Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Ekim '17

 
Kategori
Öykü
 

Çok Eskiden 2

Çok Eskiden 2
 

Çatalhöyük’te gece vaktiydi. Şiddetli bir rüzgar çıkmıştı. Kent halkının deriden kurduğu çadırlar darmadağın oldu. Evlere hiçbir zarar gelmedi. Başını damın girişinden çıkaran Tecavat Mitu’ya seslendi.

“Sesimi duyuyor musun. Çadırlara bak yıkılmış.”

Mitu rüzgarın çıkardığı sesten Tecavat’ın çağrısını duyamıyordu. Ona el ve kolları ile karşılık verdi.

Tecavat bağırıyordu. “Akilan amca nasıl iyi mi. Ona çadırların yıkıldığını söyle.”

Mitu yine bir şey anlamadı. Bu sefer hareketsizdi. Karşılık vermedi. Bu hengamede Sabet şiddetli rüzgara rağmen damlarda konuşulanları duymuş başını damın girişinden uzatmıştı. Sabet önce el salladı. Tecavat aynı şekilde karşılık verdi. Sonra Tecavat ona eliyle yıkılmış çadırların olduğu yeri gösterdi. Sabet bir süre çadırlara baktı. Ardından dam girişinde başını içeri çekti. Az sonra Hublada’nın başı göründü. Etrafına göz gezdirdi. Yıkılmış çadırlara baktı. Sonra kendini içeri çekti. Yağmur yağacağını tahmin etmiş olmalı ki, dam girişini deri ile kapattı.

Sabet babasının otoriter tutumuna biraz içerledi. O da kuzenleri gibi rüzgarın tadını çıkarmak işitiyordu. Kurallara uymak zorundaydı. Bunun için babası onu  birkaç kez hırpalamıştı. Birinde avladıkları geyiğin etini kemiğinden iyi ayırmadığı için babası, yüzüne şiddetli bir tokat atmıştı. Diğerini ise Sabet aklına bile getirmek istemiyordu. Hublada yemek vakti ailenin hep birlikte yemek yemesini isterdi. Sabet bu kuralı bozmuş yemeğe erken yumulmuştu. Tüm kentin önünde babası onu tekme tokat dövmüştü. Sabet’i babasının elinden zor kurtarmışlardı.

Şiddetli rüzgarın ardından sağanak halinde yağmur yağmaya başladı. Tecavat başını içeri çekti. Kardeşi Menda onun yüzüne dikkatle bakıyordu. 

Dikkati fark eden Tecavat kardeşine bakarak “Dışarıda neler oldu neler. Ama sen haylaz olduğun için söylemeyeceğim.”

Anne Nemengen “Tartışmayın bakayım. Babanız gelirse söylerim. Durdu ekledi. Babanızın erken gelmesi için dua edin. Fagım Tanrıçaya. Bir de akrabalarını ikna etmiş olsun.”

Tecavat “Anne akrabalarımız gelirse düşmanlarımızla savaşacak mıyız?”

Nemengen “Orasını bilemem. Savaş kararını baban akrabaları ile gelince onaylanmış olacak. Eli boş dönerse onları ikna edememiş demektir.”

Tecavat “Sizler de savaşa katılacak mısınız. Çünkü siz kadınlar ölürseniz bizim gibi çocuklar dünyaya gelmez.”

Nemengen “Savaşa ben de katılmak isterim. Ama kentimizin kadınları geride kalırsa erkeklerin aklı bizde kalmaz. Daha iyi savaşırlar. Biraz durdu ekledi. Demek sizi kesip yiyeceklerdi ha?”

Tecevat “Babam öyle konuşunca çok korktum. Ellerim titremeye başladı. Oradan kaçarken en hızlı ben koşuyordum. Beni o an tutabilene aşk olsun.”

Araya Menda girdi. “Seni bir düşman korkutur bir de canavar. Ama ben korkunca hiç belli etmem. Bu yüzden ben senden daha cesurum.”

Düşman kabile ortaya büyük bir ateş yakmıştı. Çevresinde kabile reisi ve avcı savaşçılar vardı. Tutsakları konuşuyorlardı. Kabile reisi “Dört nöbetçiyi esirleri ellerinden kaçırdığı için pişirip yememiz gerekiyor. Ama nöbetçileri şimdilik affettim. Çünkü kaçan tutsakları arayacağız. Bunlar yedi kişiydi. O kadar olduklarına göre gerisi de vardır. Belki bizi bir savaş bekliyor. Sizlere şu an emrediyorum. Hemen savaş aletlerinizi hazırlayın. Mızrak uçlarınızı kontrol edin. Sopalarınızın ucundaki keskin taşları kontrol edin.”

O an büyük hep bir ağızdan büyük bir nida geldi. “Kaçaklara ölüm. Kaçaklara ölüm.” Dediler. Kabile reisi ayağa kalkar kalkmaz tüm avcı savaşçılarda aynısını yapıp ayağa kalktı. Kabile reisi sıra ile yan yana dizilmiş savaşçılarını kontrol etmeye başladı. Ardından,

“Ubra saman kuna.” Diye bağırdı.

Savaşçılar ellerinde mızrak, kimisinin elinde sopa Çatalhöyük istikametine doğru yürüyüşe geçti.

Abraka gecenin geç vakitlerine doğru akrabaları ile kente vardı. Soluk soluğaydılar. Vaziyet koşarak gelmişlerdi. Kardeşleri kalabalığı görünce ellerinde mızrakla damdan savaş çığlığı attı. “Azum munta. Azum munta.” Akrabalarda aynı şekilde çığlık attı. “Azum munta. Azum munta.” Bu “Zafer bizim. Zafer bizim.” Demekti.

