Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Ekim '17

 
Kategori
Öykü
 

Çok Eskiden 8

Çok Eskiden 8
 

Sattama ve Abraka damda oturuyorlardı. Abraka “Bizi yolculukta en çok zorlayan mızraklarımız oldu. Her avda mızrağımızın ucundaki taş gevşiyor bazen yere düşüyordu. Taşları yerine bağlamak çok vaktimizi alıyordu. Mızrağın ucuna taş dengeli bir şekilde yerleştirmek çok önemli. Bilirsin taşları ancak deriden kesilen iplerle bağlayabiliyoruz. Yanımızda taş keski yerine demir bıçaklarımız vardı. Kestiğimiz deri ipler mevcut ama avda kırılan ve uçları yalama olan mızrakları atıp yeni mızrak arayışı içine giriyorduk. Sağlam ve düz ağaç dallarını bulmak mümkün değildi.”

Sattama içindeki avcılığın coşkusu ile konuşmaya başladı. “Ben geyiği elimle bile avlarım. Ama onlara yaklaşırken oldukça sinsi olacaksın. Bir çitadan bile daha iyi olacaksın. Otlarla gizlenebiliyorsan son aşamada kementle onu yakalayacaksın.”

Abraka “Sattama, amcamın oğlu biz bir kent inşa ettik. Etmeye de devam ediyoruz. Yakında daha da kalabalıklaşacağız. En büyük endişem avlanacak geyiklerin azalması. Elbet avcılarımız geyik bulamayınca çok uzaklara avlanmaya gidecek. Bu da bazı sorunları doğurur. Uzaklarda ya aslanlarla karşılaşırsın veya başka bir canavarla. Daha başka ilkel insanlarla karşılaşmakta mümkün. Bence biz tarımı geliştirmeliyiz. Bunca insan ancak tahılla doyar. İhtiyaç olursa avlanmayı da arada sırada yaparız. Tahılı yenecek hale getirmeyi keşfettik. Ben akıllıca şeyleri hep tarımda bulalım diyorum. Çünkü geleceğin insanı artık avlanmayacak. Daha da akıllıca şeyler yaparak hayvanları kendi kontrolümüzde çoğaltmalı ve ihtiyaç olduğunda da onu kesip yiyebilmeliyiz. Sende biliyorsun. Kentte ilk kez ekmek yedin ve tadını çok beğendin.

Biz tarımda ilerlersek, tarımda akıllıca şeyler yaparsak daha, tatmadığımız nice şeyleri keşfederiz. Onları çeşitli şekillerde yemeye hazır hale getirmeyi de öğrendik mi kadınlarımızın dünyası değişmiş olur. Kadınlarımız en çok yemek hazırlamayı, temizliği ve örgüyü sever oldu. Yemek ve örgüyü bir nebze hallettik. Ama temizlik için suya kolay erişim gerekir. Yemek kaplarının yıkanması, çamaşırlarımız ve en önemlisi tuvaletlerimiz için Ur şehrindeki yalnızca kralın kullandığı sabun denen şeyi yapmayı başarmalıyız. Duyduğuma göre bunu zeytin meyvesinden yapıyorlarmış. Zeytini posa haline getirip süzüyorlarmış. Sonra içine değişik bir toprak atarak kaynatıyorlarmış.”

Akilan araya girdi. “Bizim en büyük kazancımız Tanrıça Fagım’dır. O bizi yedirdi., giydirdi. Ama bize ilkel insanlarda ve hayvanlarda olmayan bir şeyi verdi. Bu düşünerek akıllıca şeyler yapmaktır. Elbet ilkel insanlar bizim gibi ama onlar bizim gibi Tanrıça Fagım’ın bedellerini ödemeye meyilli değiller. Yani onlar küçük bir engeli dahi sorun ederler ondan kaçarlar. İçinde yaşadığımız bu Çatalhöyük tabiatı vahşidir. Biz bu vahşi tabiattan ne kadar yararlanırsak bizi bu tabiat görünmez ve gizli bir şekilde bizi kendine bağlıyor. Ve biz tabiata nüfus ettiğimizde ondan bize akıllıca şeyler geçiyor.

Demem o ki bir kısmımız avlanırken bir kısmımız tarımla uğraşsın. Bir kısmımız ise yolculuk yaparak tabiatı keşfe çıksın. Durdu devam etti. Biz İzmir Körfezine vardığımızda aklıma bunun daha ötesine nasıl gidebiliriz diye sorular geldi. İzmir’de önümüzde deniz vardı. Şimdiye kadar karada yürüdüğümüz gibi denizde salla hiç ilerlemedik. Mutlaka o denizlerin gerisinde de toprak parçası vardır. Bu gezimizde İzmir’den öteye geçemedik. Eğer geçseydik mutlaka Ur şehri gibi medeni şehirlerle karşılaşabilirdik. Çünkü denizi tutan bir şey var. Değilse deniz akar gider yere boşalır. Ve o tutan şey topraklardır. O topraklarda yaşanacak yerler. Böylelikle oralarda bir şehirle karşılaşmamız mümkün. Ben kentimizde keşfe çıkacak grupların oluşturulmasını bu, grupların ayrı ayrı yönlere giderek keşfe çıkmasını istiyorum.”

Abraka “Böyle bir şeyi ancak biz ve aile çevremiz kabul eder. Baksana yeni gelenler arasındaki avcılar hiç keşif insanı değil. Keşfetmeyi biz onlara yavaş yavaş öğreteceğiz. Onlaar ne ev gördüler ne akıllıca şeyler. Eğer onlar keşfe çıkarsa karşılaşacakları sorunlarla yüzleşemezler. Buraya gelenlerin hepsi ya ağaç dallarında yaşıyordu ya mağaralarda. Anlayacağın tabiatın çıplak insanlarıdır onlar. Onlar ne eziyet çekmişler ne akıllıca şeyler yapmışlar. Onlar henüz Tanrıça Fagım’ın bahçesinde yaşıyorlar. Fagım’ın evine girmek için bazı bedeller ödemeleri gerekiyor.”

