Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Ocak '12

 
Kategori
Öykü
 

Çocuk

Küçücük bir çocuktu daha O. Simsiyah, ışıl ışıl parıldayan bir çift göz özlemle sahibini arıyordu. Aradan üç yıl geçmişti, babasından ayrı kalalı. Ellerinden tutmayalı, birlikte uçurtma uçurtmayalı, çocuk parkına gitmeyeli... Tamı tamına üç yıldı. Dile kolay ama zor olan üç yıl... Zaten yaşı neydi ki altıyı biraz geçiyordu. Babasını hayal meyal hatırlıyordu. Babası onu kucağına almış eline çikolata tutuşturmuştu. Boşta kalan eliyle çeşitli muziplikler yapıyor, babasının kızıla çalan bıyıklarıyla sürekli oynuyordu. Bu oyundan acayip bir tat alıyor, ardından kahkahayı basıyordu. Yorulunca vazgeçiyor, birazcık kendine gelir gelmez, bu kez kulaklarına kanatırcasına asılıyordu.

Çocuktu anlamazdı acının ne demek olduğunu. O acıyı yalnız kendisi biliyor sanıyordu. Onu da gürül gürül yanan bir sobadan öğretmişlerdi ona. Her şeye aklı eremezdi. Yine de istediğini yapmakta serbestti. Öylesi bir hakkı kendinde görüyordu nedense...

Sonra bir gece yarısı, birileri kapılarını çaldı acımasızca... Ellerinde silahları vardı. Birazdan kendisine vereceklerini sandı çocuk. Ama yanıldı. Eli silahlı adamlar babasını zorla götürüyorlardı. Annesine baktı; ağlıyordu yalnızca, bir köşede, hıçkırıktan omuzları sarsılıyordu. Koşup birden sarıldı babasına, yanaklarından defalarca öptü. Kızıla çalar bıyıklarıyla oynadı, son kez oynadığını bilmeden... Babası onu kucağına aldı, bağrına bastı, koklayarak. Acı gözlerle baktı oğluna. Oğul anlamadı, anlayamazdı, babanın gözlerindeki kederli ifadeyi. Yaşananları bir oyun sanıyordu, babasının biraz sonra tekrardan eve geri döneceğini varsayarak. Bilse babasının boyuna asılır, bırakmazdı, gitmesine izin vermezdi asla, zorla alınıp götürülmesine karşı koyardı mutlak.
Evlerine davetsiz gelenler kimdi, babasını neden ve nereye götürüyorlardı, hiçbir fikri yoktu.

Aradan bir kaç gün geçti, dönmedi baba. Hafta geçti, dönmedi. Ay hatta yıl geçti, dönmedi. Anneye her sorduğunda:

''Uzağa çalışmaya gitti baban'' yanıtını aldı hep.''Yakında gelecek baban!''

Bu yakın ne kadar yakındı? Bilemiyordu. O babasını yalnızca özlüyor arıyor, hep yanında olsun istiyordu. Minnacık elleri nasıl da özlemle arıyordu, babasının kızıla çalan bıyıklarıyla oynamayı…...

Derken günün birinde bir kız kardeşi doğdu, babası göremedi onu. O da babasını…... Birbirlerinden habersizlerdi neredeyse. Babası görse, kız kardeşini kendisinden daha fazla sever diye korkuya kapıldı. Kendi yerine babasının kızıla çalar bıyıklarıyla oynamasını kıskandı birden. Paylaşmak istemiyordu babasını bir başkasıyla, bu kardeşi de olsa fark etmezdi.

Annesi hep üzgündü, gülmüyordu yüzü. Nedenini bir türlü bilemiyordu. Bir gün annesini ağlarken bulduğunda sordu:

''Neden ağlıyorsun anne?''
"Yok oğlum, ağlamıyorum, soğandan yaşardı gözüm''

Annesinin elinde soğan olmadığını fark etmeden inandı ona.

