Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Ekim '17

 
Kategori
Öykü
 

Çok eskiden 6

Çok eskiden 6
 

Abraka mutluydu. Bir kez daha keşfettiği şeyi tuvalet inşasını hayata geçirmişti. Her şeyini tamamlamıştı. İçine bir çukur kazmış, üzerine ayak basacak yer olarak kalın ağaç dallarını kullanmıştı. Onları ağaç sarmaşıklar ile birbirine bağlamıştı. Damı bile vardı. Damı da ağaç dallarından yapmıştı. Hemen önüne yine ağaç dallarında bir kapı uydurmuştu.

Abraka keyifle tuvalete bir daha girdi. Deri giysisini çıkardı. Tuvaletini yaptı. Oradan çıktığında kendinden emin bir gururla içinden başarısını kutladı.

Abrakayı damından gören Akilan “Benim tuvaletim geldi. Orayı bende kullanabilir miyim?” dedi.

Abraka “Tabi yalnız oraya girmeden önce temizlik için taş bul. İçeride taş yok. İleride ona da çare bulacağım. Suyu tuvalete getireceğim.”

Akilan’ın acelesi vardı. Damından inip hemen tuvalete girdi.

Abraka soruyordu. “Söyle bana bir insan topluluğu nasıl medeni olur. Senden bunu duymak isterim.”

Akilan “Ben önce o toplumun temizliğine bakarım. Kıçı kokmuyorsa tamadır.”

Abraka “Bundan sonra ilk işim su ile temizlenmenin yöntemini bulmak olacak. Ben bunun için ağaç kütüklerinden faydalanacağım. Kütüklerin içini demir bıçakla oyup içine su dolduracağım. Ama hayalimde ırmak suyunu temizlik alanına getirmek var. Bunun için depo yapmayı düşünüyorum. Buna daha büyük ağaç kütükleri lazım. Bu da işi biraz zorlaştırıyor.”

Akilan “Derilerden birbirine dikerek bir depo oluştur diyeceğim ama dikişlerden su sızar. Bu sorunları çözmek gerçekten çok zor. Medeni olmak için düşünmeye devam.”

Yanlarına kardeşleri Bansan geldi. Konuştukları mevzuyu ona da açtılar. O da birkaç şey söyledi. En ilginci “Temizlik için tuvalet ırmağın kenarında olmalıydı.” Demesiydi.

Bu akla yatkındı. Abraka “Fakat ırmağı su içmek için kullanıyoruz. Bu tiksinti yaratır.” Diye karşılık verdi. Bu fikirden vazgeçtiler.

Bansan “Gençler ne zaman dönebilir.?” Diye konu değiştirdi.

Abraka “Ankara’ya gidip gelmeleri bir ay sürer. Tabi ki yolda oyalanmazlarsa. Benim endişem canavarlar. Gençlerde demir bıçaklar var. Kendilerini korurlar. Ama bir kahramanlık yapmaya kalkışmalarından endişe ediyorum. Tecavat yeni evlendi. Yakında karısı Kalet doğum yapacak. Kışa girerken filan. Benim aklıma takılan şey biz evlerimizle lükse alıştık. Eskiden ormanda yaşarken bir iki giysiyle yetinirdik. Kışları üşümezdik. Ne zaman ev yaptık içine girdik o, zaman biz evlerimizin içinde de üşür olduk.” Dedi.

İki kardeşi de bunu onayladı. Abraka devam etti. “Bizler ağaç sarmaşıklarından bir şeyler örebiliyoruz. En iyi örgümüz ağaç dallarından sepet örmek. Bunun hakkında hep düşünüyorum. Ur şehrinde gördüğümüz pamuktan örülmüş giysiler gibi bizde örebilsek derim. Bu işe en kısa zamanda el atmalıyız. Kışın üzerimize giydiğimiz tüylü hayvan postları artık bizi ısıtmıyor. Yatıp uyuduğumuzda bile tüylü postları kullanıyoruz. Ur şehrinin insanları uyurken olsun, giysilerinde olsun, hep örgülü pamuk kulanıyorlar. Kadınları güzel değil ama giydikleri entariler aklımı başımdan alıyor. O entarilerden bizim kadınların da giymesini isterdim.”

Akilan “Ben orada adına ‘tarak’ dedikleri hayvan boynuzundan yaptıkları şeyle karşılaştım. Bizim gibi saçlı erkekler tarak ile saçlarını düzeltiyorlardı. Birde makas dedikleri şeyi gördüm. Onunla uzamış saçlarını sakallarını kesip kısaltıyorlardı. Ur şehrine gittiğimiz iyi oldu. İleride orada gördüğümüz akıllıca şeyleri yapmaya çalışmalıyız.”

Abraka “Beni Ur şehrinde en çok şaşırtan şey yazıları oldu. O yazıları nasıl okuduklarını hayretle gördüm. Hilesi yok. Biri gelip yeni yazılmış yazıyı okuyor. Ondan habersiz bir başka kişi geliyor. Öncekinin söylediklerinin aynısını söylüyor. Ben buna öyle hayret ettim ki. Aklıma kerkes Tanrıça Fagım’la konuşsun diye onunla ilgili yazılar yazmak geldi.Ama yazılar nasıl yazılır onlarla nasıl konuşulur bilmiyorum.”

Akilan “Elimizde Tanrıça Fagım’la konuşabileceğimiz şeyler var. Tecavat’ın heykelciği var. İstersen bütün tanrıçaların heykelciklerini yapabiliriz. Sorun buysa mesele değil. Eğer Tanrıça Fagım’ın düşüncelerini öğrenmek ise bu bize uğursuzluk getirir. Ben yazılarla konuşan insanların uğursuzluğuna inanıyorum. Ya o yazılarda kötü şeyler varsa. İşte uğursuzluk bu olacak.”