Gençler konuşulanları dikkatle ve merakla dinliyordu. Abraka amcalarına içlerinden hak veriyorlardı. Tabiatta bu tecrübeyi yaşamış hiçbir insanla karşılaşmamışlardı. Heyecanlıydılar.

Gençlerden Keneşke heyecanla “Abraka amca eğer keşfe çıkarsanız biz gençlerde gelelim mi?” diye sordu.

Abraka “Neden olmasın. Siz avcılar genç yaşında tecrübe kazanırsa ileride akıllıca şeylere daha yatkın olur. Dedi ekledi. Gençler size bir müjdem var. Biz keşfe çıkmaya karara verdik. Sizlerde geleceksiniz. Ben babanız ve annenizle konuştum. İçinizden yalnızca büyük olarak Cilit’in babası bizlere eşlik edecek. Ben Akilan, Kurtaba siz gençler, Cilit’in babası Semuş ile yarın yolculuğa çıkacağız. İstikametimiz İstanbul boğazı ve ötesi. Hepimize hayırlı  ve uğurlu olsun.”

Gençler için için seviniyordu. Sabat Tuluşka, Menda, Mitu, Cilit, Tucar, Keneşke genleri oluşturanlardı.

Damda başlayan sohbet akşama kadar sürdü. Akşam ise yemek molası verdiler. Yemek evlerden getirilen ortaklaşa yiyeceklerden oluşuyordu. Abraka böyle yaparak Tanrıça Fagım’ın bereketini çoğaltmayı ve çıkacakları yolculuğa onun gözcü olmasını amaçlamıştı. Fagım onların yolculuğa ne zaman çıkacağına karar vermişti. İşte işareti vermişti. Ve o işaret bir andan keşfe çımaya karar vermeleriydi. Onlar kararlarının devamını düşünmeyen avcı ve toplayıcılardı. Onlar isabetli şeyler yaparlardı. İsabetli şeyler hissederler ve akıllıca şeylere hak kazanırlardı. Onlar bir önemsiz şeyleri düşünmeyerek Tanrıça Fagım’ın evine girip çıktıklarına inanıyorlardı.

Akşam yemeği zevkle yendi. Nemengenin ekmeğinin  tadı damaklarında kaldı. Nemengen bu sefer ekmeğe yeşil nohut bitkisinden elde ettiği tuzdan da katmıştı. Abraka yemeğin arkasından şerbet getirilmesini istediğinde oturanlar coştu. Çünkü şerbeti henüz yani keşfetmişler ve bünyeleri sarhoşluğu çok sevmişti.

Nemengen Abraka’nın yeniden yolculuğa çıkacağını duyunca biraz endişelendi. “Bu gezinizi yaz mevsimine bırakamaz mısınız. Kışın gelmek üzere. Yiyecek için av hayvanını nasıl bulacaksınız. Av hayvanlarının hepsi sıcak yerlere göç etmiştir.” Dedi.

Sattama cevap verdi. “Nemengen kızım ben içinizde en büyüğünüz ve en yaşlınızım. Tecrübeme dayanarak söylüyorum ki bu gençler ve bu büyükleri kendilerini kararları ile çoktan ispatlamışlar. Korkma onlar aç kalmaz. Hele başlarında Abraka gibi avcı olunca.”

Nemengen oturanların kararına boyun eğmiş bir vaziyette yemek, yenen tabak çanakları ve yenmiş geyik butlarını kaldırdı. Damdan içeri girdi.

Abraka konuşmaya başladı. “Arkadaşlar bizler ancak yolculuğa kanarız. Ondan kana kana korkmadan içmeliyiz. Elimizde mızrak ve oklar yanında demirden bıçaklarımız var. Yarın yolculuğa erken çıkalım. Doğacak güneş bizim erkenciliğimiz ile yükselsin.”

Şerbet içiyorlardı. Yavaş yavaş sarhoş olmuşlardı. İlerleyen vakitlerde sarhoşluklar gelen meşkleri son buldu. Herkes kendi evine dağıldı. Abraka sarhoş bir vaziyette yere kıvrılıp yattı. Hemen uyudu.

Nemengen uyanıktı. O eline aldığı ağaç çubuğundan mili ve pamuk ipliği ile örgü örüyordu. Menda da uyanıktı. O annesinin yaptığı işe merakla bakıyordu. Her ilmekte hayretler içerisinde kalıyordu. Konuşmaya başladı.

“Anne tıpkı kuşların kendi yuvalarını ördüğü gibi itina ile örüyorsun. Bakalım örgü bitince ne ortaya çıkacak?”

“Nemengen “Bu baban yok mu. Böyle akıllıca şeyler ortaya çıkara çıkara herkesi kendine bağladı. Onsuz hareket edemez olduk.”

Menda gayet keyifliydi. Yarın çıkacakları yolu yattığı yerden hep düşündü durdu. Nemengen gece yarısına kadar örgüsüne devam etti. Hep aklına avcıların aç kalması geldi. Onlar adına nasıl av bulabileceğini düşündü. Belki aklına bir şeyler gelir sabah onlar kalkınca bunları söylerdi. Ama aklına bir türlü karların içinde otlayan geyik görüntüsü getiremedi. Otlar karın altındaydı. Geyikler zeki olsa karların altındaki otları çıkarır yerlerdi. Böylelikle avcılar için bir av ortaya çıkardı. Ama geyikler kış mevsiminde yaşayacak kadar zeki değillerdi. Avcılar belki domuz avlayabilirlerdi. Tabi bulabilirlerse ve o zor avlanan domuzu avlayabilirlerse. Domuz tehlikeli ve saldırgandı. Onun avlayamayacaklarına kanaat getirdi.

Gece yarısı olmuştu. Ördüğü şeye şöyle bir baktı. “Tam bulaşık bezi olur.” Diye söylendi. Elindeki örgüyü kenara bıraktı. Yere kıvrılıp  o da yattı.

Sabah erken uyandılar. Mızraklarını oklarını torbalarındaki yiyecekleri kontrol ettiler. Onları yolcu etmek için evlerinden çıkıp gelen kalabalık Abraka’nın konuşmasını dinliyordu.

