Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Mayıs '08

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Çırak

İlk bakışta patronunun istediği gibi görünüyordu her şey.

Camları silmişti, dükkanı kabaca temizleyip - havalandırmıştı, toptancı halinden gelen malları teslim almıştı, salatalıkları sulamıştı, kavunların ve karpuzların tozunu almış; limonları kasasından çıkarıp tek tek sandığın üzerine dizmişti...

...

Dükkanın yola bakan kapısından dışarı çıkıp, içerinin nasıl göründüğüne bir de buradan baktı.

Yeşil otların (maydanoz, tere, semiz otu, nane...) sararmış ve ölmüş yapraklarını koparıp hafifçe çırptı.

İşini bitirdiğini düşünerek lavaboya koştu. Haftalığından ayırabildiği parayla aldığı yepyeni pantolonuyla gömleği üzerindeydi.

Baktı kendine.

İnce ve yeterince uzundu.

Çerkez anneannesinden devraldığı mavi gözleriydi aynaya bakan.

...

Sabah saatlerinde berbat kokardı manav dükkanı. Ölü sebzelerin ceset kokusu. O en çok akşam üzerilerini severdi. Çarşı kalabalıklaşır, patronu kapının önünde arkadaşlarıyla tavla oynar, kadınlar, erkekler, kapıcılar ve genellikle evlerin en küçük çocukları meyve sebze almaya gelirlerdi.

Öğleden sonra serinlikte dükkanın önünü sulardı. Kovadan dökülen su, kapının önündeki tozları önüne kattığı gibi arığa götürürdü. Yarım gün içinde bütün bu kirliliğin nasıl oluşabildiğine ilk zamanlardaki kadar şaşırmıyordu artık.

Güneş batana yakın manavın sarı ışıkları yanmalıydı ama.

En güzeli oydu. Kayısılar, kirazlar, şeftaliler, armutlar, vişneler, üzümler sarı ışığın altında parlamalıydılar.

...

Her sabah öksürerek gelirdi patronu. Gözlerinin altında kocaman şişlikler, parmaklarının arasına sıkıştırdığı kehribar tespihiyle topallayarak görünürdü sokağın başında.

‘dün yine ocak başında fazla kaçırmışız’ derdi hep.

Her gece fazla kaçırırdı aslında.

Babası, patronu, dayısı, hatta ağabeyi... Herkes fazla kaçırıyordu. Patronunun bir ayağı protezdi, buna üzülüyor olabilirdi. Peki diğer insanların derdi neydi?

Patron fazla kaçırdığı akşamların sabahında bazen çok neşeli bazen ise çok aksi olurdu ‘Evlat bana bi soda al gel’ derdi önce. Sonra kendisine yeşilliklerle dolu bir salata yapar, özenlice yerdi.

‘Arayan soran var mı evlat?’

‘yok ağabey’

...

2) Patron koltuğuna uzanıp televizyonu açtı, çok da izlemezdi aslında. Her şeyin iyi olacağını söyleyen kentsoylularla doluydu televizyon. Çok kötü ya da çok iyi bir şey olduğunda haber spikerleri onun dikkatini televizyona çekebilecek kadar gürültü yapıyorlardı zaten.

Hükümetler, askerler, milli güvenlik kurulu, borsa, futbol, at yarışları. Hiç biri ilgisini çekmezdi.

‘Çayı taze demledim içer misin ağabey?’ dedi çocuk.

‘Ver bakalım’ dedi. Şefkatliydi sesi.

Çocuğu işe aldığına memnundu. Çalmıyordu kerata, gevrek sesli, sivilceli aklı bir karış havada çıraklardan değildi. Saygılı ve çalışkandı.

Ne çıraklar çalıştırmıştı burada. Kısa şortlu, askılı elbiseli genç kadınlar alışverişlerini bitirip de dükkandan çıktıkları anda o hergelelerin çoğu tuvalete girer dakikalarca orada kaldıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi dışarı çıkarlardı.

Sabah saatlerinde bile uğursuzluk ve ter kokarlardı. Acı ve ekşi.

Sevmiyordu onları. Hiç sevmiyordu.

...

3) Büyüklerin kapının önünde tavla oynarken ki takındıkları neşeyi severdi çırak. Koca koca adamların çocuklaştığını görüp keyiflenirdi. Kapının önüne bir iskemle atar yüzünde şirin bir tebessümle onları izlerdi. Hemen hemen düş eş’in iyi bir şey olduğunun bile farkındaydı, patronunun ‘düş eş!’ diye bağırıp sevindiği anları severdi.

