Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Ocak '14

 
Kategori
Eğitim
 

Çocuğun öğretmeni olabilme sorunu

Sizinle bir soru paylaşmak istiyorum izninizle.
Yok, yok seni, beni, bizi yoracak türden değil bu soru. Küçücük bir şey...
Basit ama anlamlı. Kısa ama derin. Felsefi değil ama düşündürücü. Çocuk gibi yani, çocuğun kendisi gibi. Berrak, duru, tertemiz, akıcı…
Sorumun kaynağı öğrencilerim.
Daha doğrusu onların “öğretmen”, “öğretmenim” başlıklı şiirlerinde sık sık yazdıkları, “Öğretmenim canımsın, hem annemsin hem babamsın.” dizeleri…
Tamam, hazırlanalım öyleyse patlatalım çanağı, çömleği.
“Öğretmenler öğrencilerini kendi öz çocukları gibi görmeli midir, görmemeli midir?”
Öncelikle öğrenci mi, çocuk mu?
Elbette çocuk çünkü ilgileri, ihtiyaçları, beklentileri bambaşkadır onların. Kinleri yoktur örneğin. Yürekleri tertemiz, gönülleri pırıl pırıldır. Kavgaları anlıktır, dövüşleri anlık… Bellekleri doluma hazır, gözleri çakmak çakmak, elleri pamuk gibi yumuşak…
Özellikle ilkokullarda işte bütün bu özelliklere sahip çocukları öğretmenler bir bütün olarak ele alıp geliştirmek durumundadırlar.
Onlara okuma, yazma, dört işlem becerisi kazandırma gibi ihtiyaçlarını öğretme yanında; toplum karşısında konuşma, kendini ifade etme, sorumluluk alma, söz alma, arkadaşlarıyla iyi ilişkiler içinde olma, zamanı verimli kullanma, toplum önünde / birey karşısında rahat konuşma, dürüst ve hoşgörülü olma, temizlik, dengeli ve düzenli beslenme gibi eğitsel alışkanlıkları da edindirmekle görevlidir.
Ayrıca araştırma, inceleme, deneme, yorumlama, analiz etme, sonuç alma gibi zihinsel faaliyetleri de kazandırmak zorundadır.
Çocuğun sevgi, hoşgörü, iyilik, başaranı alkışlama, doğruluk, emanete sahip çıkma gibi değerleri ise yaşam biçimi haline getirmesine katkı yapması gerekir.
Çocuğun öğretimsel gelişimi yanında eğitsel, sosyal, duygusal yaşamı yani.
Özellikle sosyal yaşam deyince öğrencilik de çocukların sosyal rollerinden biri değil mi?
Şimdi biraz çocuğun okula başladığı zaman dilimine yolculuk yapalım.
Hani onun okula adım attığı ilk günlere.
Mavi önlükle tanıştığı ilk anlara.
Heyecan, korku, merak, endişe içinde soluk almaya çalışan körpe dimağların öğretmenim diyerek kitap, kalem, sıra, masayla tanışıklığına göz atalım.
Kucağında büyüdüğü anne babanın sıcak elinden sonra çocuğun eli bir yabancı ele dokunmuştur artık. Dokunan o yabancı elin sahibi uzun yıllarını birlikte paylaşılacağı öğretmendir. Anne babadan sonra çocuğa güven veren ilk kişi…
Bütün masumiyeti ile kendini öğretmene teslim eder çocuk.
Çok yönlü bir uğraşı başlamış olur böylece.
Bazen koşa koşa gelir okula çocuk, bazen sıkı bir karın ağrısı başlar ki sormayın. Arada sırada kıskançlık krizlerine kaptırır kendini, zaman zaman şikâyet eder arkadaşını, öğretmenini. Kiminde pireyi deve yapacak kadar abartır olanları, bazen farkına bile varmaz eksikliğin, aksaklığın.
Her ne olursa olsun iyi bir gözlemcidir onlar.
Yıllar önce sınıf öğretmenliği yaptığım dönemlerde bir öğrencim hastalandığı için okula gelememişti birkaç gün. İyileşip okula geldiğinde, “Çocuklar arkadaşınız iyileşti, ne güzel. Geçmiş olsun.” dediğimde sınıfın en aymazı yerinden fırlamış, masama koşar adım yaklaşıp “Geçen gün de ben hastalanmıştım.” deyince beynime kan damlamıştı.
Anladım ki her çocuk tek, her çocuk özel ve her çocuk farklı.
Her çocuğun tek, özel ve farklı olduğunun bilincinde olan öğretmenler usanmadan, yılmadan, bıkmadan bir de, “Çocuk deyip geçmeden.” saatler, günler, aylar, yıllar boyu çırpınır durur.