“Arkadaşlar biz yokken sakın niye gelmedik diye üzülmeyin. Biz tecrübeli avcılarız. Ne aç kalırız ne ilkel insanlardan korkarız. Bizi korkutacak şeyler bizim için engel değildir. O korkuyu yaşarız. Ama o korku cesaretimizle bizden kaçar. Size son nasihat ve konuşmalarım bundan ibaret. Eminimki sizin gibi bizde aç kalmayacağız. Şimdi size veda ediyoruz. Tanrıça Fagım ışığını hep üzerinizde üzeriniz de tutmasını diliyoruz.” Dedi.

On kişiden oluşan kafile Çatalhöyük’ten uzaklaşmaya başladı. Kaşınhanı’na kadar yolu sorunsuz geçtiler. Kaşınhanı’nın ötesi ise bataklıktı. Bataklığın çevresini dolaşabilirlerdi. Ama bu yollarını uzatırdı. Deriden çarıklarını çıkarmadan bataklığa girdiler. Çarıkların ayaklarında olması onları tabandaki diken ve çalı çırpıdan koruyordu.

Bataklık çok büyüktü. Abraka “Biz bu bataklığı düşünmeden geçeceğiz. Aklınıza siziengelleyecek şeyler getirmeyin. Düşünmeyin onları. Ayağınıza ne diken batar ne çalı çırpı. Adımlarımızı yavaş değil hızlı atalım.” Dedi.

Uzaktan ağaçlar göründü. Abraka “Ha gayret arkadaşlar. Ağaçların orada bataklık bitiyor.” Diye avcıları şevke getirdi.

Bataklıkta güvenle ilerliyorlardı. Yalnız yılanlardan çekiniyorlardı. Bunu da atlatmışlardı. Bataklıktan çıktıklarında ayakları çamurlu şekilde bir hayli ilerlediler. Önlerine su birikintileri çıkınca orada ayaklarını ve çarıklarını temizlediler.

Öğlen olmuştu. Abraka torbasından ekmek çıkarıp yemeye başlayınca diğerleri de ona uydu. Kimi et kimi ekmek, kimi yeşillik yemeye başladı.  Torbalarındaki yeşillikler domates havuç, salatalık vardı. Abraka ekmeğini iştahla yedi bitirdi. Ardından salatalık yemeye başladı. Salatalığın tadına doyum olmuyordu. Biri bitince ikincisini alıp yemeye başladı. Bu susuzluğunu da gideriyordu. Sonra deriden matarasını ağzına götürdü. Kana kana içti.

Abraka “Akşam olmadan Konya’yı çıkmalıyız. Çünkü buralarda henüz canavarlar göç etmiş değil. Ben buraları biliyorum. Önümüzde ağaçsız uzun bir yol var. Çabuk olalım ve akşam olmadan ağaçlara ulaşalım. Ağaçlar bizim güvencemizdir.  Onda hem uyuruz hem tehlike oldu mu tepesine çıkarız.” Dedi. Yürüyüş keyifli gidiyordu. Gençlerden Cilit bir türkü tutturmuştu. ‘Geyikler benim geyikler. Yaralandınız mı canım geyikler. Koşuşunuz beni yordu. Bakışınız beni güldürdü. Siz misiniz ağlayan biz mi. Siz mi geldiniz bize biz mi. Soğuk demem koşarım peşinizden. Yaraladım demem keserim derinizden. Biz doyduysak siz tükendiniz. Biz aç kaldıysak siz türediniz. Hoppa geyiğim koşar ben koşarım. Hoppa  geyik eladır gözleri. Hoppa ben bakmaya doyamam geyiği. Hoppa  geyiğim hoppa.’

Çatalhöyük halkı gruplar halinde ava çıkmıştı. Grubun birinde Sattama önderlik ediyordu. Geniş düzlükte geyikler öküz başlı antiloplar otluyordu. Antiloplar az sonra başlarına geleceklerden habersizdiler. Yavru geyikler ve yavru antiloplar gelişimi tamamlamışlar iyi bir koşucu olmuşlardı. Düşmanlarında kaçmaları kolaylaşmıştı onlar için. Onların da başına gelecek kaçınılmazdı.

Sattama’nın işareti ile avcılar otların arasına eğildi. Sonra sürünerek bir antiloba yaklaştılar. Mızrak fırlatma alanına girdiler. Hep birden mızraklarını aynı antiloba fırlattılar. Antiloba saplanan mızraklar hemen etkisini gösterdi. Antilop sendeleyip yere serildi.

Avcılar avını bütün halde götüremezlerdi. Av ağırdı. Onun derisini yüzecekler parçalara ayıracaklar, parçalardan avcılar alacak böylelikle av kolayca kente getirilecekti.

Avcılardan bir grupta keşif yolculuğuna çıkan Semuş’un kardeşi Gengera’ydı. Gengera kardeşi gibi değildi. Asabi bir yapıya sahipti. Kavgacıydı. Yaşı gençliği geçmiş bu kavgacılığından dolayı hiçbir kadın onunla evlenmek istememişti. Her gün mutlaka bir kavgaya sebep olurdu. Kent halkının şifacıları Gengera’ya otlardan yaptıkları karışımdan içirmeye başladı. Genera’yı bu sakinleştiriyordu. Ve onu uysal hale getiriyordu. Şifacı Gengera’nın karışımı her gün içmesini öngörmüştü.

Gengera bunun yanında üstün bir avcıydı. Onun avdaki başarısı mahiyetini memnun ediyor çıkardığı taşkınlıklara göz yumulmasını sağlıyordu. Gengera cinayet işleyip arkadaşını öldüren biriydi. Cinayet kente taşınmadan önceleri işlenmişti. Büyükler o an karar verdiler Gengerayı aralarından tecrit ettiler. Onunla ne konuşuyorlar ne de onunla ava çıkıyorlardı. Kabile kente geldiğinde Gengera ile ilgili durumu Abraka ile konuşuldu. Abraka Gengera için en iyi çözümün otlardan oluşan karışımdan her gün içmesi gerektiğini söylemişti.