Annesi hep ağlardı; uzun mektuplar yazar ağlardı. Okur ağlardı. Bir yerlere gider gelir ağlardı. ''Baban tek tip elbise giymiyor''' diye beni onunla görüştürmediler'' der gene ağlardı. O da annesinin ağlamasına dayanamaz, sarılır birlikte ağlardı. Annesi ne anlatabilirdi ki bir parçacık çocuğa? Anlatsa anlayamazdı nasılsa. O çikolatadan, şekerden anlardı, kardeşinin neden ağladığını anlayabilirdi. O giz nedir, imge nedir; bilemezdi. O düşünde çikolatayı görebilirdi kardeşinin bağırtılarını duyabilirdi. Babasının çok uzaklardan ona seslendiğini, onu her gece düşlerinde gördüğünü, ne çok özlediğini bilemedi. Bilemezdi, büyüyünce belki...

Sonra ne olduysa birdenbire, bir kaç gün içinde oluverdi. Annesi eline tutuşturduğu bir kağıt parçasıyla koşarak eve girdi, yüzünde bir heyecan tatlı bir sevinç vardı. Gözlerinin içi gülüyordu, saklamıyordu. Ama yine de ağlıyordu. Annesinin sevinçten ağladığını anlayamazdı. Annesi avucunda buruşturduğu kâğıdı göstererek:

''Bak oğlum, baban göndermiş'' dedi.

Okuma yazma biliyormuşçasına baktı kâğıda, birden ellerini çırparak, odada koşmaya sevinç naraları atmaya başladı. Babası karşısında duruyordu sanki kızıla çalar bıyıkları, kıvırcık saçını, kanatırcasına çektiği kulaklarını görür gibiydi.

''Baban seni görmek istiyor oğlum''
Sevindi. ''Kardeşimi de istiyor mu?''
''Hiç istemez mi oğul''

Aldığı yanıt karşısında mutsuzlandı birden. Kıskandı hatta. ''Ama anne, o daha küçük bir çocuk'' diye itiraz etti. ''Onu götürmeyelim… yolda üşütebilir, hastalanabilir'' diye yalvardı yakardı. Annesi onu duymazlıktan geldi, onu kucağına aldı şefkatle öptü, saçlarını kokladı.

Telefona sarıldı, bir taksi çağırdı. Yanlarına küçük kız kardeşi de alarak yola düştüler yola... Ardından taksiden inip koca bir otobüse bindiler. Altı saat süren bir yolculuktan sonra, hiç tanımadıkları, daha önceden görmedikleri bir şehre indiler. Anne birilerine bir adres sordu. Birileri de anneye bir şeyler söyledi, elleriyle bir yerleri işaretleyerek. O gene bir şey anlamadı, kendisine danışan bir şeyler anlatan yoktu ki anlayabildindi... Kardeşiyle meşguldü hep.

Yeniden bir taksiye bindiler. Taksi ara yollardan geçerek bir süre yol aldıktan sonra, bir dağ yamacına kurulu bir binanın büyükçe demir kapısının önünde durdu. İndiler.

Orada, hapishanenin önünde büyükçe bir kalabalık vardı; etrafına bakındı, kendisi gibi onlarca çocuk gördü. Bayram yeri sandı. Hatta oradaki çocuklarla tanışmak, onlarla oynamak istedi. Annesinin yanından ayrılmak istedi. Ama vazgeçti, yapamadı. Küçük kız kardeş engeldi ona. Annesi yanlarından ayrılırken,
''Burada kardeşinle kal'' demişti. ''Ona göz kulak ol, ismimi yazdırıp geliyorum hemen''

Kendisine sürekli gülücükler fırlatan, kardeşinin yüzüne bakıp küfretti ona. ''Sana söylüyorum gülme!'' diye bağırdı. ''Ayağıma dolanıyorsun hep''

Kız kardeşi kendisine güzel bir söz söyleniliyor sanıp gülmeye devam etti. Annenin yanlarına gelmesiyle birlikte, büyükçe demir bir kapıdan içeri geçtiler, oradan genişçe bir avluya çıktılar. Avluda masalar, sıralar ilişti gözüne. Anne tüm özlemiyle, hasretiyle ve düşleriyle birlikte çöktü sıraya. Sabırsızdı. Gözleri bir başka kapıya bakıyordu, çocuklarını unutmuşa benziyordu. Sürekli gözlediği kapı, içerden madeni bir gıcırtıyla açıldı, tutsaklar göründü tek tek, sıra halinde girmeye başladılar avluya. İçeriye girenlerin bazılarının üzerlerinde, tek tip yeşil bir elbise vardı: Yeşil, köksüz ve dalsız. Oysa yeşili annesinden öğrenmişti çocuk. Yeşil yaşam demekti; bahar demekti. Şaşırdı kafası karıştı.

