Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Temmuz '08

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Çocukluğuma Mektuplar 4

Çocukluğuma Mektuplar 4
 

Lampyris noctiluca


Aşk bahçemi süsleyen
inci çiçeğim misin
gecemi aydınlatan
ateş böceğim misin

gençlik başımda duman
ilk aşkım ilk heyecan
kovaladıkça kaçan
ateş böceğim misin

Benim çocukluğumdan yıllar sonra yapılan bu şarkı beni gençliğin başımda duman olmadığı gibi aşktan da bir haber olduğum yıllara, Heybeliada’nın mehtaplı gecelerine ve köşeleri kuytu bahçesine götürmüştür hep.

Ömer’lerin evi ile aramızdaki çitin tam ortasında bir erguvan ağacı vardı ve altında da tahta bir sıra. Yorgun akşamlarda yatmadan önce ayaklarımızı yıkamak için bahçedeki çeşmeye çıkardık. Gecenin karanlığında mehtabı seyrederek orada oturmayı çok severdim. Yaşamın içinde bulutlar gibi adım adım yürürken anlamını da geceleri duyumsar, hatta sorgulardım. Hüzünlenir, bazen ağlardım gündüzün haylazlığına inat. İşte o masum yalnızlığımı benimle ateş böcekleri paylaşırdı. İçimde sakladığım hüznümün yüzüme yansımasını anlarlardı sanki. Onlarla dertleşir ve babamın bizi neden terk ettiğini yalnız onlara sorardım. Işığı ile beni aydınlatan her ateş böceği başka bir umut getirirdi yüreğime. Onların gelişiyle canlanırdım birden. Fark etmediğim damlaları silerdim yanağımdan. Ömer ve Eleni ateş böceklerini kavanozlara hapsetmeye bayılırdı. Ben de fırsat buldukça hepsini salardım. Onlara düşkünlüğümü bildiklerinden kızamazlardı bana. Otuz yıl sonra Ömer’le karşılaştığımda bana şöyle demişti; “hiç değişmemişsin, hala yüreğinde canlılığını koruyan bir ateş böceği var”

Nisan ayının en önemli zamanı mutlaka paskalya bayramıydı. Biz “yumurta zamanı” derdik. Hıristiyan inancına göre, İsa çarmıha gerilip öldüğünde gökyüzüne süzülür, Romalı askerler de İsa’nın ardından taş fırlatırlar ama o taşlar kırmızı yumurtaya dönüşür. Adadaki Hıristiyanların en önem verdiği günlerdi nisanın ilk haftaları. Tabi bizim de. Martın son günleri madam Surpik’in kapısını aşındırmaya başlardık. Bakkala mı gidilecek, fırından ekmek mi alınacak herkes görev için sıraya girerdi. Bazen ispiyoncular haber getirirdi. “madam tavukçu Osman amcadan 30 tane yumurta almış” İşte o zaman Paskalya zamanı gelmiş demekti. Ben hiçbir paskalya zamanı hatırlamıyorum ki kırmızı süslü sepetin içinde yumurta ve çörek gelmesin. Her zaman içinde 5 tane yumurta ve temiz bir örtüye sarılmış çörek olurdu. Madam hep aynı sepetle getirirdi yumurtaları. Çünkü anneannem yumurta ve çörekleri aldıktan sonra madam Surpik’in sevdiğini bildiği o lezzetli zeytinyağlı sarmalarla doldurduğu sepeti iade ederdi.

Paskalya çöreğinin içinden mutlaka para çıkardı ve her defasında madam sorardı; “Parayı sen buldun haydut?” Madam çoğunlukla beni kovalar, anneanneme şikayet eder ama zaman zaman da başımı okşar, hatta bazen öperdi. Ama bana “haydut” demekten hiç vazgeçmezdi. Birkaç sene sonra hastalanan kız kardeşinin yanına Balat’a taşındı. Evi yıllarca kapalı kaldı. Yetişkin bir genç kız olduğumda akrabası Lozaros’dan adresini aldım ve gidip onu buldum. Balat’ın şimdiki restore edilmiş “Balart Sanat Galerisi”nin olduğu sokakta, ahşap bir evde oturuyordu. İyice yaşlanmış, bastona mahkum olmuştu. Kapıyı açan kardeşi beni içeri almak istemedi önce. “ben adadan madamın komşusuyum” deyince araladı kapıyı ürkek ürkek. İçeri buyur edildim ve loş bir odaya alındım. Madam bastonuna dayana dayana gelince hemen ayağa kalktım ve elini öptüm. “hatırladın mı beni madam? Ben M…..hanımın torunuyum” diye sordum. Siyah krep başörtüsünü düzeltirken dikkatlice gözlerime dikti gözlerini sonra boynuma sarılarak ağlamaya başladı. “na panayamu! (*) Haydut kızim, haydut kızim hatırladım vre! ”

