Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Eylül '07

 
Kategori
Kültürler
 

Cinselliğin mitolojisi (devam)

Cinselliğin mitolojisi (devam)
 

Bunu sevdiğinizi düşünüyorum. Gerçi bu tıklanma hikayelerinden pek anlamıyorum ama "okundu mu, tıklandı mı?", ya da "verimli okuma mı, göz atma mı?" pek anlamıyorum. Yine de en azından merak ettiğinizi düşünüyorum. Bu bölümle bitirsem mi acaba? Pek fazla yorum yazılmadığı için görüşlerinizi de çok bilmiyorum, ancak gördüğüm kadarıyla zaten yorum yazmak, bir konu üzerine tartışmak çok "gelenekselleşmiş" bir durum değil burada. Ama yine de "olsun, bana ne, ben anlatmayı sürdüreceğim, " diye bir takıntım oldu bu konuda her nedense...

*****

En sonunda, yaklaşık İÖ 2500’ den sonraya tarihlenen ataerkil döneme ulaşırız. Tanrı artık evreni kendi başına yaratır. Bunu, ya Mısırlı Atun örneğinde olduğu gibi, kendi kendisiyle birleşerek, ya da Tekvin’den aktarıldığı üzere, Yehova ile olduğu gibi sözcüklerin gücüyle başarır. Brahman Prajapati gibi bazı tanrılar, vajina yerine geçen ağızlarından doğum yaparlar. Zeus, Atena’yı başından, Dionysos ise baldırından çıkarmıştır. Erken dönem İbranîlerinin de, tanrıça tapınımını yok etmek gibi acımasız bir niyetleri vardı. Sonradan Hıristiyanlık tarafından da benimsenen ve günümüze kadar etkileri devam eden bir görevdi bu.

Tüm bunların ötesinde çok eskiden, Tanrıça, cinselliği de içine alan doğal yaşamın kutsallığını simgelerdi. Ruh ne zaman ki tek başına kutsal sayıldı, temsil ettiği her şey de zorunlu olarak değerini yitirdi. Kadın böylece doğayla, iblisle ve bedensel günahlarla işbirliği yapmaya başladı.

Cinsellik, zamanla bir erkeğin kötü yola sapmasına ve günahkâr olmasına sebep olmasın diye sürekli kontrol altında tutulması gereken, korkulan, zararlı bir şey gibi görülmeye başlandı. Havva Tanrı’nın sözünü dinlemediği için kadınlar, bundan böyle onun günahını çekeceklerdi. Kısacası, bugünden sonra, batının cinselliğe bakış açısını da gösteren bu görüşe göre, kadın artık düşmandı. Konusu, ruhen aykırı görünen bedensel istekler olan söylencelerin temeli bu dönemde atılmıştır ve toplu şizofreni şeklinde günümüze kadar ulaşmıştır.

Buna rağmen, tüm simgeledikleri ile birlikte Tanrıça söylencesi sürüp gitti. Yok edilmesi imkânsızdı artık. Yeraltına sürüldü ama hayatta kalmaya devam etti. Hıristiyanlığın erken dönemlerinde Gnostik (bilinirci) betimlemede, bilgeliğin simgesi Sophia olarak yeniden ortaya çıktı. Cinsel betimlemenin tanrısallıkla bir arada tanımlandığı gizemli şiir sanatında; Fransız ozanların şarkılarında zarif aşkların nesnesi olarak; orta çağda, simyanın dönüşüm yönteminde esas dişi öğe kabul edilen <ı>genç kız gizemselliği ‘nde (soror mystica) yaşamaya devam etti.

Çağlar boyunca dişi ve erkek değerlerin öneminin ve gerekliliğinin ayırdına varan bu muhaliflere tahmin ettiğimizden çok daha fazla borçluyuz. Bunların bir çoğu, cahil ve dar görüşlü ataerkil düzenin zavallı kurbanları olarak yaşamlarını yitirdi. Erkek üstünlüğü ile ilgili söylencelerin en güzeli Tekvin’de dünyanın yaradılışının anlatıldığı bölümdür. Bu söylence uzun yıllar boyunca, üreme hakkındaki inanç sistemlerini renklendirmiştir. Meni, üreme için gerekli olan temel madde olarak kabul edilmiş, kadın denen yaratık ise yalnızca bir tür kuluçka makinesi gibi görülmüştür. Yunanlılar babanın, minyatür bir insanı ana karnına ektiğini düşünürlerdi. Burada, insan yavrusu “kadınsal madde”yi özümser ve kendi başına yaşamını sürdürecek aşamaya gelinceye kadar büyürdü. Yunan filozofu Aristoteles (İÖ. 384-322)’e göre meni, asıl ruhanî maddedir. Ana karnına ekilen olası insan, burada canlı bir çocuk üretmek üzere kadının âdet kanıyla harmanlanır. <ı>“Kadın daima malzemeyi temin eder, erkekse onu şekillendirir, çünkü her birinin sahip olduğu güç budur ve onlar için kadın ve erkek olmanın anlamıdır... Beden kadından, ruh ise erkekten sağlanır.”