İşte Gengera yine avcılığını sergilemiş antiloba ok atmadan mızrak fırlatmadan, yerinden kalktığı gibi avının boynuna atılmış, kolları ile sıkıca tutmuştu. Diğer avcılarda gelip yardım ettiler. Antilobu yere yatırıp taş keskilerle kestiler.

Gengera yine hırçınlığını ortaya koydu. Avdan çokça pay almak istiyordu. O olmasa belki av kaçardı. Haklı olduğunu kanıtlamak için “Bakın diğer avcılara hala av yakalayamıyorlar. Neden biz kısa zamanda avladık. Çünkü ben cesaret ettim. Ben erken davrandım. Kaçmada yakaladım.” Dedi.

Grubun içindeki Gengera’dan yaşça büyük Yamkumu isimli avcı “Gengera Gengera yaptıkların diz boyunu aştı. Sen avın tamamına da göz diksen biz bir yolunu bulur hakkımızı alırız. Böyle devam edersen seninle bir daha ava çıkmayız.”

Gengera “Ben avın çoğunu kahramanlığımın işareti olarak alacaktım. Bunu kent halkına göstermek istiyordum. Bana bakarak ‘Şu kahramana bak. Avı yalnız başına avlamış. Baksana elinde diğerlerinden daha çok parça var.’ Demelerini istiyordum.”

Yamkumu “Bununla eline ne geçecek. Böyle yaparak seni yücelttiklerini zannetme. Tanrıça Fagım’ın bir gün seninle konuşacağını unutma. O zaman Fagım sana bir şey söyler ava çıkamaz olursun. Sen karnı aç vaziyette topallayarak veya yerinden hiç kalkamayarak yerde oturmaya mahkum olursun. Bunu bil öyle konuş.”

Gengera sakinleşmişti. Grubun lideri Yamkumu’nun söylediklerinden korktu. İçinden Fagım’dan özür dilemeye başladı. Gengera Tanrıça Fagım’dan korkardı. Daha geçen gün rüyasına girmiş aç bir vaziyette yiyecek ararken Fagım elinde tuttuğu kızarmı but ile ‘İstersen bunu yiyebilirsin. Ama önce but için bedel ödemelisin. Bunun bedeli avladığın hayvanların seni süsmesi ve vücuduna boynuzlarını batırmasıdır.’ Demişti. Gengera bunları düşündükçe ne kadar yalnızlaştığını gördü. Tanrıça Fagım bile ona yiyeceği çok görmüştü. Kendinden utandı sıkıldı.

Gül gibi kent içinde insanların arasında yaşamak varken tuttuğu, kahramanlık yolu onu zorlamıştı. ‘Kötü tanrıça Saratay’ın tutsağı mı oluyorum ne?’ diye içinden geçirdi. Av hayvanından kendine ayrılar parçayı gönüllüce kabul etti. Yamkumu ve grubu neşe içinde kente doğru ilerlediler. Ellerinde antilop butları ve yanlarında hayvandan yüzdükleri derisi ile beraberdiler.

Akşama doğru bütün avcılar kentteydi. Çoğunun eli doluydu. Avdan başarısız dönenler yalnız değildi. Elinde olanlar olamayanlarla kendi butlarından paylaştılar. Mutlu bir kent bunu başarmıştı. Kimse aç kalmıyor herkes huzur içinde yaşıyordu. Evler yeni ev kent yeni bir kent olduğu için iç dünyaları hep coşkuluydu. Belki onları bir arada tutan ve kentlerinin mutlu olması neden olan şey bu tılsımdı. Paylaşmak hep paylaşmak. Coşkulu bir dünyada düzensizlik değil barış hüküm sürerdi.

Sattama tüm bu düşüncelerle bir daha coştu. Damında kendi ile beraber oturan komşularına “Şu keşfe çıkanlar ne akıllı. Kimseye hesap vermiyorlar. Hesapları ancak kendilerine. Babam Temingen’den duymuştum. ‘Yalnız avlananın yolu uzun yaşı çok olur’ demişti. Ne kadar haklı. Sonu olmayan topraklarda ilerlemek yeniden doğmak gibi. Hem de yeniden doğduğunda eskilerini kaybetmeden.”

Sattama’nın kardeşi Kurtaba araya girdi. “Biz babamızı anarken o şu anda bizi izliyordur. Hep sorar dururum. Ölenler nereye gidiyor. Yeni doğanlar nereden geliyor. Eminim ki Tanrıça Fagım da bunu bize bildirecektir. Biz avcılar ormanlarda olsun ırmaklarda olsun bizim için gizlenen hayatı bulmamız için Fagım bizi hep teşvik ediyor. Fagım bize mızrak yapmayı öğretiyor ev yapmayı öğretiyor. Öğretmediklerini zamana yayıyor. Bizler bitmeyen aklımızla gün gelecek elimize düşüncemizle yiyecek getireceğiz. Bu nasıl olur demeyin.

Anlatayım. Düşüncemize gelmese biz açlığımızı bilebilir miyiz. Ve düşüncemize gelmese akıllıca şeyler yapabilir miyiz. Düşüncemizin kement attığı bu şeyler gün gelecek değişecek daha iyisine kement atar olacak. Yalnız yeni akıllıca şeyleri sindirmeden Fagım bize yeni şeyleri göndermez. Eğer ondan hak kazanmadığımız şeyleri istersek o bize yine verecektir. Ama bedel ödeterek. Tıpkı Hublada’nın ölümü Tecavat’ın ölümü gibi bedeller. Aramızdan gçüp gidenlerin ödülü ise bambaşka. O avcılar Fagım’ın evinin içinde yaşarlar. Yeni şeyleri bildikleri için o evde daha çok yeni şeylerle karşılaşırlar. Çünkü onlar bilgi denen şeylerin farkındadırlar. Onlar önemsiz denen şeylerin ne kadar önemli olduğunun farkındadırlar.”

Yamkumu da oradaydı. Söz aldı. “Bizler barış içinde yaşamayı başka bilirdik. Bizler elimizde sopa haksızın kafasına vururduk. Buna biz barış derdik. Haklı ödülünü böyle alırdı. Ne zaman barışın, haklının kafasına inenin sopa olduğunu gördük işte, Fagım’ın evine o zaman girdiğimizi anladık. Bunlar mutlu bir kent için vazgeçilmezler. Barış benim için sıkıntıyı ve zorluğu göze alabilenlerin yaşadığı yerlerdedir.”

