da İbranîlerin Eski Ahit’deki tanrısı Yehova’ya benzeyen savaşçılarla, tanrılarını kendi değer yargılarına göre kişileştirmişlerdi. Ana Tanrıça ile erkek egemen avcı toplumların tanrısı arasındaki geçiş döneminde, Ana Tanrıça marjinalleşmeye ve şeytan gibi gösterilmeye başlandı. Yaradılış söylenceleri bu aşamada tanrıçayı şeytan şeklinde betimler ve sonunda genellikle tanrıçanın cesedinden dünyayı yeniden biçimlendiren tanrı tarafından öldürülür. Genç tanrı Marduk’un gerçek Ana Tanrıça Tiamat’ı katledişi Babil hikayelerinde açıkça anlatılmıştır. Erken dönemlerde Tiamat, evrenin kendisi olarak kabul edilirdi. Oysa Babil’de, erkekler tarafından tehdit unsuru olarak görülen vahşi bir dişi tasvirinde, büyük bir ejderha şeklinde karşımıza çıkıyor. Marduk tanrıçayı parçalara ayırıyor ve sonra tanrıçanın hem cennetteki, hem de yeryüzündeki şeklini değiştiriyor. Kadınlar, erkeklerin soylu arzuları doğrultusunda yeniden şekilleniyor.

 
Toplam blog
: 22
: 1798
Kayıt tarihi
: 01.10.06
 
 

1968 yılında Ankara’da doğdum. Klasik Arkeoloji okudum ve Sosyal Antropoloji masteri yaptım. Çevirme..