Abraka “Biz de güzel şeyler yazarız olur biter. Mesela Tanrıça Fagım’a yaptığımız yakarışları yazarız.”

Akilan “Tanrıça Fagım lanetler. Sen onu bir yazıya hapsedersen Fagım oradan çıkamaz. Seni cezalandırır.”

Abraka “Ben de yazılarda kentimizi anlatırım. Ama en çok istediğim torunlarımızın bizi hatırlaması için resimlerle değil onlara yazılarla ulaşmak. Çünkü yazılar insanın ağzından çıkan sözleri avlıyor. Yani bilgi bir av ise yazı da onu avlayan bir avcıdır. Yazılar tıpkı bizim gibi avlanıyorlar. O yazıların ne avladıklarını bir bilsen. Aklın hayalin durur. Dedi ekledi. Ur şehrinde taş ocağında biri ile konuşuyordum. O bana bazı kutsal sözlerle insanın havada kuş gibi uçacağını söylemişti. O insan gökyüzünde uçunca tanrıların yanına çıkıp onlarla konuşurmuş. En ilginci ise o kutsal sözleri öğrenmek insanı lanetlermiş. O sözleri öğrenmek oldukça zormuş. Buna ancak rahip dedikleri kişiler ulaşabiliyormuş. Birde onlar tanrılarından yeni bir şey öğrenmek için herkesten gizli ayinle yaparlarmış. Yani bizim gibi tanrılara dua ederlermiş. Tanrıları ise bunu onlara büyük bedeller  karşılığında verirmiş. O kişi bu bedelin iki ülkenin birbirleri ile savaşması olduğunu söyledi.”

Akilan “Görüyorsun. Sen de söyledin. Bilgi denen şey insana bedel ödettiriyor. Bizim amacımız sadece bilgiyi öğrenmek olmamalı. Onu kullanmayı da bilmeliyiz. İşte insan öğrendiği bilgiyi kullanamazsa böyle tanrılar büyük bedeller ödetir.”

Abraka “Ne biliyorsun bilgiyi kullanmadığımızı. Hemen şuradaki tuvaleti görmüyor musun. Önemli olan lanete lanetle cevap verebilmek. Belki tanrılar ‘bak seni lanetliyorum. Sende benden örnek al. Lanetini konuştur’ diyor. Ben şuna inanıyorum. Gizli olsun, kutsal olsun bilgi paylaşılmalı. O bilgi paylaşılmadığı için insana lanet veriyor. Her şey yazıdan çıktı da ben son bir şey söyleyeceğim. Dedi ekledi. Ben Ur şehrindeki yazıları nasıl öğreneceğimizi yani onlarla nasıl konuşacağımızı buldum galiba. Biraz düşün. Önce ağzımızdan çıkan her sözcüğe bir şekil vermeliyiz. O şekilleri hiç unutmamalıyız. Daha da ileri gidersek o sözcükleri parçalara ayırıp her bir parçaya bir şekil verdik mi sorun çözülür. Mesela benim ismim Abraka. Bak benim dudağıma dedi. Ekledi. ‘Abraka Abraka. A derken farklı, B derken farklı, R derken farklı sonra yine A derken farklı K derken farklı yine A derken farklı şekil alıyor dudaklarımız. Bütün bun birbirinden farklı seslere birer şekil verdik mi al sana yazı ile konuşmanın yolu.”

Akilan korkmuş gibi ürkerek geri çekildi. “Abraka sen ne buldun böyle.” Dedi. Bir müddet Abraka’ya baktı. Sonra konuştu. “Ben korkmaya başladım. Bu bilgiyi keşke bana vermeseydin. Şimdi uzun süre bundan kurtulamam.” Dedi.

Abraka “Korkmakta haklısın. İşte bilgi insanı böyle korkutur. Ur şehrinin insanlarına da bu oluyor. Onlar korktukça bilgiye alışıyorlar. Elbet bizde korkacağız. Biz korktuğumuz bu bilgilerin üzerini örtü ile örtemeyiz. Bu bizi ölüme götürse bile bunu denememeliyiz.”

Damda oturup konuşan baba ve amcasını dinleyen Turave ayağa kalktı. İçeriye geçecekti ki Abraka “Turave kızım bize ayran yap ta gel.”

“Tamam.” Dedi Turave. Damdan içeri geçti.

“Benim Tecavat annesine taştan bir mücevher kutusu yapmıştı. Dedi Abraka. Devam etti. Mücevher kutusunu yapmayı bitirir bitirmez gökyüzü karardı. Şimşekler çaktı. Yağmur yağmaya başladı. O gün çok korktum. Tanrıça Fagım’ı kızdırdık mı diye düşündüm. Sonraki günlerim çok keyifli geçti. Kendi kendime ‘acaba bu aramızda Tanrıça Fagım’ın doğumu mu’ dedim. Öyle olmalı ki sonraki günlerde ‘zihin’ denen şeyi icat ettim. Şimdi zihin nedir diye soracaksın. Anlatayım. Biz avlanırken bizi yöneten kafamıza, akıllıca şeyler yaparken düşüncemize zihin dedim. Durdu ekledi. Daha ilerisi var. Unuttuğumuz bir şeyi tekrar hatırlamak diye bir şey var. Mesela sen bana bir şey söylersin. Aradan birkaç gün geçer. Ben o sözü unuturum. Onu hatırlamak için o şeyden içime alev kırmızısı kutsal ışığın aktığını düşünürüm. İnanır mısın. Unuttuğum o şey anında aklıma gelir. Ben bunu Ur şehrinde ki taş ocağında çalışırken öğrendim. Bana bunu söyleyen kişi ‘ağzını sıkı tut” dedi. Ben bunun etkisinde öyle kaldım ki her, şeyden içime alev kırmızısı şeyin aktığını düşünür oldum. Ve o alev kırmızısı şeye öyle inandım ki onunla yatar onunla kalkar oldum. Zaten güneşte o kutsal ışık gibi bize akmıyor mu. İşte düşüncemizin ışığı da böyle içimize akıyor. Ve o kişiye sordum.  ‘Böyle düşünceye ne deniyor’ dedim. Bana cevap vermedi. Galiba ismi benim bulmamı istedi. Ben de buna ‘Fornox’ ismini koydum.”