Birlikte çay içip eskilerden konuştuk uzun uzun. Bana adadaki komşularını sordu tek tek. Gelincik sigarası ikram etti. Ayrılırken defalarca öptü yanaklarımdan. Madamı son görüşüm oldu. İstanbul’da olmadığım için bir daha gidemedim Balat’a…

Bahar akşamlarının en vazgeçilmezi tabi ki yazlık sinemamızdı. Kim gidiyorsa mutlaka sırtımıza bir hırka alıp peşlerine takılırdık. Sinemanın önündeki seyyar kuruyemişçinin 25 kuruşluk cam bardak ölçüsüyle verdiği kabak çekirdeğinin tadı hala damağımdadır. Tam hatırlayamıyorum ama galiba sinemamızın adı Ayyıldız’dı. Yeşil boyalı iskemleleri (o iskemleler arkalarından birbirine kalasla çakılıydı ve biri arkaya yaslansa hep birlikte arkaya kaykılırdık) oldukça rahatsızdı ama ne heyecanla otururduk o tahtaların üzerinde. Kapıdan 50 kuruşa kiralık minder alanlar da olurdu ama biz sinema parasını ancak kopardığımız için minder falan isteyemezdik. Film yeni geldiyse afişler 100 mumluk ampullerle aydınlanır, çalınmasın diye de sicimlerle çapraz çapraz bağlanırdı çerçevesine. Çoğu zaman filmin en heyecanlı yerinde elektrikler kesilir; “makinist!!! Işık!!!” sesleri eşliğinde gaz lambaları getirilir ve en azından insanlar birbirini görsün diye toprak zemine sıralanırdı.

64, 65 seneleri Yeşilçam’ın altın yıllarıydı diyebilirim. Çünkü bir hafta içinde her akşam aynı filme gidildiği zamanlar olmuştur adada. Tıka basa dolardı sinema. Vahi Öz’ün “Bediaaaa!” diyen ton ton sesi hala kulaklarımdadır. Ayhan Işık’la Belgin Doruk “küçük hanımefendi” serileri ile her zaman en popüler çiftti. Hüseyin Boradan denince peşinden hemen “çekilin aradan” denirdi. Saçları seramik bigudilerle sarılı Mürvet Sim, koyu renk boyalı ince dudakları ile Bedia Muhavvit, çekik göz makyajıyla Muhterem Nur, kötü rollerin kraliçeleri Tijen Par, Cavidan Dora, Lale Belkıs, Leyla Sayar ve en vampı Neriman Köksal, ince kıvrık bıyıkları ve kelaj durumları ile Öztürk Serengil, her zaman güldüren Sadri Alışık, kibar sesiyle Çolpan İlhan, kötü rollerin kralları Önder Somer, Erol Taş, Ahmet Tarık Tekçe, babacan tavırları ile Avni Dilligil, Hulusi Kentmen, sanatkarlığı ile Lale Oraloğlu, güneşin çocuğu Göksel Arsoy, şen kahkahalar atıp mahalle kavgalarını başlatan Mualla Sürer, Suna Pekuysal, daimi aşçı Necdet Tosun ve tabi ki Ayşecik! Her yaz gönüllerimizi fethederlerdi. “Boş beşik”te, “kötü tohum”da, “acı hayatta”, “ekmekçi kadın” da ağlanır, “turist Ömer”de, “horoz Nuri”de, “cim cime Ayşecik”de gülünürdü.

Çocuk aklımla Cüneyt Arkın’ın diksiyonuna hayrandım ve ses tonundan çok etkilenirdim. Ne zaman ki Şehir Tiyatrosu’nda Toron Karacaoğlu’nu izledim, bir daha hiçbir zaman Cüneyt Arkın’ın filmini seyretmedim.

Aklıma mıhlanan tek film ise Hülya Koçyiğit’in “Vurun Kahpeye!”filmidir. Belki de ilk okuduğum roman olduğu için içime işlemiş Aliye öğretmen. İlkokula yeni başladığım yıl elime aldığım ilk yazardır Halide Edip. Eğitime kavuşamamış kişilerin gitgide vatan hainliğine soyunması çocuk yüreğimde kim bilir ne derin yaralar açmıştı ki unutamadım o filmi.

Yukarda yazdığım simaları bugün birçok kişi tanımıyor bile. Çoğu rahmetli oldu. Sesleri, gülüşleri kaldı anılarımızda...
Uzun zamandır rastlayamadığım ateş böcekleri gibi ışıkları söndü. Hepsine rahmet diliyorum.

(devamı: Biz Heybeli’de her gece mehtaba çıkardık, sonra da sandalı nasıl devirirdik?)


(*)Aman Allahım!

 
Toplam blog
: 21
: 2586
Kayıt tarihi
: 17.06.08
 
 

Hayat benim için herkesin iyi kötü rolünü oynamaya çalıştığı kocaman bir sahne. Ben de bu sa..