Kendisine doğru koşan birini gördü çocuk, ama tanıyamadı. Bu babası olamazdı. Kıvırcık saçları yoktu, kızıla çalar bıyıkları yerinde durmuyordu. Yalnızca kulakları yerlerinde asılı duruyordu hepsi o kadar. Onlar bile yabanıl geldi gözlerine. Annesi sıkıca sarıldı babasına, ağlayarak. Babası anasından kopup kendisine ve kız kardeşine sarıldığında ancak tanıyabildi onu. ''Oğlum'' dediğinde sesinden anladı. Atıldı boyuna babasının. Kokusu ve sesi hiç değişmemişti. Büyüyen ellerini başına götürdü, üç numara kesilmiş saçlarını okşamakla yetindi yalnızca.
''Baba ne oldu saçlarına?'' diye sordu.
''Burada havalar çok sıcak oğlum, ondan kestim''


İnandı hemen. Akla gelmedik sorular sordu birbiri ardına babasına.

Baba bir sigara yaktı, derin derin çekti dumanını içerisine. İlk kez görüyordu, bu halini babasının. Babanın sürekli saatine bakması gözünden kaçmamıştı. ''İlerde benim de böyle bir saatim olursa, babam gibi bakarım bende'' diye geçirdi aklından. Hatta özendi. Babanın yirmi dakikalık bir görüş zamanını, koskoca bir ömre sığdırmak isteyişini anlayamazdı elbette. Babanın kız kardeşini kucağına almasına, onu öpmesine, gıdıklayıp güldürmesine sesini çıkarmadı nedense, kıskanmadı bile.

Birden büyüdüğünü hissetti sanki. ''Büyümüş olmasam, annem kardeşimi bana emanet eder miydi hiç?'' diye kendi kendini haklı çıkarmaya çabaladı durdu.
Sonra başında şapkası olan, lacivert takım elbiseli birilerini gördü; ağızlarında düdük taşıyordu hepsi de. Yerinden kalkıp o düdüğü alıp kendisi öttürmek istedi. Fakat geç kalmıştı. Düdük öttürülmüştü bile. Ardından:
''Ziyaret saati sona ermiştir!'' diye bağırtılar yükseldi avludan, ses duvarların dışına taştı. Adamın bağırtısına değil de düdüğü kendisinin öttüremeyişine hayıflandı, öfkelendi. Dik dik baktı gardiyanlara, posta koydu adeta onlara.

Masalarda bir kıpırdanma oldu. Bir kopuş yaşanıyordu. Baba oturduğu yerden kalktı, karısına özlemle sarıldı. Sabırlı olmasını, moralini yüksek tutmasını istedi ondan. Ardından küçük kızını bağrına bastı. Sonra oğlunu kucağına aldı, saçlarını kokladı. ''Oğlum'' dedi. ''Benim akıllı, yürekli oğlum. Annen ve kız kardeşin sana emanet... Söz vermelisin bana buracıkta. Hem de erkek sözü! Tamam mı?'' Anneye göz kırparak...

Çocuk söz verdi, hem de erkek sözü!
"Meraklanma baba'' dedi ''Her şeyi olmuş bil"

Anne ve çocukları girdikleri kapıdan tekrar geriye, demir kapının dışına çıktılar, gökyüzüyle buluştular. Dışarıda kalabalık dağılmamış aksine büyüyordu.
Çocuk anasının elinden tuttu, kız kardeşini kucağına aldı. Ağırdı ama sesini çıkarmadı yine de.
Annesine dönerek:

''Duydun mu ana, babamın bana söylediklerini?'' dedi. ''İkinizi bana emanet etti...''
Anne:
''Hiç duymaz olur muyum?'' gibilerinden başını öne salladı.

Annenin onayıyla çocuk kendini daha erkekçe hissetmeye başladı. Kız kardeşi kucağında olduğu halde ağır aksak yürümeye başladı...

 
Toplam blog
: 62
: 233
Kayıt tarihi
: 12.01.12
 
 

1977-78 İzmir Namık Kemal Lisesi Edebiyat Bölümü mezunuyum. Çesitli dergi ve sayfalarda öykü, den..