Akilan “Ben de bu yöntemle düşünebilir miyim?”

Abraka “Tabi istediğini düşünebilsin.”

Akilan oğlu Mitu’yu düşündü. Oğlundan içine alev rengindeki kutsal ışığın aktığını düşündü. Biraz zorlanıyordu. Aklına türlü türlü şeyler geliyordu. Yeniden odaklandı. Bu sefer gözünü yumarak düşünmeye başladı. Aklına oğlunun kalbi geldi. En önemli organ orasıydı. Bu sefer kutsal ışığın oğlunun kalbinden kendi kalbine aktığını düşündü. Daha da konsantre olmak için dilini damağına yapıştırdı. İşte oluyordu. Oğlunu görüyordu. Oğlu Mitu  ve arkadaşlarının birileri tarafından tutsak olduğunu görmeye başladı. Az sonra gençlerin büyük bir ateşin yanına getirildikleri aktı içine. Hemen gözünü açtı Telaş içindeydi.

“Abraka az önce gençlerin başının belada olduğunu gördüm. Acaba gerçekten öyle mi?”

Abraka “Hemen hazırlanalım. Gidiyoruz. Dedi  ekledi. Bana Fornoxu tarif eden kişi ‘içine bir şey geldi mi ona mutlaka inan. Sonra geç olur pişman olursun’ demişti. Ben bunun peşini bırakmayacağım.”

Abraka damdan içeriye seslendi. Karısı Nemengen’i çağırdı. Nemengen içeriden dama çıktı geldi.

Abraka “Biz gençlerin peşinden gideceğiz İçimizde tuhaf şeyler hissettik. Biliyorsun biz hislerimizde yanılmayız. Mutlak doğruları biliriz. Bizim için endişe etmeyin.”

Nemengen telaşlanmıştı. “Ağzınız ne söylüyor sizin. Tecavat’a bir şey olursa ben yaşayamam.  Diye  tepkiiisini dile getirdi.

Abraka “İşte biz mutlak mutluluk için hislerimize hep güveniyoruz. Diye söylendi. Devam  etti. “Tecavat’ı ve diğerleri ile en yakın zamanda geri döneceğiz. Hoşça kalın.” Dedi.

Abraka Bansan’a döndü “Sen kentte kalıyorsun. Dedi. Ekledi. Birilerinin geridekilere sahip çıkması gerekiyor. Biz üç kardeşiz. Sattama’nın mahiyeti ne kadar akrabamız ise de onlar burada yeni. Buraların üstesinden ancak biz geliriz. Senin liderliğine ihtiyaçları var. O yüzden bunu üstlen. Dedi.”

Mızrakları, torbaları ve okları ile iki kardeş kent halkına açıklama yapmadan sessizce kentten uzaklaştı.

Damdan Nemengen Akilan’ın karısı Cenbali’ye sesleniyordu. Cenbali çıktı geldi. Nemengen “Abraka ile Akilan az önce gençleri bulmaya gideceklerini söyledi. Akıllarına bir şey mi ne gelmiş.  O yüzden  gençleri takip etmeye çıktılar.” Dedi. Cenbali” Bizimki böyle şeyleri pek sever. Ama başı da beladan kurtulmaz. Gençlerin hayatı söz konusu ise onları takip etmeye çıkmaları iyi olmuş.”

Kent kısa zamanda apansız ayrılan iki avcıdan haberdar oldu. Sattama elini alnına götürüp uzaklara doğru onları görebilecekmiş gibi baktı durdu.

Abraka “Mola  verelim.” Dedi. Kafalarındaki telaş hem zihinlerine hem hızlanmalarına engel oluyordu. Tepedeki güneş sıcak ve kavurucuydu. Ormanın içindeydiler. Ama güneşin ışığı ağaçların arasından teklifsizce giriyordu. Oturdukları ağacın gölgesi onları bir nebze serinletmişti.

Abraka “Çok yoruldum.” Dedi. Beline iple bağlanmış, dikişsiz tekparça, deriden matarasını aldı. Ağzına dikti. Bir içişte matarayı boşalttı. Akilan’da aynısını yaptı. Abraka “Gece olsaydı yıldızlara bakar ne kadar yürüdük bilirdim. Epey yol kat ettik. Güneş biz kentteyken yeni doğmuştu. Şimdi güneş tepemizden biraz inmiş durumda. Baksana biz yürürken gölgemiz yavaş yavaş uzadı. Tecavat’lardan iki gün uzağız. Biraz hızlı gidersek ve gecede biraz yürürsek üç dört gün içinde onlara ulaşabiliriz.”

Akilan “Tabi gençler benim gördüğüm şeylerle karşılaşmadılarsa. Dedi. Ekledi. Fornox esnasında görüntüler öyle gerçekti ki. Adeta ürperdim. İnsan bu kadar gerçek görebilir mi. İnsan bir şey bildi mi telaşa kapılıyor.”

Abraka sözünü kesti. “Fornox Tanrıça Fagım’ın bize verdiği büyük bir nimet. Onun bizle beraber olduğuna inanıyorum. Çünkü Fagım senin fornoxu öğrenmeni istedi. Bizi takibe çıkarttı. Gelirken ormanın içinde kuşların sesini dinledim. Bana ‘Gençlere çok yaklaştınız. Acele edin.’ Diyorlardı.”

Akilan “Sen kuşlarla da mı konuşuyorsun?” diyerek hayret ve şaşkınlığını dile getirdi.