Çatalhöyük sakinleri savaş nizamı aldı. Reisleri Abraka “Yürüyün.” Dedi. Kafile stratejik olan kente girişin tek yolu olan yere geldi. Beklemeye koyuldular. Uzaklardan bağrışmalar geliyordu.

İki grubun karşılaması çetin ve kanlı bir savaş başlatacaktı. Elbet savaş yerine barış ta olabilirdi. Bu avlanma alanının ortak kullanımı gibi önemli bir antlaşmayla olabilirdi. Eğer düşman kabile bunu kabul ederse.  Ama beklentiler istedikleri gibi olmadı.

Karanlık içinden düşman bir anda saldırıya geçti. Çatalhöyük savaşçılarının yaşlıları en önde mızrakları ile düşmanı kolladı. Ucu sivri mızraklar bedenlere saplanıyor, kan revan içinde çığlıklar atılıyordu. Çığlığı iki tarafta çıkarıyordu. Bu cesaretlerini artırıyor, düşmana gözdağı veriyordu.

Tecavat üzerine gelen sopalı birinin elini yakaladı. Ardından düşmanın kafasına sopayla hızla vurdu. Düşmanın kafası delindi. Tecavat sopasını kafadan zorlukla çıkardı. Düşman öldü yere düştü. Beklemedi. Babasına saldıranın arkasına sinsice geçti. Onun kafasına da ucu sivri taşlardan oluşan sopayı vurdu. O düşman da yere düştü. Tecavat durmuyordu. Böyle beş düşman daha yere serdi.

Düşman kabilenin reisi “Hucu danan.” Diye bağırdı. Birden düşman kabile savaşı bıraktı. Hızla alanı terk  ederek ormanın içinde kayboldu.

Zayiat hiç yoktu. Yerdeki ölü düşmanlarını sayınca gerçekten zafer kazandıklarını fark ettiler. Yerde otuz yedi düşman saydılar. Zaten savaşta onlar elli kişi kadarlardı. Bu durumda düşman bir daha asla kendilerine saldıramazdı.

Hublada savaşta yara almıştı. Ayağı ve omzu delinmişti. Abraka çok telaşlıydı. İki de bir Hublada’nın yarasına bakıyor onu omzunda merhametle taşıyordu. Ama Hublada kente kadar zor dayandı. Kente varınca Hublada kendini yere bırakıverdi.

Diğer taraftan kadınlar zafer çığlıkları atıyordu. Kadınlar “Hulu hulu bagu.” Diye bağırdılar. Bu “Yaşasın yaşasın kazandık.” Demekti. Kente gelen ve savaşa katılan akraba sayısı kırk kişiydi. Ufak tefek yaralananlar vardı. Abraka da elinden yaralanmıştı. Yaralılara şifalı ot tedavisi yapılmaya başlandı.

Hublada ise kötü durumdaydı. Karısı başucunda o sanki ölmüş gibi ağıt yakıyordu. Akrabalardan şifa vermeyi iyi bilen biri Hublada’nın yaralarını iyice kontrol ettikten sonra yaraları şifalı bir ot ile dezenfekte etti. Hublada inliyor ve ağzından  hırıltılar çıkarıyordu. Kısa bir süre sonra sesi ve soluğu kesildi. Şifacı Hublada’nın öldüğünü söyledi.

Kent halkı ölünün başına toplandı. Daha önceleri bu avcılar ölülerini ormanın içinde bir ağacın dallarına terk ederdi. Şimdi Abraka daha iyi bir yöntem buldu. Hublada’nın karısına onu evin içine gömmeyi teklif etti. Zavallı kadın ağlayarak söylenenleri kabul etti. Bunun için Tuluşka, Mitu, Sabet ve Tevacat damdan hızla içeriye girip Hublada’nın evinde büyük bir çukur açtılar. Bunun için ağaçtan yapılmış kazıkları kullandılar. Hublada’yı çukurun içine dikkatlice koydular. Sonra çukurdan çıkan toprakları ölünün üzerine yığdılar.

Hublada için yas tutacaklardı. Ama bu morallerini bozacağı için vaz geçtiler. Kadınlar savaştan dönen erkekler için ziyafet hazırlamıştı. Onların savaşı kazanacaklarını tahmin ettikleri için önceden hazırlıklıydılar. Hublada’nın yası sonraya bırakıldı. Yas yarına kalmıştı.

Büyük bir ateş yakmışlardı. Ziyafete geçildi. İki geyik kente gelen akrabalar tarafından getirilmişti. Avcılar ete iştahla yumuldu. Ziyafetten sonra gençler ateşin etrafında dans etmeye başladı. Kadınlar ise hep bir ağızdan şarkılar söylüyordu. Tanrıça Fagım heykelciği ise ziyafettekilerin elinden bir bir geçti. Kimi onu öpüyor, kimi onunla konuşuyordu. Heykelciğine bu ilgiyi gören Tecavat ise yerinde duramıyordu. Çok seviniyordu. İlk defa büyüklerin arasına heykelcik sayesinde katılmış oluyor, kendini kocaman adan yerine koyuyordu.

Abraka akrabalarının en büyüğü Samatta’ya “Sizin burada uzun süre  kalmanızı istiyorum. Buraya yerleşin. Size de ev yapalım.” Dedi.

Samatta topraktan evlere baktı. “Bunların içinde mi yaşayacağız.”

Abraka bir evin insana ne tür faydaların olduğunu uzun uzun anlattı. Vahşi hayvanlardan dem vurdu. Yağmurlardan bahsetti. Bir evin soğuktan veya güneşten korunurken ne kadar elverişli olduğunu anlattı.

Sattama “Madem öyle diyorsun yarından itibaren burada beş  ev daha yapacağız.”