Sattama “Nasılsın evinde mutlu musun. Hoşuna gitti mi evin. Onu anlat bakalım Yamkumu.” Dedi.

Yamkumu” Evime kavuştuğumda çok heyecanlandım. İlk gün damdan içeriye girip girip çıktım. Karım Halkese bana şaşkınlıkla baktı. ‘Sen de maymunlar gibi daldan dala atlıyorsun. Senin farkın merdivenlerden inip çıkmak.’ Dedi. Ne yalan söyleyeyim dedikleri doğru. Önceleri ağaçlar bizim evimizdi. Daldan dala çıkardık. Bu evlerde de merdivenlere çıkıyoruz.”

Oradaki avcılar bu söze güldü. Yamkumu devam etti. “Çatalhöyük’ün bir gün daha kalabalık olacağına inanıyorum. Hem yeni doğanlarla çoğalacağız hem etraftan avcı ve toplayıcılar buraya göç edecek.”

Abraka ve mahiyeti yedi gündür yoldaydılar. Önlerine çorak araziler çıkıyor hızla yürüyerek ve mola vermeyerek oraları geçiyorlardı. Yine bir orman bölgesine geldiler. Gece olmuştu. Bir ağaca çıktılar. Şimdi yiyeceklerini yiyebilirlerdi.

Abraka konuştu. “Arkadaşlar ben buraya bir isim buldum. Buraya ‘Bursa’ diyorum. Buradaki ağaçların cinsi oldukça farklı. Böyle ağaçları şimdiye kadar hiç görmedim. Durdu ekledi. Bu tür ağaçların adına ‘Ceviz ağacı’ diyorum.” Dedi.

Akilan “İstanbul’a yaklaşmış olmalıyız. Yıldızlar onu söylüyor. Ne dersin Abraka?”

Abraka “Haklısın yıldızların konumu önümüzde birkaç günlük yol olduğunu söylüyor. Bulutlar gece yıldızları kapatmazsa kaybolmadan İstanbul’a ulaşırız. Ama beni endişelendiren şey bir bedel ödeyip ödemeyeceğimiz. Buralara kadar sorunsuz geldik. İstanbul’un ötesine gitmek hepimizin hayali. Oralarda karşılaşacağımız engeller bizi ürkütmesin. İlkel insanlarla karşılaşma oranımız artacak. Ama bizim için önemli olan o ilkel insanların bize bakışı ve bizi hatıralarına almaları. Bizler onların içlerinde oldukça bu bizim izimiz olur. Ve o iz bizi daha akıllı yapar. Neden Antalya’da taştan barınağımız ve izimiz var. Çünkü oralarda olan görünmez ve gizli bağlantılarımız bizi mutlu etsin ve düşüncemize duruluk getirsin diye. Dedi ekledi.

Benim bir düşüncem var. İstanbul’a varınca orada olduğumuza dair bir izimiz olsun diye taştan uydurukta olsa bir barınak yapman işitiyorum. İçinde bize ait çizgilerin olmasını istiyorum.”

Akilan “Bu iyi bir fikir. Hem oranın doğası ile hemhal oluruz. Böylelikle oraya görünmez ve gizli izler bırakmış oluruz.”

Gençlerden Tuluşka araya girdi. “Abraka amca Tecavat ölmeden önce bana büyülü bir şekil öğretti. O tür şekillerin adına ‘Veve’ deniyormuş. Sen bu vevelerle ilgili  bir şeyler biliyor musun?”

Abraka “Biliyorum. Veveler toprağa çizilir. O şekillerin hepsini aklında tutarak çizersin. Bende veve denemiştim. Aslanlardan kurtulmak için son çare yere o büyülü şekilleri çizdim. Ama aslanlar kaçmadı. Sadece onlarla mızrağım ile daha iyi savaşır hale geldim. Yalnız bir veve şekli icat edildi mi onu hiç unutmamalısınız. Değilse bu uğursuzluk getirir. Şayet bunlarla hep uğraşırsanız orası farklı. Bu durumda rahatlıkla başa çıkarsınız. Veve icat eden sahibine şiddetli olmasa da bir zararı mutlaka dokunur. Bunu unutmayın. Dedi ekledi. Benim bildiğim bir kuş vevesi, aslan vevesi, geyik vevesi var.”

Tuluşka araya girdi. “Ben bir tane ölüler ülkesi vevesi icat ettim. Bir kare çiziyorum. Karenin içine daire çiziyorum. Dairenin içine ters üçgen çiziyorum. Ben bu yolu deneyerek Tecavat ile temasa geçmek istedim. Başarılı da oldum. Yolculuğumuzdan yeni gelmiştik. Kentten uzakta gezintiye çıkmıştım. Kulağıma aniden ‘Tuluşka’ diye Tecavat’ın bağırdığını duydum. Ama onu ne görebildim ne de bir daha sesini duyabildim.” Dedi.

Abraka “Çizdiğimiz şekillerde bizim gibi can taşıyan varlıklar. Onlara ölü gözü ile bakmayın. Biz büyükler bunun farkındayız.  Eğer şekillerle konuşmayı bir gün başarırsanız bunu ne olduğunu bilirsiniz. Tecavat’ın da sesi senin yere çizdiğin şekille yeniden ortaya çıkmış. Tecavat şekle bağlanmış sesini özgür kılmak için sana bağırmış. Biliyorsunuz ki çizilen şekiller insandan bazı şeyleri kendilerine bağlarlar. O şekiller de avcı insanlar gibi avlanırlar.  Onlar insanlardan kendilerine can taşırlar. Ta ki onlar doyana kadar. Ama bir şeye de dikkat edin. Niyetiniz kötü ise şekillerde kötü olmaya dönüşecektir. Bir gün gelip kötü tanrıça Saratay’ın tutsağı omaya doğru gideceksiniz.”