Abraka “Kuşlarla konuşmak için küçük bir fısıltı yeter. Onlarla ben sözlerimle değil düşüncemle konuşuyorum. Önce onlara bilmedikleri önemli şeyleri içimden fısıldıyorum. Ardından bana her şeyi söylemeye başlıyorlar.”

Akilan “O fısıltı nedir. Onlara ne söylüyorsun?

Abraka “Onlar cik cik diye konuşurlar. Bende onların sözünü değiştirip ‘cuk cuk’ diyorum, ‘uc-uk uc-uk’ diyorum, veya ‘cakan cakan’ veya ‘cakun cakun’ veya ‘caikun caikun’ diyorum. Onlar bu yeni şeylere ilgi duyup beni dinliyorlar ve benden etkileniyorlar. Sonra benim sorularıma cevap veriyorlar. Sende yapabilirsin. İçinden bir şarkıyı kuşların söylediğini düşün. Kısa zamanda onların senin şarkını beraberce söylediğini duyacaksın.”

Akilan şaşkındı. Ne diyeceğini bilemedi. “Şaştım kaldım doğrusu. Ben hep kuşların ne konuştuklarını merak eder dururdum. Senin gibi  içimden kuşlarla konuşmaya çalışırdım. Ama bana cevap vermezlerdi. Demek onlara bir şeyler fısıldayacaksın. Bence bunu kentte kimseye söyleme. Bende söylemeyeceğim. Kenttekiler bunu öğrenirse uğursuzluk yaşarlar. Görüyorsun. Ankara’dan tanıdık kabileler çağırmaya yeltendik. Gençlerin tutsaklığı ortaya çıktı.”

Abraka “Bende farkındayım. Tanrıça Fagım bize, öğrettiği her yeni şeye karşılık bizi zorlayarak ta olsa karşılığını alıyor. Ama bizi yalnız da bırakmıyor. Baksana gençlere fornox yapmak benim aklımda değilken sen yaptın. Onların tehlikede olduğunu gördün. İşte bu yalnız olmadığımıza bir işaret.” Dedi. Ayağa kalktı.

Tam o sırada ormanda bir grup ilkel avcı fark ettiler. Saçları uzun, karışık sakallı, elinde sopalar olan avcılar. Hemen oturdukları ağacın arkasına sindiler. İlkel avcılar biraz yakınlaştı. Biri “Daha çok odun toplayalım. Acele edin. Reisimiz bekliyor. Onları yemek için can atıyor.” Biraz arandılar. Yerden kırık dal parçaları topladılar. Sonra oradan geldikleri yöne doğru uzaklaştılar. Abraka sessiz adımlarla onları takibe başladı. Akilan onu gerisinden takip ediyordu. Bellerini eğmiş vaziyetteydiler. Uzun bir görüntü verip dikkat çekmek istemiyorlardı. Eğilme onlara bir tür kamufle sağlıyordu.

Abraka uzaklardan dumanların geldiğini gördü. İlkel avcıları takipteyken dumanlı yere gittikçe yaklaştılar. Abraka gözlerine inanamadı. Gençler birer kazığa bağlanmış o kazıkları da bir dayanağa koymuşlardı. Gençlerin altındaki alevler yavaş yavaş yükseliyordu. İlkel avcılar gençleri çevirme yapıp yiyeceklerdi. Abraka kuşağındaki demir bıçağı çıkardı. Kardeşine de aynı şeyi işaret etti. Sonra “Hey.” Diye bağırdı.

Birden bir sürü baş Abraka’ya çevrildi. “Hulu gu. Hulu gu.” Diye birbirine bağırdılar. Sonra iki yabancıya doğru koştular. Kavgada kan gövdeyi götürüyordu. Abraka üzerine gelen avcıların karnına bıçağı saplayıp çıkarıyordu. Aynı şeyi Akilan da yapıyordu. Yere kısa zamanda on altı avcı serdiler. Diğer avcılar arkadaşlarının kan revan içinde olduğunu görünce korktular. Geri çekildiler. Ellerindeki sopaları uzatmış tetik vaziyetindeydiler. Abraka üzerlerine yürüyünce korkup kaçtılar. Ateşin başındaki kalan birkaç kişi ise üzerlerine gelen iki yabancıya korku ile baktılar. Telaşla koşup oradan uzaklaştılar.

Hemen gençleri bir bir bağladıkları kazıklarla birlikte dayanaktan çekip yere indirdiler. Gençlerin bağlarını bıçakları ile kestiler.

Abraka “Hemen buradan uzaklaşmalıyız. Bunlar tekrar çoğalarak üzerimize gelebilirler.”

Gençler çadırların birine gitti. İlkellerin korumaya aldıkları deriden torbalarını aldılar. İçlerini kontrol ettiler. Yiyecekleri içindeydi. Yalnız demirden bıçakları yoktu.

Tecavat “Baba bıçaklarımızı almışlar.” Dedi.

Abraka “Bırakın bıçakları. Hemen buradan gidiyoruz.” Ve orayı koşarak terk ettiler.

İstikamet yine Ankara’ydı. Yürüyüş günlerce sürdü. Varmaları gereken Ankara’ya bir türlü varamıyorlardı. Abraka gece yıldızları kontrol ediyor ama yıldızlar ona bir türlü rota vermiyordu. İstikamet yönünü şaşırmışlardı. Bu Abraka’nın başına hiç gelmemişti.  Ankara’daki tanıdık kabileler bir tepenin eteğindeydiler. Orayı iyi hatırlıyordu. Ve geldikleri yönü de daha önce tecrübe etmişti. Şimdiye menzile varmaları gerekiyordu.

Bir süre sonra önlerine hep dik ve devasa dağlar çıkar olmuştu. Kendilerini o dağların arasında dev ağaçların oluşturduğu ormandan kaybolmuş buldular. Geceydi. Abraka uzun uzun yıldızlara baktı. “Ben derim ki aynı istikamette yürümeye devam edelim. Burnuma nem kokuları geliyor. Aynı nem kokusunu  denizi olan Antalya’ya gidişimizde de almıştık. Galiba atamız Meştaka’nın bilmediği başka bir denizi keşfetmek üzereyiz.” Dedi.