Abraka bunu duyunca sevinç içinde coştu. “Senin gibi insan yoktur şu toprakların üzerinde. Hem düşmanlarımız olmayacak hem avlanırken zorlanmayacağız.”

Kentin avcıları son fasıl olarak kavunlarını yemeye başladı. Bunu hiç tatmamış olan yeni avcılar, ağızlarından tuhaf sesler çıkararak kavunlarına yumuluyorlardı.

Sattama “”Buna ne isim koydunuz?”

Abraka Buna ağaç kavı gibi güzel koktuğu için kavun dedik. Buradan uzak yerlerden getirdik.”

Sattama “Bunun çekirdeklerini toprağa ekin. Burada büyüyecektir. Bir daha uzağa gitmenize gerek kalmayacak.”

Abraka bunu hiç düşünmemişti. “Tabi ya. Dedi. Çekirdekler bitkilerin çocuğudur. Şimdiye kadar hep hazıra kondum. Bitkilerin neden meydan geldiğini biliyordum. Ama onların çocuklarını toprağa ekmek hiç aklıma gelmedi.”

O an Tecavat ile Sattama reisin oğlu Tuluşka güreşe tutuştu. Ateşin etrafını sarmış avcılar ilgiyle izlemeye başladı. Tecavat zorlandı. Rakibine el ense çekti. Tuluşka’nın bir bacağını havaya kaldırdı. Onu yere düşürünce üzerine çıktı. Güreşi kazanmıştı.

Tecavat oturan gençlere meydan okudu. Karşısına Telenge isimli bir genç çıktı.

Zayıftı Telenge “Beni yıkarsan boynumda asılı olan gergedan kolyesini sana vereceğim. Ben kazanırsam senden Tanrıça Fagım heykelciğini alacağım.”

Tecavat biraz düşündü. Heykelciğin nasıl yapıldığını biliyordu. Çok kolaydı. Heykelciğin değeri azdı. Kazanacağı gergedan kolyesi daha değerliydi. Gergedanı avlamak, boynuzunu kesmek, ona şekil vermek kolye kemik olduğu için zordu.

“Tamam dedi Tecavat. Gel” diye Tuluşka’ya el ense çekti. Ve Tecavat kendini bir anda yerde buldu. Üzerine çıkan Tuluşka “Azum munta.” Diye bağırdı. ‘Zafer bizim’ diyordu. Yerde oturan avcılar çığlıklar attı. Tuluşka’yı kutluyorlardı. Tecavat mahcuptu.

Babası Abraka Sattama’ya döndü. “Benim oğlum zekidir. Bu, ödül ortaya koyuşundan belli. Tuluşka’nın kolyesini yapmak heykelcik yapmaktan zordur.” Dedi.

Sattama buna şaşırdı. “Abraka söyle bana bir taşı yontmak zor değil mi?”

Abraka “Tecavat’ın vereceği heykelcik çamurdan yapılma. Onu Tecavat ateşte kızdırınca taş oluyor.”

Sattama şaşkın. “Hangi çamurdan?”

Abraka “Zaten savaşa neden olan da bu çamur. Biz bu çamura ulaşmak için düşman bölgesine girdik. Ama düşman boynunun ölçüsünü alınca bölgelerini terk etmiştir. Yarın oraya bakmaya gidelim.  Sonra oradan çamur getireceğiz. Ve sen yaptığımız evi beğenmiyorsun ama buranın toprağı kilden oluşmuş. Toprak ev yapmaya oldukça müsait.”

Sattama “Bu akılları kimden öğreniyorsun?”

Abraka “Her şeye hata ile başlayarak öğrendim. Bir ara kil olmayan ev yaptım. Yağmur yağınca eriyiverdi. Buraya geldiğimizde buranın çamurunu avucumda sıkıştırıp güneşte kuruttum. Sonra onu suyun içinde uzun süre beklettim. Kurumuş çamurun suda erimediğini görünce ‘buldum’ dedim. Bazen taşlara bakarım. Onların da çamurdan olduğunu düşünürüm. Ama o çamurların nasıl oluyor da taşa dönüşüyorlar bir türlü bulamıyorum. Evlerimiz taştan olsa derim. Ama kullandığımız toprak bize istediğimizi yeterince veriyor.”

Hublada’nın eşi Yamça başına ördüğü çiçekten tacı takmış yas tutuyordu. İki gündür tek bir kelime bile konuşmadı. Ne iş yaptı ne bir şey. Ya oturuyor ya yerde yan vaziyette kara kara düşünüyordu. Hublada ölmemeliydi. Başkası ölmeliydi. Kızı Kalet bu zaman zarfında evin bütün işlerini yükünü omuzuna almıştı. Akşam çanaktan yedikleri pişmiş yemek bile onun keyfini getirememişti.

Kalet gecenin geç bir vaktinde dama çıkmış hüzünle iç geçiriyordu. Babasını çok seviyordu. Babası ile çocukluğunda ilk defa ava çıkmışlardı. Bir kurt sürüsü ile karşılaşıp hemen saklanmışlardı. Kurtlar vahşiydi. Ellerindeki mızrakla mücadele edemezlerdi. Babası o karşılaşmada hemen orayı terk edip kızını, geriye kente götürmüştü. Tekrar ava çıkmıştı

Kalet akşam avdan akşam dönen babasına soruyordu. Baba niye avlanmadın. Kurtlardan mı korktun?”