Tuluşka cevabını almıştı. O içindeki şekle müptela olmuştu. Bulduğu şekille kim bilir daha neler yapacaktı. Belki ölüler ülkesinin kapısını tamamen açar oralara yolculuk yapardı. Kim demiş ki ölüler ülkesi diye bir yer yok diye. Bunun canlı şahidi işte Tecavat’tı. Belki bir gün Tanrıça Fagım’ın katına çıkarabilecek bir veve şekli icat edebilirdi. Elbette biliyordu ki her şey şekillerle konuşmakta gizliydi. Ur şehrinde çivi yazılarını o da görmüştü. O şekiller bir anlama gelmese de insanlar onunla konuşabiliyordu. Bunun sırrını Abraka çözemediyse mutlaka bir gün o çözecekti. Neden daha fazla Ur şehrinde kalmadık ki diye içinden geçirdi. Abraka’ın bir bildiği olmalıydı Ondan oradan kaçmışlardı. Yoksa Tanrıça Fagım’ın Ur şehrindeki tanrılara sözü geçmiyor muydu. Oradan kaçarak Fagım’ı onların elinden mi kurtarmışlardı. Tuluşka ağaç dalında bu düşüncelerle gözünü kapattı. Uykuya geçti.

Gengera huzursuzdu. Avdan çok pay almalıydı. “Neden onların sözünü dinledim ki. Ben böyle hatalar yapmazdım. Dediğim dedikti.” Diye söylendi. Yanı başında bulunan taş keskiyi eline aldı. “Ben o yaşlı Yamkumu’ya gösteririm” dedi. Uyuyan annesi ve kardeşlerini rahatsız etmeden dama çıktı.

Yamkumu’nun evi az ilerideydi. Yamkumu karısı ile beraber yaşıyordu. Çocukları evlenip gitmiş onlarda kendilerine Çatalhöyük kentinde birer ev yapmışlardı. Yamkumu’nun yanına bazen yatmaya uyumaya gelirdi. Gengera onların orada olabileceği endişesini taşıyordu. Yine de sinsi planını uygulamaya koydu. Yamkumu’’yu öldürüp kimseye görünmeden sıvışacaktı. “Umarın evlatları yoktur. Değilse işimi zorlaştırır, kaçamadan yakalanırım.” Diyerek damdan indi.

Etrafı şöyle bir kolaçan etti. Kimsecikler yoktu. Yamkumu’nun evine yaklaştı. Kulağını toprak tuğlalara dayadı. İçeriden ses gelmiyordu. Merdivene yöneldi. Basamakları çıktı. Damda bir süre kararsızca durdu. İçinde bu işten vazgeçme isteği vardı. “Ama olsun. Cezasını çekmeli.” Diye söylendi. Damda yavaş adımlarla girişe geldi. Başını girişe eğdi. Ayın ışığında içeridekileri seçmeye çalıştı. İçeride kaç kişi var kimler orada bir türlü seçemedi. İçerisi karanlık ve sessizdi. İçeriden horultu geliyordu. Bu Yamkumu olmalıydı. Onun hep horladığını biliyordu. Bunu kendisi söylemişti.

Yavaşça damdan içeriye sessizce merdivenle süzüldü. Yamkumu’nun yanına yaklaştı. Tıkrtıya Yamkumu uyandı. Gengera’ya baktı. Hemen ayağa kalktı.

“Ne arıyorsun burada. Senin evin yok mu. Hadi evine.” Dedi.

Gengera “Şöyle bir gezeyim dedim. Şimdi gidiyorum” derken arkasında sakladığı taş keskiyi hızla Yamkumu’nun boğazına çaldı. Yamkumu birden kanlar içinde kaldı. Boğazından kanlar fışkırıyordu. Yere yığıldı. Yamkumu’nun karısı hala uykudaydı. Seslere uyanmamıştı. Gengera suçunu örtbas etmek için Yamkumu’nun taş keskisini aradı buldu. Keskiyi Yamkumu’nun kanına bulayıp yanına bıraktı. Hızla merdivenleri çıktı.

Damdan süratle indi. Doğru ırmağa koştu. Hemen suya girdi. Üzerindeki kan lekelerini su ile ovdu. Taş keskisini yıkadı. Tam ırmaktan çıkacaktı ki elinde mızrakla karşısında biri belirdi.

Mızraklı avcı “Bu gece vakti ırmakta ne arıyorsun. Canavardan kaçtın da mı ırmağa girdin?” dedi.

Gengera “Ben soğuk suyu severim. Uyku tutmadı Değişiklik olsun dedim. Geldim buraya.”

Mızraklı adam “Benim adım Kambasal Seni tanıyorum. Sen dur bakalım dedi ekledi. Sen Gengera olmalıydın. Hani şu her avda kahraman olan. Eli ile av yakalayan müthiş avcı.”

Gengera “Ben oyum. Beni iyi tanıyorsun. Bende şimdi ırmaktan çıkıyordum.”

Kambasal “Bu gece kentte nöbet tutma sırası bende. O yüzden ayaktayım. Biliyorsun buralarda canavarlardan geçilmiyor. Acele etsen iyi olur. Az önce bir sırtlan sürüsü ile karşılaştım.”

Gengera “Ne sırtlan sürüsü mü. Daha önce bana niye söylemedin?” dedi. Telaşla ırmaktan çıktı. Orayı hızla terk etti. Kambasal arkasından “Hey burada taş keskini unuttun.” Diye bağırınca Gengera hızla geri geldi. Keskisini aldığı gibi hızla oradan uzaklaştı.

Evinde düşünüyordu. Buralarda kalamazdı. Cinayet ortaya çıkarsa bu sefer feci bir cezaya çarptırılabilirdi. Bu ikinci cinayeti affedilir gibi değildi. Ama ne yapsın alışmıştı cinayet işlemeye. En ufak bir sürtüşmede içinden karşısındakini öldürmek geçiyordu. Sabah olunca Yamkumu’nun karısı uyanacak yerdeki kanlar içindeki kocasını görüp çığlığı basacaktı. İlk şüpheli Gebgera’ydı.