Kafile mola vermişti. Gecenin karanlığında bir ağaca çıktılar. Ağacın dalları öyle çoktu ki yatay olarak ta uzanmış olmaları onların rahatlıkla yerleşmelerini sağladı. Gençler hemen uykuya daldı. Yalnız Tecavat uyanıktı Akilan da uyumuştu.

Abraka diğerlerini uyandırmamak için kısık bir sesle  “Söyle bakayım Tecavat ellerinizde demir bıçaklar olduğu halde nasıl oldu da yakalandınız?” diye sordu.

Tecavat “Bizden güçlü ve kuvvetliydiler. Kalabalıktılar. Hepsi bir anda üzerimize çullandı. Bıçaklarımızla hamle yapalım dedik ama çok geç kalmıştık. Bizi önceden takip etmiş olmalılar ki bir anda karşımıza çıktılar. Dedi sordu. Peki siz nasıl buldunuz bizi. Ve niye bize ulaştınız. Biz sizin gelmeyeceğinizi zannediyorduk. Nasıl oldu da bizi kurtarma  tesadüfünüz gerçekleşti?”

Abraka sır vermek istemedi. Çocuklara fornoxu anlatıp kafalarını karıştırmak istemiyordu. “Kurtuldunuz ya siz ona bakın. İllaki bir şey öğrenmek istiyorsan söyleyeyim. Sizin haberinizi Tanrıça Fagım aracılığı ile aldık. Hepsi bu.”

Tecavat “Hala şoktayım. Ya siz gelmeseydiniz. Ya bizi yeselerdi. Demek Tanrıça Fagım ağlamış ve üzülmüş olmalı ki sizinle irtibata geçti. Ama neden biz Fagım ile konuşamıyoruz. Yoksa siz büyüklerin bizim bilmediğimiz şeyleri yalnızca, kendinize benzeyen evlilere mi açıyorsunuz. Yoksa evlenmeyen gençler evlenince bu sırları onlara da açacak mısınız.” Durdu devam etti. “Ben Kalet ile evlendim. Ama bana gizemli şeyler söylemediniz.” Dedi.

Gençlerin hepsi uyurken yalnız Tecavat’ın uyanık kalması onun bir işareti fark etmesine neden oldu. “Baba elbette biliyorum ki evlilik dünyası diye bir şey vaar. Ve bu dünyada sırların olduğunu biliyorum. Bu sırları bazı evlilik yapmışlara açıyorsunuz bazılarına açmıyorsunuz. Evlenmemişlere ise hiç açmıyorsunuz. Düşüncelerimde doğru muyum sence?” dedi.

Abraka “Düşüncelerinde doğrusun. Madem böyle bir şey keşfettin. Anlatayım.  Biz evlilik yapmış olanlar güvenliğimiz olsun, ailevi olsun, toplumumuzun mutluluğu için bazı sırlara vakıfız. Ve bu sırlarla ayakta kalmaya ve yaşantımızı kolaylaştırmaya çalışıyoruz. Tanrıça Fagım ilk avcı ve toplayıcı insanı yaratınca ona eşyaların ismini öğretti. Ve Fagım ‘Bu öğrettiklerimi karına ve soyundan evli çocuklarınıza öğret. Onlardan bazıları bunu hak eder bazıları etmez. Hak etmeyenlere söyleme.’ Demiş. Ve ilk avcı Tanrıça Fagım’ın ülkesinde yaşarken önüne gelen herkese eşyaların ismini ve Fagım’la olan konuşmalarını söylemiş. Tanrıça Fagım’da kuralını çiğneyen bu ilk avcı insanı ülkesinden kovup bu yaşadığımız topraklara sürmüş. Görüyorsun. Öğrenmek çok önemli. Öğrendiğin şeyi söylemekte acele etme. Belki zaman gelir öğreteceğin şeyin sana ne kadar zararlı olduğunu görür bundan vaz geçersin. İşte şimdi bu sözlerimle evlilik dünyasına gerçek olarak adım atmış durumdasın. Bu sırlar ile yalnız benimle temasa geç. İleriki yaşamında bu sırlarla artık kendin karar verebilecek duruma geçeceksin. Sizin tehlikeye düşüşünüzü bilmemiz de evlilik dünyasının bir harikası olarak kabul et. İleride sana bu kademeye geçmen için ehil olduğunda o sırrı söyleyeceğim. Şimdilik yeter. Artık uyuyalım. Konuşarak uyuyanları rahatsız etmeyelim.”

Gecenin karanlığında yalnızca baykuşlar ötüyordu. Bir de cik cikleyen küçük kuşlar. Ay bütün görkemi ile bulutlar arasından göründüğünde Abraka bir tıkırtıya uyandı. Oturduğu yerden tıkırtının kaynağını araştırdı. Bir şey bulamadı. Ama tekrar uyumadı. Bir şeyler ters gidiyordu. İllaki o tıkırtının mahiyetini bulacaktı. Uzun süre ormanın karanlık zeminini gözleri ile taradı. Evet orada  hemen ileride ağacın altında bir şey dikkatini çekti. Önce hayvana benzetti. O hayvan olduğu yerdeki ağaca tırmandı. Sonra kolları gerildi. Bir vınlama duydu. Abraka hızla başını kenara çekti. Ağaca bir şey saplanmıştı. Bu bir oktu.

“Uyanın uyanın. Basıldık.” Diye bağırdı. Gençler ve Akilan telaşla uyandılar. Abraka Komut veriyordu. “Hemen aşağı inin. Çabuk çabuk.” Aşağı ilk inen Abraka’ydı. Diğerlerinin inmesini telaşla bekledi. Diğer taraftan okun geldiği yöne bakıyordu. Herkes ağaçtan inince koşmaya başladılar. Karanlıkta bir şelalenin olduğu yere geldiler.