Hublada Evet kurtlardan korktum. Ama bana saldıracaklarından değil. Avımı elimden alacaklarından korktum. Yine kurtları gördüğümüz yerde av peşindeydim. Geyikler vardı. Birini avladım. Yine kurtlar çıktı karşıma. Saklandım. Avımı geri alamazdım. Yine avlanmak için başka yere gittim. Etraftan yine kurt sesleri duyunca artık avlanmaktan vaz geçtim. Boşa avlanmak akıl karı değildi. İşte kurtlar bu kadar zeki. Ama bizler akıllanırsak mutlaka kurtlarla başa çıkabiliriz.”

O gün Sabet araya girmişti. “Baba bizler mi akıllıyız kurtlar mı?”

Hublada “Kurtlar bu akıllılığı sayesinde hiç aç kalmaz. Şöyle bir şey anlatayım. Kurtlar avlandığında hiyerarşi üzerine yerler. Önce lider kurt karnını doyurur. Sonra diğerleri. Kurt yerken hırlar. İşte o hırlayan kurt arkadaşına blöf yapar. Arkadaşı blöfü yer yemeğini ona sunar. Bu haksız kurt, bölgelerinde yaşadığı bir olay için hırlamıştır. Diğer kurtlar hırlamanın özelliğinden ‘Mesela ben çok koştum, avı ben çok korkuttum, veya heyecana ben çok katkı yaparak avın yakalanmasını sağladım’ şeklinde anlarlar. Oysa hırlayan kurt hiçbir şey  yapmamıştır. Onu rahat bırakırlar. Hırlayan kurt otoritesini korumak için hileye yine baş vurur. Ve bunu ziyafet boyunca veya bir dahaki ava kadar devam ettirir. Ta ki haksızlığı hak kazanana kadar.”

Kalet heyecanlanmıştı. Babasına sarılarak “Babacığım benim. Sanki sen kurtsun. Bütün bunları kurtlar mı söyledi?”

Hublada “Bunları akıllı olmak için uydurdum. Çünkü uydurduğum bazı şeyler işime yarıyor. Mesela kurt sürüsünü korkutmak onlara bıktırıcı şeyler yapmakla mümkün. Avını yiyen kurtları bir akbaba gibi rahatsız edersem kaçıp gideceklerini düşünürüm. Hırlayan kurt gibi kararlı olmak gerekir bazen.” Diye karşılık vermişti.

Şimdi babası, üzerinde oturduğu zeminin altında, hayattan yoksun bir şekilde yatıyordu. Keşke çok akıllı olsa da babasının kaybolan hayatını geri verseydi.

Diğer taraftan Tecavat’ı düşünüyordu. Kara kaşlı kara gözlü Tecavat. Üzüntüsü biraz hafifler oldu. Tecavat’ı annesinin babasını sevdiği gibi seviyordu. Şimdi gidip Tecavat’ın uzun saçlarından çekiştirip yanına getirmeyi çok istiyordu. Onunla öpüştüğünü düşündü.  Belki ondan bir çocuğu olabilirdi. İkisi de çocuk yapacak çağdaydı. Ama kentin bir geleneği vardı. Kalet’in evlenmesi için avcı bir erkeğin akıllıca bir şey yapması gerekiyordu. Çünkü Tanrıça Fagım böyle istiyordu. Mesela Abraka amca gibi bir ev yapmak.

Aynı gönlü yaşayan Tecavat sıkıntı ile yerinden kalktı. Kalet’i düşünüyordu. Dama çıktı. Hislerinde yanılmamıştı. İşte Kalet damın üzerindeydi. Düşük bir sesle ona ıslık çaldı. Kalet karşılık verdi. El salladı. Bir süre ne yapacaklarını bilemediler. Tecavat babasından, Kalet’te annesinden ve abisinden çekiniyordu.

Tecavat kendi damından içeri girdi. Kalet için uzun süre uğraşıp bitirdiği mücevher kutusunu ona verecekti. Tekrar dama çıktı. Merdivenle dışarıya aşağı indi. Kalet evine yaklaştı.

“Kalet bunu senin için yaptım al. Beni hiç unutma. Sen benimsin. Mitu ve Sbet’le de bir daha konuşma.” Dedi.

Kalet “Sen ancak akıllıca bir iş yaparsan bütün dediklerin olur. Sen beni merak etme. Hep seni düşünüyorum. Sabet ve Mitu benim arkadaşım. Onlara seni sevdiğim gibi davranmıyorum. Çok kıskançsın.”

Tecavat “Kentimizde akrabalarımızdan gençlerde var artık. Ne yap et anneni ve abini benimle evlenmene ikna et. Dayanamıyorum acı ve ıstıraba.”

Kalet güldü. Tecavat’ta geri damına döndü.

Gökyüzünde göçmen kuş sürüleri vardı. Çığlıkları kentte neşe içinde dinleniyordu. Böylesi şeyler her zaman yaşanırdı. Kenti çıkınca sazlık alan başlıyordu. Oraya beslenmek ve yuva yapmak için gelen kuş türleri Çatalhöyük’e zenginlik getiriyordu. Kadınlar kuş yumurtası topluyordu. Onlardan ya beslenmek ya da süs yapmak için yararlanıyorlardı. Kadınlar deriden torbalarına doldurabildikleri kadar yumurta dolduruyordu. Onlar avcı ve toplayıcıydı. Yumurtalar önce evde birikir ve bir gecede tüketilirdi. Henüz çanak yeni bulunmuştu. Ve bundan sonra yumurtalar çanakta haşlanıp uzun süre çürümeden dayanmaları sağlanacaktı.

