Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Ağustos '13

 
Kategori
Deneme
 

Çocuk ayaklarımın bahçesi

Çocuk ayaklarımın bahçesi
 

Çocuk bahçeme siner


Hep uzak bir zamandır, insan belleğinin oyunlar oynadığı çocukluk anıları.  Bir o kadar da güzeldir, yüreği okşayan. Canı yanar mı insanın yüreği okşanırken o yumuşak dokunuşlarla? Gülümsemenin aydınlattığı yüzde sıralanmış damlalar ve acıyan yüreğin çelişkisi neyi anlatır? Anılar bir fotoğraf olur çıkar karşılarına ya da fotoğraflar anılara karışır kalabalık odalarında evlerin… Eski bir komodinde, divan altlarında saklanan bir tahta bavulda. Divanlarda eskiyip anılara karışır değil mi? Kaç kişinin evinde saklıdır tahta bavul? Artık ahşap diyoruz. Ah bu tahtalar, derdi annem arap sabunu ve telle ovarken yer döşemelerini. Tahta bavulların bir köşelerinde kutular, yine tahtadan. İçlerinde fotoğraflar, mektuplar, posta kartları.

Artık kimse kimseye kart göndermiyor bayramlarda. Eskiden atmış yedi şehrimizin fotoğraflarını biriktirdiğim bir fotoğraflarını biriktirdiğim bir koleksiyonum vardı. Ben ne kadar korumaya çalıştıysam çocuklar bir o kadar ısrarcı oldular koleksiyonlarıma bakmak için. Her bakışlarında bir iki fotoğraf eksildi albümlerinden.  Albümler de o zamanlarındı, saklamıştım. O günlerden bu günlere il sayıları da değişti. Kalabalıklaştılar, bölündüler, daha pek çoğu sırada bekliyor bölünmek için ya da bir sürü kasaba ayrılmak için sıraya girmiş rüştünü ispat edercesine şehir olmak için...


Para koleksiyonum vardı. Kağıt paralar, bozuk paralar... Bozuk paraları daha çok severdim, garip şey! Sesi seviyordum. Bozuk paraların çıkardığı sesi. Öyle paragöz bir çocuk da değildim oysa. Neden metal para denmeyip bozuk para dendiğini bilmiyorum. Hiç aklıma gelip de araştırmadım. Meraklı tabiatıma çok aykırı bir durum bu hayret! Hatırlamıyor da olabilirim karıştırmışımdır mutlaka birkaç ansiklopedi. Ne zaman almıştık ilk ansiklopediyi? Sayıları gitgide artan ciltler dolusu ansiklopediler. Kızım Jurassic Park filmini izlediği zaman dinozorları araştırmak için ne kadar ansiklopedi varsa okumuştu hiç üşenmeden. Sayfalarca demişti bazen bana parmak ısırtan genel kültür bilgisini sınadığımda. Tabii okuduğu sadece dinozorlar değildi. Hâlâ ne zaman kitap okumaktan söz etsek okumayı öğrendiği zaman aldığım ilk kitap setini sınıf kütüphanelerine bağışladığım için sitem eder. Sahip olduğum ilk kitap setiydi o, sınıf için başka almalıydık diyerek.


Çok güzel bir kütüphanesi vardı büyük teyzemizin. Büyük teyzemiz babamın teyzesiydi. Bez ciltli üzerleri renkli kapakları olan romanlar. Neredeyse bütün romanları okuyacak kadar büyüdüğümde derin bir oh çekmiştim. Kitapların türlerine göre sınıflandırıldığını ve kütüphaneye o şekilde yerleştirildiğini bilmiyordum uzun zaman. Niye sormadım onu da bilmiyorum. Belki öyle düşünmek daha eğlenceli gelmişti bana. Gözlerimi raflara dikip baktığımda boy sırası olmuşlar derdim. Sonra, yıllar sonra özel alanıma müdahale edildiği için kızsam da ilk gördüğümde kahkahalarla güldüğüm bir şey oldu. Annemin kardeşi olan teyzem neden bu kadar düzensiz diyerek boy sırası yaptı kitaplarımı. Türlerine göre ayırdığım, özenle yerleştirdiğim kitaplarım cilalanmış kütüphanede olanca gülümsemeleriyle boy sırası olmuş bir halde bana bakıyorlardı, bir okul dönüşü eve geldiğimde. Her ne kadar kendi düzenim altüst olmuşsa da görünüşündeki estetik alkışı hak ediyordu aslında!