Abraka “Ben ok atanın bir kişi olduğunu gördüm. Ama o kişi bununla yetinmez gider kabilesini bizim peşimize takar. Sabaha kadar yürüyeceğiz. Haydi.” Dedi.

Tekrar yürümeye başladılar. Ama önlerine çıkan çok büyük bir dağın eteğinde olduklarını fark ettiler. İşleri oldukça zorlaşıyordu.

Abraka “İlkel avcılar ancak düzlük yerlerde kahramanlık gösterebilir. Onların dağda bir takibe başlaması düşünülmez. Çünkü dağlar saldırıya geçenin manevrasını kısar savunmaya geçeninkini ise genişletir. Bu bir doğa kanunudur.” Diyerek onları biraz olsun sakinleştirmeye çalışıyordu.

Sabah olmuştu. Tepeye doğru tırmanıyorlardı. Bitip tükenmişlerdi. Abraka dışında herkes mola verilmesini istiyordu. Abraka “Dağın tepesine birkaç adım daha kaldı. Tepenin ilerisinde deniz var gençler. Bakın gök yüzündeki martılara. Bu martılardan Antalya’da vardı. Ben yanılmam.” Dedi. Kafile son bir gayret ile zorlukla tepeye ulaştı. Deniz uçsuz bucaksızlığı ile onlara gülümsüyordu. Tecavat dışında herkes şaşkınlık içindeydi. Abraka buralarda deniz olduğunu nasıl bilebilirdi. Denizi ilk kez gören gençler şaşkınlığını hemen üzerlerinden attı. Aşağı doğru inişe geçti. Abraka Tecavat ve Akilan geriden gelerek iniyordu. Abraka onlara “Ben buranın unutulmaması için bir isim buldum. Buraya ‘Karabük’ diyorum.

Akilan Birkaç defa “Karabük Karabük” diye söylendi. Sonra konuştu. “Neden buraya Karabük diyorsun?” diye sordu.

Abraka “Dağa çıkmadan önce dağın eteklerinde kapkara taşlar vardı. Bükünce hemen kırılıyorlardı. Bende bükmek ile karayı birleştirdim. Karabük dedim.”

İki kardeş denizin kıyısında oturuyordu. Gençler ise denizde yüzüyorlardı. Abraka “İstersen senin ağından yapalım. Antalya’da yapamadığını burada yaparsın. Bende sana yardım ederim. Bakalım balık yakalayabilecek misin. Denemiş oluruz.” Dedi

Akilan “Yapalım ama buralarda sarmaşık ağaçları yok ki. Etrafına baksana. İşimize yarar birkaç ağaçta ormanların içinde. İllaki ağ yapalım diyorsan gençler denizden çıksın öyle. Ben o yüksek ağaçlara tırmanacak kadar genç değilim. Yaşım olmuş otuz sekiz. Durdu devam etti. Sahi sen kaç yaşına bastın?”

Abraka “Kırk iki yaşındayım. Ben yaşımı unutmamak için duvarıma her geçen sene için çizgi çizerim. Biz avcılar için en ileri yaş elliyi geçmiyor. Dedi sonra sordu Ne dersin gençler denizden çıksın mı?”

Akilan gençlere ıslık çaldı. Gençler yüzmeyi bırakıp sahile baktılar. Akilan’ın gel işareti ile yüzmeyi bırakıp denizden ağır adımlarla kıyıya çıktı.

Ailan “Biz Abraka amcanız ile balık ağı öreceğiz. Bize ağaç sarmaşıkları toplayabilir misiniz?”

Gençler olumlu yanıt verdi. Tecavat babasının demir bıçağını aldı Arkadaşları ile ormana girdi.

Abraka konuşmaya başladı. “Ömrümde bir kez Antalya da deniz balığı yedim. Yakalarsak bu ikinci olacak. Keşke kenttekilerde tatsa.” Diye söylendi.

Akilan “Neden bir denizi olan yerde yaşamıyoruz. Tıkılıp kaldık Çatalhöyük’te. Neymiş orada kil toprak bulunurmuş. Atamız Meştaka’nın barınağını gördün. Sapasağlam taştan.”

Abraka sözünü kesti. “Çok stratejik düşünmüyorsun. Çatalhöyük’ün av hayvanı ile Antalya’nın ki farklı. Biz geyikleri avlarız. Antalya’da hem geyik yok hem manevra alanı dar. Biz kentimizin girdisini çıktısını biliyoruz. Antalya’ya ise alışmamız çok zor olur. Ve bu alışma esnasında kayıplar verebiliriz. Çünkü sende gördün. Orada ayılardan geçilmiyor.  Tanrıça Fagım korusun. Dağlara taşlara. Ayılar çocuklarımızdan birini kaparsa biz ne yaparız. O yüzden ben denizlere taşınmaya karşıyım. Ama denizleri keşfetmeye taraftarım.”

Bir saat sonrasıydı. Gençler ormandan eli boş dönmüştü. “Hiçbir yerde sarmaşık ağacı bulamadık” diyorlardı.

Tecavat “İsterseniz balığı mızraklarımızla avlayabiliriz. Denizin tabanına daldığımda balıklar gördüm.” Dedi. Ardından gençler mızraklarını aldı. Denize girdi.

Birkaç dakika geçmişti ki Mitu heyecanla “Yakaladım.” Diye bağırarak mızrağının ucundaki balığı gösterdi. Denizden çıkıp balığı sahile bıraktı. Tekrar denize girdi. Kısa sürede Tecavat’ta balık yakaladı.

Akilan “Bu gençlere şaşılır doğrusu. Geyik mızrağı ile balık avlamak. Oldu olacak geyik etini denize atalım. Balıklar onu yemek için toplansın. Bizde kolayca balıkları avlayalım.”