Tecavat ve kuzenleri, yeni gelen akrabalar Abraka’nın önderliğinde örgü sepetlerle çamuru kalıba alıyorlar içinde düzeltiyorlar, sonra güneşe kurumaya bırakıyorlardı. Beş bölgeye çok miktarda çamur tuğla gerektiği için canla başla çalışılıyordu. Akşama doğru kent için çalışanlar acıkmaya başladı. Kadınlar boş durmamış avladıkları, iki geyiğin etlerini kemiklerinden ayıklamış, ateşte şiş kebap yapıyorlardı. Mangalın kokusu avcı erkeklerin ağızlarını hayli tahrik ediyordu. Kimisi kokuya dayanamadı işi bıraktı. Abraka buna ses çıkarmadı. Az sonra yönettiği işçilerine paydos çağrısı yaptı. “Afta yabab.” Diye bağırdı. Bu ‘yemek başı’ demekti.

İşçiler işini bırakıp süratle ziyafet alanına geldi. Abraka’nın karısı Nemengen ekmek yapmasını biliyordu. Evinde bol miktarda buğday vardı. Yeteri kadarını kadınlarla taş havanda ağaçtan yapılma tokmaklarla dövdüler ve un haline getirdiler. Unu su ile yoğurdular. Hamura tuz da atmışlardı. Henüz her şey yeniydi. Ekmek bir sene önceye kadar bilinmiyordu. Tuz ise hakeza. Ekmeğin tadına ilk önce kadınlar baktı. Çok sevdiler. Kocalarına verdiler. Ekmeği yiyen avcı erkekler bunun et, kavun ve diğer meyvelerden daha güzel olduğunu gördüler.  Ağızlarından keyifli homurtular çıkardılar.

Tecavat elindeki çanak ile avcılara seslendi. “Ey büyüklerim ben Kalet ile evlenmek istiyorum. Hep yeni şeyleri sizler icat ediyorsunuz. Diğer taraftan bizim akıllıca davranıp evlenmemizi istiyorsunuz. Ama bu kısır döngü sona eriyor. Ben yeni bir yiyecek keşfettim. Adına bal dedim. Yiyin ve tadın. Artık Kalet ile evlenmeye hak kazandım.”

Avcı erkekler balın tadına bakar bakmaz kendilerinden geçtiler. Balı ekmek ile yediklerinde ise Abraka “Ben de yeni bir şey icat ettim. Bu güzel bal nedeniyle, bu toprakların güzelliklerle dolu haline ‘Cennet’ dedim.” Avcıların arasında homurdanmalar başladı. Abraka devam etti. “Cennet demek Fagım Tanrıça’nın geldiği yer demek. Bizim yiyemediklerimiz tüm yiyeceklerin orada toplanmış olduğuna inanıyorum. Tanrıça Fagım ihtiyacımız olduğunda cennetten her gün bir tane yiyecek getiriyor.”

Sattama çok şaşkındı. “Söyle bana Abraka. Bütün bunları nerden öğreniyorsun?”

Abraka “Akıllıca yaptığım işlerden öğreniyorum. Ben ev yapmadan önce yemek nedir bilmezdim. Ben ev yapmadan önce rahat uyku nedir bilmezdim. Ben ev yapmadan önce güvenlik nedir bilmezdim. İşte yaşadığım bunca akıllı şeylere karşın Tanrıça Fagım bana bilmediklerimi öğretti.”

Sattama “Artık akıllıca şeyleri oğluna bırak. Bak bize bal verdi. Ve Kalet ile evlenmeye hak kazandı.”

Kalet kadınların arasından çağrıldı. Ama annesi ve ve diğer kadınlarla beraber geldiler.

Abraka “Ey kent halkım kızımız Kalet’i oğlumuz Tecavat ile evlendiriyoruz. Bunun Tanrıça Fagım’a mesaj olması için Kalet’le Tecavat’ı bir gün boyunca ellerini, ayaklarını, bedenlerini birbirine ağaç sarmaşıkları ile bağlayıp, benim evime hapsedeceğiz. Biz ise Akilan’ın evine geçip yeni evlileri yalnız bırakacağız. Ne zaman iki evli bağlarından kurtulur, işte o zaman evlenmiş olacaklar.”

İki gencinde hoşuna gidiyordu. Birbirine bağlı olup sürtünmek. Biraz utanıyorlardı. Evliliklerine tam hakim değillerdi. Tecavat’ın dili tutulmuştu. Kalet ise sarmaşık düğümlerinden canı sıkılıyordu. Tecavat’ın gözüne yerdeki taştan keski ilişti. Kalet’i ayağa kaldırdı. Keskinin yanında kendi ile beraber yere oturttu. Zorlukla taş keskiyi aldı. Küçük bir uğraştan sonra tüm düğümlerini kesti. Kalet’i de kurtardı.

Ne yapacaklarını bilemediler. Tecavat “İstersen biraz öpüşelim.”

Kalet “Olur.” Demekle yetindi. Tecavat deriden giysisini çıkardı.

Kalet ”Abo.” Diye utancını dile getirdi. Kalet soyunmak istemiyordu.

Tecavvat’ın cesareti gelmişti. Kalet’i yere yatırdı.

Çatalhöyük’te şiddetli bir yağmur yağıyordu. Dere taşmış, sel topraktan evleri yutmuştu. Evdekiler damda mahsur kalmıştı. Depoladıkları yiyecekler su içinde kalmıştı. Kuru yiyeceklerin hali içler acısıydı. Bakliyatlar ve tahıllar ıslandığı için yakın zamanda çürüyeceklerdi. Ama onca darbeye rağmen bir milim bile evin toprak tuğlalarına zarar gelmemişti. Sağlamca sele direniyordu.