Gengera son avında fazladan et talep etmeseydi kimse onu cinayetle suçlayamazdı. “Vah kafam. Ne güzel başladık sonu nereye vardı. Şimdi ben yalnız başına ormanlarda nasıl yaşarım?” diye söylendi. Burada kalırsam kent halkının nefreti artar habersizce başına sopa iner ölür kalırdı. “Çatalhöyük mutlu bir kent. Herkesin gözü önünde beni öldürmezler. Beni öldürdüklerinde bir sebebi süs olarak üzerime korlar.” Diye düşündü. Eline torbasını mızrağını okunu alıp damına çıktı. Nöbet tutan Kambasal’ı izledi bir süre. Kambasal uzaktaydı. Arkasını döner dönmez Gengera, merdivenleri hızla inip gözden kayboldu.

Ormanın içinde bir süre ilerledi. Kentten iyice uzaklaşmıştı. İstikameti May gölüneydi. Orayı Abraka’nın yakınlarından duymuştu. “Şu Abraka gibi olamadık gitti. Kendisi ne kadarda akıllı. Neden o sorunsuz yaşıyor da ben hep sorun çıkarıyorum. Belki o çok gezdiği için çok akıllı ve her şeye hakim. Peki ben neden öyle olamıyorum?” diye konuştu. Abraka’nın Antalya denen yere gittiğini duymuştu. Orada denizin olduğunu öğrenmişti. Oraya gitmeyi aklına koydu.

Bir dönüm noktasındaydı. Çatalhöyük halkı onu içinden ayıklamıştı artık. Bu işin geri dönüşü yoktu. Yalnız yaşamak için oldukça donanımlıydı. Aç kalmayacağı kesindi. İyi bir avcıydı. “Acaba Tanrıça Fagım onlara akıllıca şeyler verecekte bedel olarak benim cinayet işlememi mi sağladı. O zaman Tanrıça Fagım kötü biri. Yok yok bu böyle değil. Tanrıça Fagım kötü olamaz. Cinayeti ben işledim. Fagım değil. Hem Tanrıça Fagım bedelini avcıların kabul edeceği ve onların benimseyeceği şekilde ödetir.” Diye konuştu.  Kimseye suç atamazdı.

Öğlen olmuştu. May gölüne biraz daha vardı. Gengera yolda hem yürüyor hem karnını doyuruyordu. Aklına Tanrıça Fagım geldiğinden beri içi huzur doluydu. Diğer taraftan Tanrıçasına hesap veriyordu. Adeta Gengera’ya “Kaçma ve Çatalhöyük’te hesabını ver. Korkma sana ceza vermezler. Sen masumsun. Çünkü sen can hastalığına yakalandın. Sen şifalı otlardan içmeye devam etmelisin.” Diyordu. İçindeki bu ses onu olduğu yerde durdurdu.

“Yok yok bunlar beni öldürür. İçimdeki vahşiliği dinlemeliyim. Ben denize ulaşmalıyım.” Dedi. Hedefi önce May gölüne varmaktı. Geceyi orada geçirmeyi planlıyordu. İçinde korkuda vardı. Canavarlarla karşılaşma korkusu. Issız yerlerdeydi. Ve birkaç geyik sürüsü görmüştü. Yırtıcıların geyik sürüsünü fark etmesi an meselesiydi. Ve Gengera bundan dehşetli şekilde ürküyordu. Doğal olarak yırtıcıların av alanına girmişti.

Hemen adımlarını hızlandırdı. Sonra koşmaya başladı. Bu en iyisiydi. Potansiyel av olmaktansa koşup yorulması korkusunu biraz azaltıyordu. Sırçalı’yı çoktan geçmiş önüne başka bir höyük çıkmıştı. O höyükten de hayli uzaklaşmıştı. Uzaklarda May gölünün dağı görünüyordu.

Ağaçlar birbiri içine sık otlar ise kuru ve yüksekti. Buralara kadar gelen yangın olayını duymuştu. Ama ağaçlar sanki hala canlı gibiydiler. Sanki hiç yanmamışlar. Evet öyleydi. Gengera bir ağacın yanına geldi. Ağacın yanmış kabuğunu eliyle kopardı. Ağacın iç kısmı beyazdı ve ıslak olduğunu gördü. Demek ağaçlar değil kabuklar yanmıştı. Bu iyiye işaretti. Bunu öğrendiği için sevindi. İyi bir şeyle karşılaşmanın uğur getirdiğine inancı tamdı. Ama uğurunu geriye dönerek değil ileriye Akdeniz’e ulaşarak kullanacaktı. May dağı da Gengera’nın adımları ile yaklaştı. Yeşil ağaç bölgesine girmişti. Ağacın birine tırmandı.

Akşam olmak üzereydi. Henüz güneş batmamıştı. Güneş bütün kızıl renginin ihtişamıyla gülümsüyordu. Abraka henüz mola verilme vaktinin gelmediğini söyledi. Ayarlarına harfi harfine uymalıydılar. Kendilerine hep güneş batarken mola veriyorlardı. Ayarları buydu. Bir şeyi düzen ile ve vaktinde yapmak Abraka için akıllıca şeylerin başlangıcıydı. O düzen denen şeyin farkındaydı. Nasıl güneş hep aynı zamanda doğup batıyorsa kendisinin de güneş gibi davranmasının gerekliliğine inanıyordu.

Abraka zamanı da keşfetmişti. Onu önce uyku ile ölçmüştü. Gece bir avcı uyudu mu sabah dinlenerek kalktığı için bu uyuma ve uyanma aralığı bir zaman ölçüsü olmuştu. Diğer ölçüsü ise av hayvanı etinin ateşte pişme süresiydi. Abraka tüm bunların zamanını bilir ve hep ölçüm yapardı. Zamanı ölçmeyi av hayvanlarının üzerinde de denemişti. Koşan bir antilobun yorulma zamanı bir ölçüydü. Abraka bunu kendisine de uygulamıştı. Bir ara koşmuş ve yorulduğu yer işaretlemiş oradan geriye tekrar koşmuştu. Çıktığı yere geldiğinde yeniden yorulmuştu.

