Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Kasım '10

 
Kategori
Öğretmenler Günü
 

Çocuk şefkati...

Çocuk şefkati...
 

En çok da bir çocuğun karşılıksız sevgisinden korkacaksın. Öyle “temiz” sever ki şaşırırsın karşısında… o, “her şeyi affederim” bakışı vardır mesela, sen ne yaparsan yap –ister kız, ister kov onu yanından- sadece başını bir kere okşamana bakar iş. Sonrasında çekilebilirsin sahneden tekrar ve iskemlende hareketsiz de kalsan, o seni sevmeye devam eder aynı bakış açısıyla. İşte o yüzden, en çok da bir çocuğun karşılıksız sevmesinden korkacaksın… Öyle büyük bir yükümlülüktür ki bu…

Bir çocuk en önce ailesini karşılıksız sever. Ardından ise –eğer benimseyebilmişse- ilk öğretmenini aynı “şefkatle” sever. Şefkat, bir çocuğun taparcasına sevmesine en uygun kelimedir aslında ve hatta, bir çocuk lügatında, “şefkat” başlı başına bir cümledir!

1985’te doğdum, 1992’de başladım ilkokula…

Bir kadın vardı, saçları benim oyuncak bebekleriminkine benzemiyordu hiç. Öyle yumuşak görünüyordu ki, eğer kızmayacağını bilsem bir dokunmak bile geçerdi içimden. Sonradan öğrendim ki kızmazmış da zaten. Bebeklerimin saçını sever gibi sevebilseydim keşke; 7 yaşında, bebeğimmiş gibi davranmak nedir? Şefkat değil midir? Bir kokusu vardı o kadının… Bir insanın kendi kokusu, parfüm kokusunu bastırır mı? İşte, öyle bir güzellik tahayyül et ki teninin kokusu ömrüne geçmiş… Bir ses tonu vardı mesela; “tatlı- sert” dediklerinde ilk aklıma gelen işte o kadının ses tonudur. Ne hissettiğini öyle bir anlatır ki, susmasın istersin!

Öyle güzel bir edayla otururken öğretmen masasında, geçip kucağına otursam ne derdi ki mesela? O zamanlar haberim yok tabi ki, her öğrenciye eşit muameleden filan, kim yanına yaklaşsa kovasım geliyor. Kim elinden tutmaya çalışsa hemen öbür elinden çekip, kurtarasım geliyor onu çocuk karmaşasından… Sonrasında O’nu, otuz küsür kişilik bir sınıf mevcuduyla paylaşmak durumunda kalışım tamamen zorunluluktan. “Hiç aklımdan gitmeyen…” diye başladığım tüm ilkokul anılarımın genellikle, öğretmenimin içinde bulunduğu zaman dilimleri olduğunu büyük bir şaşkınlıkla fark ettim. Yıllar sonra karşılaştığım birçok ilkokul arkadaşım, bana ve sınıfa dair anılarını anlatırken, kocaman bir çoğunluğunun belleğimde yer tutmadığına şahit oluşum garip gelmişti. Kendi bellek şahitliğim ne kadar legaldir bilmiyorum ama hafızamı yokladığımda, kendimi yanıltmadığım aşikar.

Bazı çocuklar, sevdiklerini Tanrısallaştırırlar. Onlar ne derse doğrudur, ne yaparlarsa yalan yoktur; kötü hiçbir şey yoktur o, gözlerinin önünde duran kahramanda. Evet, çocukların Tanrıları, kahramanlarıdır aynı zamanda. Benimkisi de öyleydi… Hem de geleceğimi kurtaran bir kahraman! Bir kahraman için bundan daha büyük bir misyon var mıdır doğada? Ya da hangi kahraman bu kadar büyük bir görevden başarıyla çıkar, hem de defalarca?

Bir şiir okurdu bize… Kaç kere okudu bilmiyorum ama aynı kare beynimde dönüp durmakta… “Öğretmen” şiirini okurdu ve şiirin bir yerine gelince, dayanamaz, gözyaşlarını dökerdi mavi kareli masa örtüsünün üzerine. İşte o zamanlarda, yanına gidip, “istediğin kadar ağlayabilirsin, nasıl olsa her şey geçecek ve geçene kadar da ben yanında olacağım” demek isterdim hep. Boynuna o küçücük ellerimi dolayıp, dakikalarca kıpırdamadan nefes alış verişini dinlemek isterdim. Ben bunları isterken 7, 8 ya da en fazla 9 yaşlarında bir çocuktum; işte o yüzden diyorum: bir çocuk karşılıksız severse, şefkatle sever…

Diplomalarımızı alacağımız zaman, sınıfta en çok ben ağlamıştım zannımca. Bir organımdan vazgeçiyor gibi, zalim bir seçime zorlanıyordum sanki ve orada kalmam imkânsızdı. O’nu da alıp götürmek istedim aslında ama bunun için koyulmuş kurallar vardı. Zaten hep o kurallar yüzünden en sevdiğimiz şeyleri yemekten, görmekten vazgeçmez miyiz?

Çocuk aklımla, her ay öğretmenimi arama konusunda söz vermiştim kendime ama yokluğuna alışmak, yaz tatiliyle desteklendiğinden olsa gerek daha kolay olmuştu. Hızlı bir şekilde uzaklaşmıştım o yaz, çocukluğumdan; büyümüştüm üç ayda… Ortaokula başlıyordum artık. İlk zamanlar güzeldi ama O’nun özlemine dayanamadığım bir ortaokul ikinci sınıf zaman diliminde telefon açmaya karar verdim. Şarkı söyler gibi bir ses tonuyla açtı telefonu; işte benim kahramanım! Beni hemen tanımıştı…

Zaman ne kadar da üzerine eklemiş o yılların. Tam 13 senemi daha çalmış benden… Ama hala gözümü kapatınca, öyle berrak bir görüntüyle karşılıyor ki beni… Hep gülüyor; uzun yıllar hep gülsün ve ben hep ona şahit olayım inşallah…

İsmi Nuray Taşyürek’ti. Ben, büyüdükçe Nuray Sevim Taşyürek oldu. O’nunla ilgili bir ayrıntıyı kaçırdığım için benden önce bunu bilenleri bile kıskandım sanırım… Benim, ne kadar paylaşımcı bir çocuk olduğumu tanıyanlar bilir aslında. Ve hala da öyleyimdir ama O’nun isminin bile geçtiği cümleyi dahi kıskanışım, tamamen şefkatten!!!

 
Toplam blog
: 57
: 877
Kayıt tarihi
: 24.10.10
 
 

1985 doğumluyum ve geçmişte yaptığım işlerle ilgili her bilgiyi önceki adımlarda sizlerle paylaşt..