Yeni yapılan Sattama ve mahiyeti cesaretlerini yitirdiler. Bağırıp çağırıyorlar, telaş ve korku içinde tepiniyorlardı. Koca koca avcı erkekler evin, yıkılacağını, yüzme bilmediklerinden boğulup gideceklerini zannedip ağlıyorlardı. Onlar çocuk ruhluydu. Çünkü henüz akıllılıklarını yeni şeylere satmamışlardı. Şimdiye kadar ne evi biliyorlar, ne suda pişen yiyecekleri, ne de çanak çömleği. Onlar kendilerini doğanın kucağında, Tanrıça Fagım’ın merhametine terkedildiklerini zannediyorlardı.

Abraka ağlayanlara doğru “Niye ağlıyorsunuz. Biraz çığlık atın. Biraz gülün. Yakında göreceksiniz Tanrıça Fagım’ın oğlu Tanrı Hirkese bize akıl verecek, suyun üzerine kurulacağız.”

Ağlayanlar biraz sakinleşir gibi oldu. Ama Abraka konuşmakla yetinmedi. Evin içinde yüzen ağaçtan kanoya uzandı. Dama çekti çıkardı. Ardından iki adet kano küreğini aldı. Kanoyu suya indirdi. İçine bindi. Ağlayanların yanına doğru kürek çekmeye başladı.

Sattama ve mahiyetinin aklı başından gitti. Sattama içinden “Acaba Tanrıça Fagım bu kentte mi yaşıyor. Yaşıyorsa ben niye görmüyorum.” Diye kanoya hayran hayran baktı.

Abraka ise kanosunda ağlayanları kendi damına götürürken “Her şey hata ile başlıyor. Hatayı Tanrıça Fagım düzeltiyor.” Diye düşünüyordu. Sattama’nın gözlerinden okuduğunu iyi anlıyordu. Abraka onun daha, hiç bir akıllıca şey görmediğini biliyor ve mutlu bir kent oluşturmaya çalışmanın, bir sürü hata meydana getireceği için de seviniyordu.

Çatalhöyük halkı yeni gelenlerin becerisi ile daha kolay hayat yaşamaya başladılar. Avcı erkekler ne zaman ava çıksalar elleri boş dönmüyordu. Geyik en çok avlananlardandı. Çevredeki avın kısa bir süre bitme endişesi baş gösterince, yazın depoladıkları kurutulmuş etlerden ve tahıldan faydalanma yoluna gittiler. Kış mevsimine girdiklerinde onları çetin bir imtihan karşıladı.

Kent halkı mevsimin çok soğuk zamanlarında dama çıkıp, ateş yakıyor, etrafında ısınmaya çalışıyorlardı. Ateş bitince biraz ısınmış şekilde içeriye geçiyorlardı.

Evin içi de soğuktu. Ama dışarısı gibi değildi. Tüylü hayvanların derilerinden yapılma, palto şeklindeki giysileri ile evin içinde de soğuktan korunuyorlardı.

Sattama bu mevsimde yaşadığı konforu karısı ile konuşuyordu. “Şu Abraka olmasa açık alanda çadırların içinde yaşayacaktık. Baksana sel oldu. Evi su bastı. Duvarlar sapasağlam ayakta durdu. Ben Abraka’nın daha ne kadar çok akıllıca işler yapacağını tahmin edebiliyorum. Eminim ki daha bir sürü akıllıca şey yapacak. Abraka’nın içine bindiği ağaçtan kano ile ilk kez karşılaşıyorum.”

Karısı “Biz kadınlarda Abraka’nın karısına hayran kaldık. Ekmek dediği şeyi önce ezdik sonra su ile karıştırıp hamur yaptık. Hamurun ismini de kendisi bulmuş. Ekme bir hoşuma gitti ki sorma gitsin. Nemegen bize buğday toplamaya gideceğimizi söyleyince sevindim. Nemengen buğday toplamaya da isim koymuş. Ona ‘hasat’ ismi vermiş. Biz kadınlar sabahtan akşama kadar torbalarımıza buğday başağı doldurduk. Şimdi bizim evde de buğday var artık. Şu Nemengen ne akıllı kadın?”

Sattama “Orası öyle ama kış olduğu için av hayvanları az oluyor. Çoğu sıcak bölgelere göç ediyor. Yiyecek bir şey bulamazsak birbirimizi yeriz. Hadi birbirimizi yiyelim.”

Karısı Kankura “Sus çocuklar uyanacak. Tuluşka uyanmasın.”

Karı koca birbiri ile yerde uzanarak öpüşmeye başladı. Kankura bir süre sonra “Şu Tuluşka’ya da bir ev yapsak da orada yaşasaydı, rahat rahat öpüşürdük.”

Sattama “Ne gerek var. Gece uyanır oğlun uyurken sevişiriz.”

Kankura “Ya bizi Tuluşka yakalarsa.?”

Sattama “O zaman ona aldırmayız. Tuluşka görmemiş gibi yapıp tekrar uyuyacaktır.”

Abraka’nın içinde bir sıkıntı vardı. İçinden “Ya yiyeceklerimiz azalırsa. Ya bir daha avlanamazsak. En iyisi bir inek bulup getirmek. Onlar uysal oluyor. İnekler ve yiyecekleri için bir korunak yapmak en iyisi” diyordu. Abraka sütü çok seviyordu. Bir de bozulmuş sütün başka bir şey haline gelmesi çok enfesti. Tadı ekşi olduğu için yedikçe yiyesi geliyordu. Bir isim bulmuştu. Ona ‘yoğurt’ demişti. Bunu en kısa zamanda yapmalıydı.

Abraka sabahı zor etti. Fikrini Sattama’ya açtı. “Ey amcaoğlu Sattama, ben büyük bir korunak yapacağım. İçine inekler koyacağım.”

Sattama “İnekler için korunağa ne gerek var. Zaten canımız çekerse avlar getirir yeriz.”