Ne zaman geriye baksam, ilk anımsadığım yer, evimizdi; kocaman bahçesinde kardeşimle koşmaca oynadığım. Sonra annemin itiraz eden sesini duydum bir gün;
-O evin bahçesi kocaman değildi. Birbiriyle iç içe geçmiş gibi yapılmış o tek katlı evlerdi onlar ve küçücük bahçeleri vardı.
-İyi ama neden ben kocaman bir bahçe hatırlıyorum.
-Çünkü sen çok küçüktün. Bacakların çok küçüktü, ayakların…
Sanki tuhaf bir şeymiş gibi söyledikleri, garip bir şaşkınlıkla onun yüzüne baktığımı hatırlıyorum. Galiba beynim annemin söylediklerine itiraz ediyordu. Bir parça da kızgın olmalıyım çocukluğumun ilk hayal kalesini yerle bir edişine. Kars’a ilişkin tek hatırladığım şeydi çünkü o. Kardeşimin “Koşma bacım, yetişemiyorum,” seslenişi. Kardeşim artık yok. Uzun zamandır yok, çok uzun zaman. Acıyor mudur acaba yaraları diye düşünüyorum bazen aklıma geldiğinde.


Bazen çok silik, bazen çok iyi çekilmiş bir fotoğraf gibi karşımda o ev. Aslında hâlâ gülümsüyorum anımsadıkça. Hâlâ “o kocaman bir bahçeydi,” diyorum. Bu kez sızısı yok yüreğimin bahçeyi hatırlamaktan kaynaklanan. Annemin itiraz eden sesi de yok artık anılarım arasında yerini aldığından beri. Sesli olur mu anılar? Duyar mı insan özlediği zaman bir şefkat seslenişini? Bazen duymak istiyorum; bazen duyduğumu sanıyorum. Bazen duyuyorum hani kulaklarım çınladı denir ya. Dışarıdan mı geliyor içerden mi anlayamadığım beynimde çınlayan sesler.


Sesler kucaklanır mı? Elimdeki fotoğraflara bakıyorum. Silik görüntülerinde kucaklıyorum seslerini fotoğrafları göğsüne yaslayarak. Babamın dairesinin hemen yanında bir küçük bahçe. Küçük bahçede bir küçük ev. Simsiyah dalgalı saçları iki örgü iki yanında yüzünün beyaz tenli renkli gözlü, güler yüzlü bir güzel kız. Biraz bakımsız. Giysilerinden belli. Arada bir burnu aktığında koluyla siliyor anneme göstermeden. Kucağında çok güzel bir küçük çocuk. Annem yere bırak alma kucağına, dedikçe o kucağına alıyor, komşu kızıymış.


Özellikle hastalığının gitgide ağırlaştığı dönemlerde bitip tükenmeyen konuşmalarımızdı anlattıkları. Birbirine karıştırsa da olayları severdim onu dinlemeyi. Ne kadar çok şeyi vardı anlatacak, ne kadar çok. En çok da babamı anlatırken güzelleşirdi yüzü. Sanki bütün çizgileri giderdi yüzünden yılların biriktirdiği, bir başka bakardı ‘zaman yeşili’ gözleriyle. Göğsüne yaslandığımda hissederdim yüreğini. Göğsüme yaslardım o iyiden iyiye küçülmüş hasta bedeni; hele sevgiyi anlatması yok mu?


Galiba onda öğrendim ben sevmeyi, paylaşımcı sevgiyi. Beklentisiz hep kendinden veren yüreği. Avuç içlerini öptüğüm elleri gibi hep açıktı yüreği. Hep sevgiydi, hep şefkat. Henüz gencecik bir kızken uzun boylu, yakışıklı bir yağız gencin peşine takılıp gittiği hayatı anlatışında sevdi. O, Karadeniz’den başlayıp Akdeniz’in bir köşesine kadar değişik duraksamalarla süren bir hayatı anlattı bana yüreğindeki titremelerle. O, bütün yokluklarıyla Anadolu’yu sevdi, ben ondaki Anadolu’yu sevdim.
Bir silik fotoğraf elimde, yitirdiğim yıllar gibi; iki göz bir küçük ev, küçük evin önünde bir küçük bahçe. Konakladığı bütün bahçeleri kucaklayan bir yürek. Ben o yürekte sevdim çocukluğumun bahçelerini...
Sevim Karaman/2013

 
Toplam blog
: 171
: 147
Kayıt tarihi
: 23.07.12
 
 

Emekli eğitimciyim. Yirmi iki yıl ilköğretim okulu öğretmenliği, on altı yıl müdür yardımcılığı v..