‘Evlat bizi bi sulayıver’

‘Soğuğundan biraz üzüm getir, içimiz yandı’

‘Marketten sigara al, kendine de gazoz al’

Severek koşuştururdu her yere.

...

Sol elindeki poşette büyük bir Diyarbakır karpuzu, sağ elinde barbunya, kuru soğan ve siyah üzümle tarif edilen adrese doğru yola koyuldu.

Bu sokağı iyi tanıyordu.

Ama diğerlerinden çok da farklı olmadığını biliyordu.

Aşağıdan bakınca her şey aynıdır.

Kadınlar kol saatlerini ters takarlar ve saate bakmaları gerektiğinde komik olurlardı, erkekler balkonlarında yüksek sesli müzik dinleyip hayran oldukları arabalarını seyre dalar ve işkembeleri alana kadar bira içerlerdi.

Tuna apartmanının on iki kapı numaralı dairesine geldiği zaman kapıyı hafif aralık buldu, içerinden közde yanmış baharatla beraber et kokuları ve televizyonun gürültüsü yükseliyordu. Zile bastı. Kendini bir .ok sanan şişman bir adam açık kapıyı iyice araladı.

Torbaları aldı ve ‘bekle biraz’ dedi. ‘Karpuzlar bu ara kabak çıkıyor, olmazsa geri götürürsün’

Efendice onayladı.

İki dakika sonra kendini bir .ok sanan şişman adam ‘tamam sorun yok’ dedi.

Sorun olamazdı zaten, vurulunca davul gibi ses çıkaran karpuzların birisini seçip getirmişti adama.

...

On beş gündür bu manavda çalışıyordu ve artık hayatının hiçbir evresinde hiçbir satıcı ona bayat ya da bozuk bir zerzevat satamayacaktı. Biliyordu bunu.

Hormon, karpit, gıda boyası, yağ... Her şeyi anlamıştı.

Masal kitabındaki ‘KİBRİTÇİ KIZ’ bu yüzden ölmüştü işte. İnsanların popolarını sağlama almaktan başka düşündükleri bir tek şey vardı; başkalarının sağlama alınmış popolarını kaydırmak. Aşağıdan bakınca sık sık yer değiştiren .ötlerden başka bir şey yoktu bu hayatta.

...

Kasayı kilitledikten sonra topallayarak ayrıldı patron. Pansumanını ihmal etmişti yine, yapması gerekenleri söyleme gereği duymadı çırağına. Bir an önce bir meyhaneye gidip protez bir bacağı olduğunu unutmak istiyordu galiba. Bazen kesilen bacağının nerede olduğunu düşünürdü. Tıbbi atıklar nerede öğütülürdü acaba? Bir yıl olmuş muydu?

Hala bir şeyler satılabilirdi dükkanda. Çocuk tahta tabureyi dükkanın önüne koyup ‘Kibritçi kız’ masalını yeniden okumaya başladı.

En son sayfayı açtı.

Karlı bir yılbaşı gecesi sokaklarda kibrit satmaya çalışan küçük kızın soğuktan donarak öldüğü sayfaydı bu. Kocaman rengarenk bir resim vardı sayfanın ortasında.

Kibritçi kız altın sarısı saçlarıyla karlar içerisinde uzanmış yatıyor ve hiç kimsenin ilgilenmediği kibritlerini can havliyle yakıp küçük ellerini ısıtmaya çalışıyordu.

Çırak her seferinde bir sayfa daha arardı masalın sonunda.

‘Hayır! Aslında kibritçi kız ölmemiştir’ diye başlayan bir sayfa. Ama ölüyor ve cennetteki annesine kavuşuyordu.

Kapattı dükkanı.

Her gün bu saatlerde ölüyordu işte kibritçi kız.

Şimdilik yapacak bir şey yoktu.

Elinde dükkanın anahtarlarıyla kentin kuzeyindeki evine doğru yürümeye başladı. Kız kardeşi o gelene kadar uyumaz her akşam ağabeyinin kendisi için ne hediye getireceğini beklerdi. ‘Her gün şekerleme yemesi dişleri için zararlı olabilir’ diye düşündü. Boncukçunun birinden kelebek şeklinde bir saç tokası aldı ona.

Çok ucuzdu tokalar. Üç çifti beş yüz bin lira... Çin malı...

Okan Ünver

 
Toplam blog
: 104
: 489
Kayıt tarihi
: 06.03.08
 
 

1978 doğumlu Antalyalı bir müzisyenim, devamını ben de bilmiyorum..