Abraka “Doğru söylüyorsun. Bu şekilde değil ama balıkların yiyebileceği şeyler yem olmalı. Mesela solucan veya ekmek hamuru gibi şeyler. Balık ancak bu dillerden anlar.”

Gençlerin balığı on beşe çıkmıştı. Hepsi koca koca balıklardı. Hepsi aynı tür balıklardı.

Abraka “Bu balık çeşidine bir isim buldum. Ben bunlara ‘Kefal Balığı’ diyorum.” Dedi. Ardından gençlere seslendi. “Gençler gelin artık. Bu kadar tuttuğunuz balık yeter.”

Gençler denizden çıktı. Abraka onlara kuru dallar bulup getirmelerini söyledi. Az sonra dallar geldi. Abraka balık ziyafeti için işe girişti. Tam ateş yakmak için sürtme çubuğu ile pozisyon almıştı ki iki ayının onlara doğru koştuğunu gördüler. Gençler balıkları kaptırmak için onları hızla derinden torbalarına doldurdular. Sonra koşarak oradan uzaklaştılar.

Geriye dönüp bakıyorlardı. Ayılar peşlerini bırakmamıştı. Israrcıydılar. Avcılar koşuyor ayılarda koşuyordu. Sahilde koşmanın işe yaramadığını fark ettiler. Otomatik olarak ayılar onları görüyordu. Ormana girmeyi denediler. Ayılar belki ağaçlardan dolayı görüş alanı zayıflar takibi bırakırlardı. Öyle yaptılar.

Ormanı sahile paralel olarak kat ediyorlardı. Ayılar durmuştu. Acılar bir müddet daha denize paralel ilerledi.

Abraka “Durun dedi. Sahilde biri var. Dikkatli olun görünmeyin.”

Ormanı çıkıp sessiz adımlarla yabancıya yaklaştılar. Bir kadındı bu. Sahile sırt üstü yatmış güneşleniyordu galiba. Burada tek başınaydı. Avcıların görebildikleri buydu. Cesaretlendiler.

Abraka “Hey.” Diye seslendi. Kadın yerinden doğruldu. Onlara baktı. Hiçte korkmuşa benzemiyordu. Kadın onlara eliyle gel işareti yaptı. Avcılar yaklaştı.

Kadın “Korkmayın yemem sizi.” Diye söylendi. Kadının dili avcılara yabancı gelmiyordu. Kendileri gibi eski sami dilini konuşuyordu.

Abraka “Senin adın nedir?”

Kadın “Adım Jadakan.” Diye cevap verdi.

Abraka “Senin kabilen nerede. Herhalde buralarda yalnız yaşamıyorsun?”

Jadakan “Elbette yalnız yaşamıyorum. Yalnız kabilemin arasında hiç erkek yok. Ve biz erkekleri hiç sevmeyiz.”

Abraka “Yaşadığınız yere ne isim veriyorsunuz. Biz yaşadığımız yere Çatalhöyük diyoruz.””

Jadakan “Oldukça değişik bir isim. Hoşuma gitti. Dedi devam etti. Bizim yaşadığımız yerin ismi yok. Yalnız bize amazon kadınları derler. Biz bir çok savaşlar kazandık. Bir çok insanın canlarına kıydık. Ben amazon kadınlarının lideriyim. Biz kadınları bir araya toplayan sebep kadınların kocalarından şiddet görmesidir. Ve biz her an savaşa hazır haldeyiz. Siz kalabalık değilsiniz. Size zararımız dokunmaz. Eğer bana inanıyorsanız size bir hediyem var.” Dedi Yanındaki yeşil kabuklu fındıklardan uzattı. Abraka fındıkların bir tanesini ağzıyla kırdı yemeye başladı.

Jadakan “Fındığı ağzınla kırma. Dişlerine zarar verirsin. Benim gibi taşla kır.” Dedi örneğini gösterdi. Fındık Abraka’nın hoşuna gitti.  Ağzını şaplatarak fındığı yuttu.

Jadakan “Bizim yaşadığımız yerde bunlardan çok var. Biz buna fındık diyoruz.”

Abraka da bir dostluk sunmak istiyordu. Deri torbasından şimdiye kadar hiç yemediği ekmeği çıkardı. Jadakan’a verdi.

Jadakan ekmeğin tadına baktı. “Bu çok nefis. Bunu nasıl yaptınız?” diye sordu.

Abraka “Buğdayı dövdük. Su ile yoğurduk. Sonra ateşte pişirdik.”

Jadakan “Sizler zeki insanlara benziyorsunuz. Görünüşünüz ve davranışınız hiç ilkel değil. Galiba sizi kabilemize kabul edebiliriz.”

Abraka  her zaman şüpheciydi. Bu yüzden hep kazandığını düşünüyordu. Jakadan ve kadınlardan oluşan kabileye davete ikircikli yaklaştı. “Bizim yolumuz uzun. Sizinle gelip zaman kaybedemeyiz.” Dedi.

Jadakan çok sinirlendi. Ve vahşi kişiliğini göstererek yanında duran hançerini sezdirmeden ayağa kalkarak hızla Tecavat’ın kalbine sapladı. Hızla koşarak oradan kaçtı. Avcılar donup kalmışlardı.

Abraka “Oğlum oğlum.” Diye söylendi. Kucağında Tecavat hüzünle ona bakmakta.

Tecavat’ın kalbini kontrol ettiler. Anında ölmüştü. Her şey için artık geçti. Kentte olsaydılar belki bir şey yapabilirlerdi.

Abraka “Oğlum oğlum.” Diye tekrar söylendi. Gözleri yaşardı. Orayı hemen terk etmeleri gerekiyordu. Amazon kadınları her an bir baskın yapabilirlerdi. Tecavat’ı bacaklarından, kollarından ve belinden tutarak hızla orayı terk ettiler.