Abraka “İnekleri yemek için getirmeyeceğim. Onların memelerinden süt sağacağım.”

Sattama “Süt lezzetliidir. Ama onlara yiyeceği bu kış mevsiminde nereden bulacaksın?”

Abraka “Yazdan kalma toprakta kurumuş otlar var. Gerekirse her birini tekr teker toplarım.”

Sattama’nın bu fikre aklı yattı. “Ben senden her şeyi beklerim. Dur bakalım daha ne akıllıca işler çıkaracaksın?”

Ve hemen kocaman bir ahır yapmaya giriştiler. Gökyüzünde bulut olmadığı için güneş kalıptan çıkan kil çamurunu çok çabuk kuruttu. Hepsi sağlam tuğlalara dönüştü. Kocaman bir ahır için beş gün uğraştılar. Giriş kısmını dama değil aşağıya yaptılar.

Sattama “Nihayet bitti. Bunun şerefine ben bir ziyafet vereceğim. Akşama hazır olun.” Diye avcılara konuştu.

Ziyafet neşe içinde geçiyordu. Ziyafette hep ineklerden konuşuldu. Abraka ineğin sütünden nasıl yoğurt yapıldığını anlattı. Sattama ineğin kemiklerinden yaptığı kolyelerin hikayesini anlattı. Boynundaki kolyeleri göstererek “Bunlar Tanrıça Fagım’ın gözleridir. Ben bunlar ile karanlıkta hiç düşmem ve yolumu rahatlıkla bulurum.” Diyordu. İlgiyle kendisinin dinlendiğini görünce devam etti. “Bir işi Tanrıçamıza bağlarsanız o işiniz rast gider. Ben bunu yaşamış biriyim. Bir kurttan kaçıyordum. Tam ben yakalanacağım. Fagım Fagım diye avazım çıktığı kadar bağırdım. Diğer taraftan da kaçıyordum. Ne göreyim kurt peşimi bırakmış. Benim bağırmamdan mı yoksa Fagım’ın ismini duymasından mı kurt görünürden kayboldu?”

Abraka “Kurtlar zekidir. Ama son zamanlarda onlardan korkmak gerekiyor. Kış mevsiminde olduğumuz için yiyecek bulmak için bizim buralara mutlaka geleceklerdir. Bunun için damınızdaki girişi sürekli kontrol edin. Kurdun zeki olduğunu hepiniz bilirsiniz. Onları korkutal yegane şey onların kafa karışıklığı yaşaması. Bunun için bir kurt görürseniz ve yalnızsanız ve size saldıracaksa sürekli koşun ve bağırın. Tıpkı Sattama’nın yaptığı gibi. Kurtları tespit etmek için bir yöntem keşfettim. Kurt gibi uluyunca mutlaka kurtlar karşılık veriyor. Onların orada olduğunu ve ne kadar uzaklarda olduklarını anlayabiliyorsunuz. O yüzden kışın ava çıkarken iki kişiden aşağı olmamak gerekiyor. Yalnız bir insan her zaman potansiyel bir avdır.”

Ziyafet öğlen doğru bitti. Abraka damdaki kalabalığa ayağa kalkarak “Bütün kadınlar ve erkekler beni dinleyin. Biz bugün erkekler inek yakalamaya gideceğiz. Siz kadınlar ise torbalarınıza doldurabildiğiniz kadar yazdan kalma, kuru ot toplayın. Otlar  karların içinden çıkarırken ‘ne işe yarayacak bu. İnek yer mi bunları’ Diye düşünmeyin. Biz avcılar biliriz ki hayvanlar aç kalınca yiyecek her şeye yönelirler. Bir aslan ot yiyebilir, bir inek te et yiyebilir.”

Konuşmadan sonra kalabalık dağıldı. Kadınlar kollarında ikişer, üçer, beşer deriden torbalarla işe çıktı. Erkek avcılarda üçer kişilik beş grup halinde ormanın derinliklerine daldı. Hepsi ayrı istikametlere yöneldi.

Avcıların ellerinde ağaç sarmaşıklarından yapılmış birer kement vardı. Avcıların hepsi kement atmayı biliyordu. Bunu büyüklerinden öğrenmiş çocuk yaşta alıştırmalarla oynamış ve büyüdüklerinde yakaladıkları ile tecrübe kazanmışlardı.

Abraka tipik avcı pozisyonuna geçti. Eğildi. Elinde kementle sinsice bir grup ineğe yöneldi. Amcasının yanında Sabet ve Tecavat’ta gözlerine birer inek kestirdi. Kementlerini kusursuzca attılar. Boyunlarına geçen halatlar inekleri kargaşaya sürükledi. Avcı grup kementleri sıkıca zapt etti. İnekler uzun bir mücadele sonucu sakinleşti. Kementi tutanın çekiştirmesi ile istenen yöne doğru sürüldüler. Abraka Tecavat ve Sabet inekleri çamurların içinden, dikenlerin arasından kente nihayet getirdiler.

İnekleri gören kadınların bazıları dilleri ile “Lu l ulu.” Diye zılgıt çekti. Akşama doğru diğer avcılarda döndü. Yakaladıkları inekleri ahıra koydular. Avcılar toplamda altı inek yakalamıştı. Kadınlar da daha önceden otları istiflemişti. Avcılar ahırın içinden uzun süre çıkmadı. İneklere ve ot yiyişlerine bakıyorlardı. Avcılar çok sevinçliydi. Kolayca elde ettikleri zenginlik onları mutlu etmişti.

Kadınlardan biri ahıra girmişti. Avcı erkeklere “Sizi inekler mi doğurdu. İneklere yapışıp kaldınız. Ahırdan hiç çıkmıyorsunuz. Eşleriniz sizi çağırıyor.” Diye çıkıştı.