Erkekler, üremedeki rollerinin anlaşılmasıyla beraber, doğal olarak kadınların sahip oldukları hakların aynısını istediler. Erken dönemlerde anaerkil toplumlarda anneler tanrılaştırıldı ve onlara tapıldı.

Bu toplumlar yavaş yavaş gelişip değiştikçe, erkekler tanrısallıktan hak ettikleri payı alamamaktan şikayet etmeye başladılar. Bununla birlikte, çok sayıda erkek çocuk sahibi olmak erkekler için artık önemliydi. Zamanı gelince kendisine saygı duyacak gelecek nesiller yetişmeliydi. Çinliler, bu soyun devamı konusunu çok önemsemişlerdi. Onlara göre, bir erkeğin oğlu olmazsa ölümsüzlük şansını da beraberinde yitirmiş oluyordu.

Babalığın sorgulanmadığı hanedanlıklarda ataerkil düzen kurma arzusu tabii ki kaçınılmazdı. Bu toplumlarda özellikle kadın cinselliği kontrol altına alınmalıydı.

Tarih boyunca çeşitli kültürlere şöyle bir bakarsak; erkeklerin yaratıcı enerjilerinin büyük bir kısmını, kadın cinselliğini kontrol etmek için harcadıkları çok açıktır. Manevi değerlerle cinselliğin birbirlerinden ayrı tutulması, kadınlar gibi erkeklere de tahminlerin çok ötesinde zarar vermiştir. Ataerkillik insanî niteliklerimiz açısından yürümemiştir. Biz, ne kolaylıkla erkeğin olumlu yönlerini görmezden gelebilir, ne de sadece anaerkil bir düzene dönebiliriz. Bizim işimiz, bu nedenle söylencebilimsel yönden araştırma yöntemlerini izlemek olmalıdır. Tanrı ve tanrıçalar karşılıklı olarak birbirlerine saygı ve uyum göstererek yaşayabilirler. Yaradılış söylenceleri başlangıçta olursa, evliliği konu alan söylenceler öykünün devamını sağlardı . Eflâtun’un açısından, bir bütün olan insanoğlu, temelde cinsiyetsizdir. Yaşamlarımızı beraber geçireceğimiz hayat arkadaşımızı ararken, gerçekte bizi tamamlayacak olan diğer yarımızı ararız. Mitolojinin önemli bir kısmı bu düşünceyi yansıtır ve evlilik ölümsüz doğamızla bir araya gelebilmemiz için bir metafor gibi kullanılır. En azından cinsel konularda, erkek ve kadın arasındaki uyumlu iç ilişki, Doğu kültüründe Batıya kıyasla daha fazla anlaşılmıştır. Doğulu insanın, kadının erkeğe boyun eğmediği farklı bir cinsellik anlayışı vardır. Eşlerin aynı derecede önemli olduğu bir ilişkide, karşılıklı enerji alışverişinin gerekliliğine inanılır. Bu son derece akılcı tutum, tanrı ve tanrıçaların birbirine eş tutulduğu, sonsuz orgazmik mutluluğun görkeminde birleşen büyük Hind söylenceleri ve öykülerinde de yansıtılırdı. Birbirine eş ama aynı zamanda karşıt güçler olan yin ve yan kavramlarında birleştirilen Çin’deki benzerleri ise çok daha kuramsaldır.

Bu toplumlarda kadınlar, erkekler kadar özgür olmasalar da, en azından kadınsal değerler hatırlanır ve onlara gösterilen saygının derecesi ayarlanırdı. Yerli toplumlarda, yaşamın farklı evrelerini gösteren geçiş ayinleri mitoloji ile yakından ilintilidir. Bir söylencenin canlandırılması demek olan ritüel, özellikle ergenlik döneminde önemli bir rol oynar.


*****

 
Toplam blog
: 22
: 1798
Kayıt tarihi
: 01.10.06
 
 

1968 yılında Ankara’da doğdum. Klasik Arkeoloji okudum ve Sosyal Antropoloji masteri yaptım. Çevirme..