Tecavat’ı daha fazla yanlarında götüremezlerdi. Bir çukur kazıp Tecavat’ı oraya gömmeliydiler. Sahilden  ormana teakrar geçtiler. Akilan ve Abraka bıçakları ve elleriyle bir çukur açtılar. İçine Tecavat’ı yavaşça koydular. Sonra üzerini acele ile toprakla örttüler. Yere diz çökmüş bir vaziyet aldılar. Bir süre mezarı seyrettiler. İçlerinden ne geçenler hüzün ve ayrılıktı.

Bu onlara iyi gelmiş olmalı ki Abraka “Artık Tecavat’ı gözlerimizle taşıyacağız. Onun bizimle yürüdüğünü unutmayın. En ufak bir hata yapıp onu incitmeyin. Onun sevdiği şeyleri düşünün. Bu ona iyi gelecektir. Ölüler hatırlanmayı çok severler. Hele onların dilinde konuşursanız. Onlar dilleri ile değil düşünceleri ile konuşur. Dedi ekledi. Kim bilir annesi Nemengen ne kadar üzülecek. Tecavat annesinin biricik oğluydu. Tanrıça Fagım bizden bir bedel aldı. Bu bedelin peşini bırakmayalım. Ve yeryüzünün tek odağı olan ödüle doğru yürüyelim. O ödül aklımızın ışığı, kalbimizin ışığıdır. Bu ışıkta Tecavat’ı yeniden yaşıyor olduğunu göreceğiz. Onu görmek için sabredin ve bekleyin.” Bu merasimle orayı terk ettiler. Yine sahile çıkıp güneşin battığı yöne doğru ilerlediler.

Ormanlardan her zamanki gibi kurt ulumaları geliyordu. Kurt sesleri çoğalmıştı. Bu hayra alamet değildi. Akşam olmak üzereydi. Bir ağaca çıkıp dinlenme evresine geçmeliydiler. Karınları açtı. Acele ile ateş yaktılar. Deri torbalarındaki balığı kızartmaya koyuldular. Balıkları kısa bir pişirme ile ateşte aldılar. Hemen bir ağaca tırmandılar. Akşam yiyeceklerini zevkle yemeye başladılar.

Karşı taraflardan çığlıklar geliyordu. Abraka dikkatle o yöne doğru baktı. Birini gördü. Ama bu hayvandı. Tıpkı insanlara benziyordu. Çok ilkel bir avcıda değildi. Abraka “Bu da nesi?” diye söylendi. Sonra aynı cinsten bir keç hayvan daha çığlık atar oldu. Hayvanlar dudaklarını büküp “Uuuuu” diye çığlık atıyordu.

Abraka “Gelin bu hayvana  bir isim bulalım. Dedi devam etti. Bunlar çok heyecanlı görünüyorlar ve öyle bağırıyorlar. Bizlere benziyorlar. Dedi ekledi. Tanrıça Fagım daha senin ormanlarında nelerle karşılaşacağız?”

Akilan “Ben bir isim buldum. Bunlara ‘Maymun’ diyelim. Bizim kentin uzaklarındaki May gölü ile mun sözünü birleştirdim.”

Gençlerden Tuluşka “Akilan amca Tecavat öldüyse nasıl bizimle beraber olacak?” diye sordu.

Akilan “Her şeyin bir canı vardır. Şu maymunlarda bile can var. Ama biz o canı göremeyiz. Yalnızca Tanrıça Fagım görebilir. Bir avcı ölünce vücudundan çıkar. O artık özgürdür. O özgür canın bizim gibi kolları ve bacakları vardır. Ama görünmez. Ölülerin canları ancak karanlıkta görünür. Tabi onları çok dikkatli izlersen. Onlar gündüzleri istediği insanın içine girer çıkarlar. Ölüler yaşayan birinin vücuduna girdi mi yaşayan kişi onu fark etmez. Ölü ise girdiği vücutta yaşayanın kontrolü altındadır. Yaşayan uyumaya yattığı an ölü onun vücudundan çıkar. Biz yaşayanların bedenine her çeşit ölmüş avcı insan girer çıkar. Onları vücutlarımızdan uzaklaştıramayız. Çünkü bizi rahatsız etmezler ve biz onları fark edemeyiz. Ancak kötü canlı ölmüş biri vücudumuza girdi mi hemen rahatsız oluruz.  O zaman sinirleniriz kavga ederiz. Biz sakinleştiğimizde kötü ölüler içimizden çığlık atarak çıkmak zorunda kalırlar. Çünkü kötülükleri önlenmiş ve buna çok kızmışlardır.”

Mitu babasının bu açıklamasına hayran kalmıştı. Yanında oturan Tecavat’ın kardeşi Menda’ya “Sen benim içime öldüğünde kesinlikle girme. Çünkü ben ölülerden korkarım. Bende senin içine öldüğümde girmeyeceğim. Anlaştık mı?” dedi.

Tuluşka “Ya ben girersem.” Diye araya girdi.

Mitu “Sende giremezsin. Çünkü seni de tanıyorum. Zaten ne gelirse tanıdık insanlardan geliyor. Eğer ben ölürsem söz kimseyi rahatsız edip içine girmeyeceğim. Dedi babasına sordu. Peki baba neden ölüler yaşayan insanların içine girer?”

Akilan “Ölü insanların canı naziktir. Güneş ışığına dayanamazlar. Onlar hep gölge yerlerde yaşamak isterler. Yaşayan insan hem gölge hem onlara sanal bir dünya sunduğu için ölü canlar hep yaşayan insan vücutlarına girmek isterler.”

Tuna M. Yaşar

 

 
Toplam blog
: 235
: 350
Kayıt tarihi
: 14.09.10
 
 

1973 Karabük doğumluyum. Üniversite uluslararası İlişkiler mezunuyum. Arkeoloji ve okültizm ilgi al..