İlk sütü Abraka şafak sökmeden sağmaya başladı. Sütü küçük çömleklere sağıyor, sonra onları içi oyulmuş ağaçtan kütüklerin içine boşaltıyordu. Sağma işinde üç saate yakın uğraştı. Ağaçtan küpler altı adetti.

Abraka başını küpe eğip sütten yudumladı. “Nefis. Bir de yoğurt oldunuz mu?” diye söylendi. İnekler mutlu mutlu otlarını yiyorlardı. Şimdiye kadar hiö zorluk çıkarmamışlardı. Abraka ahırdan keyifle çıktı.

Sütün kendi kendine mayalanması için yedi gün gerekiyordu. Abraka bunu tecrübe etmişti. Sütün uzun sürede yoğurt olması can sıkıcıydı. Bir an önce yoğurt yapmak ve yemek istiyordu. Düşündü taşındı. Aklına bir fikir geldi. Yerinden kalktı. Bir kaba evindeki yoğurttan doldurdu.  Evden dışarı çıktı. Ahıra girdi. İçi süt dolu küplerin içine eşit miktarda yoğurttan döktü. Ahırdan çıktı. “Bakalım bu benim akıllıca fikrim iki gün sonra ne olacak.” Diye söylendi. Abraka iki günü zor geçirdi. Acaba süt mayalanacak mı. Lezzetli olacak mı? Diye aklı hep sütteydi.

Sonunda diğer avcılarla birlikte ahıra girdiler. Abraka seviniyordu. Ona soru sorulmadan konuşmaya başladı. “Anne sütün yavrusu yoğurttur. Yoğurdun süt ile daha mutlu olacağını düşündüm. Sütlere yoğurt karıştırdım. İşte gördüğünüz gibi her şey ortada. Ve ben yaptığım işe bir isim buldum. Yoğurt ile sütü karıştırmama ‘mayalama’ diyorum.

Avcılar yoğurdu elleri ile yemeye başladı. Bir kaçı keyiften küçük çığlıklar attı. Abraka onların yemeyi bırakmadığını görünce evden tahta kaşıklar getirdi. Kaşığın nasıl kullanılacağını öğretmek için kaşığı yoğurda saldırdı. Ağzına götürdü. Diğerleri onun gibi yapmaya çalışıyor ama beceremiyorlardı. Kaşık sapının en ucundan tuttukları için elleri titriyoır ve yoğurdu yere döküyorlardı. Uzun bir uğraştan sonra yoğurdu yere dökmeden yemeyi başardılar.

Sırada kadınlar vardı. Onları Tecavat gidip çağırdı. “Babam sizi çağırıyor. Yoğurt yiyeceksiniz.” Dedi.

Kadınlar ahıra girdiklerinde yoğurdu tattılar. Bu hoşlarına gitti. Hep et yiyen avcı kadınlar Abraka’ya “Bu nedir böyle. Nereden buldunuz?” diye sorular sordular.

Abraka “Bu yoğurt hiçbir bitkiden çıkmadı. Hiçbir ağaçtan alınmadı. Bu şu gördüğünüz ineklerin sütünden yapıldı.”

Kadınlar yoğurdun tarifini baştan sona Abraka’dan ilgiyle dinledi.

Nemengen araya girdi. “Kadınlar, istersek bu yoğurt ile yemekte yapabiliriz. Nasıl mı? Anlatayım. Evimizdeki buğday ile yapacağız. Kırılmış buğdaylar…”

Abraka kadınları orada yalnız bırakmak için avcı erkeklere . işaret verdi. Dışarı çıktılar.

Sattama çok şaşkındı. Amcasının oğlu Abraka’ya övgü olsun diye yere eğildi. “Sen Tanrıça Fagım’ın oğlusun. Sana sığınıyoruz.” Diye ellerini uzatarak yere kapandı.

Abraka onu yerden kaldırdı. “Yanlış şeyler yapıyorsun. Bu akıllıca şeyleri bana taşlar, böcekler kuşlar söylüyor. Ben önce yeni bir şey keşfettim mi bulduğum şey bana daha iyisini söylüyor. Eğer ben Tanrıça Fagım’ın oğlu olursam taş gibi olur yerimden kımıldayamam. Bildiğin gibi evimde ki Tanrıça Fagım taştan yapılma.”

Sattama durmuyordu. Abraka’a ha bire eğiliyor saygısını ifade ediyordu. Diğer avcılarda onun gib yapmaya başladılar. Birlikte Abraka’nın önünde eğilerek ellerini yere uzatıyorlardı.

Baktı ki bunun sonu gelmeyecek Abraka’da onların yanına geçip yere eğilip ellerini yere kapatıyordu. “Birden “Buldum.” Dedi. Avcılar ona baktı.

Abraka “İçimizde ki coşkuyu Tanrıça Fagım’a dökmek için benim yerime bir kap yoğurt koyacağım. Yere kapanırken Tanrıçamıza kutsanmış sözler söyleyeceğiz.” Dedi. Abraka yerinden kalkıp ahıra gitti. Elinde bir kap yoğurtla geri döndü. Yoğurdu önlerine koydu. “Tanrıça Fagım bizim mesajımızı alması için ‘Tanrıça Fagım, oğulların ve kızların için’ diyeceğiz. Yere kapanacağız. Bu vahşi avcıların hoşuna gitmişti. Beraberce defalarca eğilip kapandılar.

Tuna M. Yaşar

 
Toplam blog
: 235
: 350
Kayıt tarihi
: 14.09.10
 
 

1973 Karabük doğumluyum. Üniversite uluslararası İlişkiler mezunuyum. Arkeoloji ve okültizm ilgi al..