Abraka bir ağacı işaret ederek “Ben bu ağacı tanıyorum. Üzerinde durduğu tepeyi de biliyorum. Çünkü burada büyük bir ateş yakmıştık Bakın izler hala duruyor.” Dedi. Diğerleri de burayı tanıdık buldu.

Tuluşka “Evet bende hatırladım. Bu tepeyi geçince bir hayli ilerledikten sonra İstanbul boğazına varmış oluyoruz.”

Abraka “Haydi molamızı verelim artık.” Dedi. Ekledi. Önce karnımızı doyurmak için bir ateş yakalım. Gençler siz de kuru dallar toplamaya başlayın.”

Gençler etraftan kuru dal toplamaya gitti. Abraka da elinde sürtme çubuğu ile küçük bir kütüğü tutuşturmaya çalışıyordu. Az sonra dumanlar çıkınca kavı üfleyerek alevlendirdi.

“Semuş dedi Abraka Senin kardeşin Gengera ne zamandan beri rahatsız. Çünkü biliyorum ki davranışları normal değil. En ufak bir anlaşmazlıkta öfke nöbeti geçiriyormuş.”

Semuş “Gengera çocukluğundan beri rahatsız. Dedi. Kabilemiz Gengera’nın ölümüne karar vermişti. Bu karar Gengera’nın işlediği cinayetten dolayıydı. Arkadaşını öldürmüştü. Kabilemizdeki bir şifacı onu sakinleştirebileceğini söyledi. Sonra ormanda Koka ağacından kokain denen özü oluşturdu. Kokaini Gengera’ya içirdi. O an Gengera Tanrıça Fagım kadar mutlu oldu. Kabilemizde onu öldürmekten vaz geçti. Gengera başına bir iş açtı mı onu hep ben kollardım. Bir çok kavgasını tehlikeli olmadan ben önledim. Ama şimdi endişedeyim. Çünkü Gengera’yı Çatalhöyük’te yalnız başına bıraktım. Onun tekrar bir cinayete sebep olmasından korkuyorum.”

Abraka “Korkmakta haklısın. Daha iyi şeyler söylemek isterdim ama eli kana bulaşmış bir avcı dönüp dolaşıp yine aynı yapacaktır. Çünkü o kişi kana alışmıştır. Ama Gengera’nın durumu biraz farklı. Cinayet işlemiş ama ondaki taşıdığı canda çürümüş ve ona zarar veriyor. Kokain denen özü onun canını yeniden diriltecektir. Hiç endişe etme. Bir kişi bilerek ve isteyerek planlı bir şekilde insan öldürmek istemez.”

Semuş “Benim çok üzüldüğüm şey Gengera’nın gizli gizli ağlamaları. Ona ‘Neden öyle ağlıyorsun” diye sorduğumda bana hiçbir şey söylemiyordu. Ama neden ağladığına dair bir fikir yürütebilirim. Gengera peş peşe öksüz kaldı. Çocukken avda önce annesini kaybetti. Bu kaybediş bir mandanın annemize boynuzunu batırması ile oldu. Babam ise annemin yokluğuna dayanamadı. Ağlaya ağlaya öldü. Tanrıça Fagım onları evinde misafir etmiştir umarım.”

Abraka “Biz avcı ve toplayıcılar Tanrıçamızın her zaman iyi olduğunu düşünürüz. Çünkü kadınlarımız Fagım’ın soyundan geliyor. Fagım bizi açken doyuruyorsa Gengera’ya da iyiliklerde bulunacaktır. Sen hiç üzülme Gengera için. Şayet biz yokken Gengera kentte kötü bir iş yaptıysa onun cezadan kurtulması için ben önayak olacağım. Artık endişelerden uzak olalım. Fagım’ın kapısının ne zaman açılacağını bilemeyiz. Ve Fagım kapısını açtığında bizim düşüncelerimizi görür hemen onu bir bedelle kabul eder. Bedel ödemek iyi değil ama artık biz medeni insan topluluğuna dönüştük. Ve her adımımız akıllıca olduğu için çokça bedel ödeyeceğimiz gün gibi ortaya çıkıyor. Gengera için en doğru şeyleri düşünmeliyiz. O  masum çünkü Gengera canında çürümüşlük taşıyor. O masum tıpkı bir armudun çürümüş olması ve o armudun çürüğünü atıp taze kısmını yememiz gibi bir duruma muhtaç. Biz akıllı olduğumuz için armudun çürüğünü atıp taze kısmını yiyoruz. Gengera kokain ile içindeki çürümüşlüğü atacak yeniden diri ve duru olacaktır.”

Gençler gelmişti. Ellerindeki kuru dalları yere bıraktılar. Abraka da birer birer kuru dallar ile ateşi harladı. Gençler çok aç görünüyordu. Ateşteki pişen etlerden gözlerini ayıramıyorlardı. Abraka ve Semuş’un konuşmaları onları açlığından alıp içine katamıyordu. Büyükler ne konuşuyor diye dikkatli değildi. Abraka onların sabırsızlığını fark etti.

“İsterseniz etler pişene kadar torbanızdaki ekmeklerden yiyebilirsiniz. Ama fazla yemeyin. Torbalarınızda hep yiyeceğin bulunması lazım. Çünkü av bulamadık mı onlara muhtacız.” Dedi.

Ama bu sözden sonra gençler iştahlarını kıstılar. Hiç biri de torbasından ekmek alıp ta yemedi. Bakışları vahşi bir açlık değil ne yaptığını bilen bir bakışa dönüştü. Etler güçlü alevler karşısında fazla dayanamadı. Kendilerini koyuverdiler. Etrafa yayılan etin rayihasına artık dayanamadılar. Abraka’nın etlere şöyle bir bakıp “Tamam pişmişler.” deyince gençler ete yumuldu. Gecenin rüzgarı etlerin kokusunu en ücra yerlere kadar taşıdı. Ve yırtıcı hayvanların iştahı kabardı.

Tuna M. Yaşar

 
Toplam blog
: 235
: 350
Kayıt tarihi
: 14.09.10
 
 

1973 Karabük doğumluyum. Üniversite uluslararası İlişkiler mezunuyum. Arkeoloji ve okültizm ilgi al..