Bazen telaşlanır bu uzun yolculukta, bazen ürker, bazen umutsuzlaşır. Acabalar uçuşur bazen kafasında.
Çünkü muhatabı sadece çocuk değildir. Anne babalar, akraba hısımlar, gereksiz istek ve müdahaleler sıkar, boğar bazen öğretmeni. Kontrolsüz söylemler, acımasız kıyaslamalar, vicdansız değerlendirmeler…
Bütün bu uğraşı içinde öğretmen sınıfıyla, öğrencileri olan çocuklarla bütünleşir. Güler çocuklarıyla derste, bahçede oynar, şakalaşır, sevinç dolar. Okulda harcadığı enerji, okulda sarf ettiği efor, okulda tükettiği azim aslında onu öz çocuğundan da uzaklaştırır zaman zaman. Hani başkalarının öğretmeni olan falanca kişi kendi çocuğunun öğretmeni olamadı gitti deriz ya...
Sonra ufacık tefecik, sözcükleri bile telaffuz edemeyen çocuk öğretmenin elinde bir süre sonra serpilip atılmaya başlar. Okuryazar hale gelir. Şiirler ezberler gümbür gümbür. Problemleri kalem bile kullanmadan çözmeye başlar. Zihni açılmış, belleği gelişmiş, yüreği ayağa kalkmıştır. Derdini anlatmayı bırakın başkalarının derdiyle dertlenir olmuştur. İnsan sevgisi dolmaya başlamıştır. Yurt sevgisi, bayrak aşkı sarmıştır bedenini.
Öğretmen coşku doludur artık. Öğretmen mesuttur. Öğretmen diridir, guruludur, onurlu.
Çünkü öğretmen çocuğun, dünyasını bilebilmiş, kusurunu silebilmiş, bazen ondan özür dileyebilmiştir.
Çünkü öğretmen sabırlı olup dinlemeyi, özü sözü birlemeyi, şimşek olup gürlemeyi becermiştir.
Çünkü öğretmen çocuk olup yoğrulmayı, emzik olup soğrulmayı, yerinden doğrulmayı davranış haline getirmiştir.
Ve öğretmen çocuğun sevgi örmeden büyümeyeceğini, yavrucuğum demeden gelişmeyeceğini, temiz kalbini görmeden atılım sağlayamayacağını fark etmiş, “Sırtı okşamayan çocuğun omuriliği kurur.” gerçeğini görmüştür.
O halde bütün bu tespitleri, yaşananları, kısaca süreci bir kıyıya koyalım ve sorumuza dönelim isterseniz.
“Öğretmenler öğrencilerini kendi öz çocukları gibi görmeli midir, görmemeli midir?”
Öğretmen kendi çocuğunun anne babası, öğrencisi olan çocuğunun ise sadece öğretmenidir. Öğretmeni olarak kalmalıdır.
Zira annelik babalık duygusu genel anlamda korumacılığı beraberinde getirir. Korumacılık da insanı derinden etkileyen sosyal bir vakıadır.
Söz konusu kendi çocuğu olunca öğretmende veli şapkasıyla çıkar çocuğunun öğretmeninin karşısına.
Başkalarının gelişimi için pedagojik bilgisini etkin kullanan öğretmen yine söz konusu kendi çocuğu olunca işi sözün bittiği yere kadar götürmekten çekinmeyecektir. Bu durum içsel bir davranıştır, doğal bir durumdur.
Ayrıca kişi kendi çocuğuna daha duygusal yaklaşır. Kendi çocuğuna karşı daha merhametli davranır. Çünkü o canından bir parça kanından bir damladır.
İşte öğretmenlerin öğrencilerini kendi öz çocukları gibi görmemeleri gerektiğinin ince çizgisi budur, gizemi burada saklıdır.
İster kabul edin ister kabul etmeyin ama duygusal değerlerimiz pedagojik değerlerimizi değiştirmeyecektir biliyor musunuz?
“Ben sürüyü kaybettim, siz keçinin derdindesiniz.” diyorsunuz sanki.
Olsun.
“Çocuklarım ve öğrencilerim!” diyorum ben de…
Onlar gözümden süzülen iki damla gibiler…
O damlanın biri bir yandan sevgiyi, güzelliği, barışı, öte yandan başarıyı, adam gibi adam olmayı besleyen ırmak; diğeri ise kötülüğü, kini, nefreti, riyayı önüne katan çağlayan…
O halde çocukları anne babalarına, öğrencileri öğretmenlerine ışınlayıp “Hayalini ereğinde / eziyeti gereğinde / türküleri yüreğinde / duyanlara selam olsun.” diyelim mi?

Yusuf İPEKLİ
Abdullah Tokur İlkokulu Müdürü
Altındağ / Ankara
 

 
Toplam blog
: 3
: 274
Kayıt tarihi
: 11.12.13
 
 

Üniversite mezunuyuım. Öğretmenim. Şiirler, denemeler yazıyorum. İki şiir kitabım var. "Çığlığa ç..