Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Ekim '17

 
Kategori
Öykü
 

Çok eskiden 9

Çok eskiden 9
 

Çatalhöyük bir vukuat ile çalkalanıyordu. Halk böyle bir şeyle ilk kez karşılaşıyordu. Yamkumu’yu kanlar içinde bırakanın Gengera olduğuna hükmedildi. Evine baktılar yoktu. Annesi ve kardeşleri de onun nerede olduğunu bilmiyorlardı.

Yamkumu ölmemişti. Onu şifacılar son anda kurtarabilmişlerdi. Yamkumu darbeyi ana damarlardan değil derinin kesilmesi ile almıştı. Yamkumu karısını hemen uyandırmış karısı, hemen şifacıya gitmiş ve onu getirmişti. Şifacı birkaç bitki karışımından yaptığı merhemi yaraya sürmüştü. Bu merhem avcıların av esnasında yaralanmalarında kullanılıyordu.

Abraka ağaç dallarında uyuyan mahiyetine baktı. Hepsi mışıl mışıl uyuyordu. “Nasıl rahat uyuyorlar. Henüz orman yaşantısından kurtulamadılar. Medeni olmak zaman istiyor.” Diye içinden geçirdi.

Abraka içindeki coşkuyu yaşıyordu. Bir avcı insan olmaktan çıkmış kimsenin bilmediği, yaşamadığı yerlere yine gelmişti. Hem de kentte uzun süre kalmadan, geziye keşfe, yolculuğa ara vermeden. Düşünüyordu. “Neydi bu coşku. Onu uzaklara alıp götüren ilkellikten çıkarıp alan, ne olduğunu bilmediği coşkuyu yaşatan.”

Ormanın derinliklerinden bir baykuş sesi geldi kulağına. Sonra bir şahin sesi duydu. Abraka’nın uykusu kaçmıştı. Yıldızlara baktı. Sabahın olmasına daha çok olduğunu tespit etti. Ağaç dalında oturup ta bir şey yapamazdı. Ağaçtan inip biraz dolaşmayı geçirdi içinden. Bunun tehlikeli olduğunu bildiği halde ağaçtan aşağıya indi.

Ormanda bu karanlıkta tehlikedeydi. Çünkü yırtıcıların çoğu karanlıkta avlanırdı. Ağaçtan biraz uzaklaştı. Geriye ağacına baktı. Sonra kendi önüne. Ne arıyordu burada. Adım atmıştı ki ayağının altında sert bir şey olduğunu fark etti. Eğilip onu aldı. Tüyleri diken dikken oldu. Kenarlarında deriden uzantıları olan ortasında, yuvarlak bir şey. Onun içindekileri koruyan parlak bir taş gibi şey. Üç adet ince mi ince çubuk. Çubuklardan biri kendi kendine hareket ederek dönüyor. Abraka’nın aklından “Tamda zaman  ölçme aleti olur” diye geçirirken “Evet bu tamda düşündüğüm şey” dedi.

Bunu hemen oradan uzaklaştırmalıydı. Ağacına doğru hızla ilerledi. Ağaca çıktı. Yerde bulduğu şeyi torbasına koydu. “Sabah olunca onlara söylerim ne bulduğumu. Tanrıça Fagım Tanrıça Fagım sen büyüksün.” Diye içinden geçirdi.

Abraka sabah uyanan ilk kişiydi. Hemen torbasına yöneldi. Seslere birkaç genç uyandı. Akilan ve Semuş’ta uyandı. Sonra geri kalan gençler.

Abraka “Bakın ben ne buldum?” dedi. Elindeki ilginç aleti Akilan’a verdi. Akilan elindekini evirip çevirdi. Ona bir anlam veremedi. İçinde küçük bir şeyin hareket ettiğini gördü. Semuş’ta onu alıp inceledi.

Abraka “Hiç mi dikkatinizi çekmedi. İçinde hareket eden küçük şeyle zamanı ölçebiliriz.”

Akilan “Mümkün dedi. Kulağa hoş geliyor zaman ölçmek. Bunu nerede buldun?”

Abraka “Gelin peşimden.” Dedi. Ağaçtan aşağıya indi. Diğerleri de peşinden geldi. Abrakka “İşte tam burada.” Dedi.

Akilan “Hatırlıyor musun. Sen demirden düğmeli bir bıçak bulmuştun. Ve hemen yakınında kasalar dolusu ile karşılaştın. Ne dersin arayalım mı çevreyi. Belki bu zaman ölçerden kasalar dolusu bulabiliriz.”

Abraka “Mümkün bu. Ama fazla uzaklaşmayın. Zaman ölçerin gerisi buralarda bir yerlerde olmalı.” Dağıldılar.

Abraka’nın aklına zaman ölçeri bulduğu yeri kazmak geldi. Eğildi. Toprağı elleri ile kazmaya başladı. Toprak yumuşaktı. Birden kazılıyordu. Eline sert bir şey değdi. Torağı hızla temizledi. Yan yana küçük dört adet kutucuk duruyordu. Kutucuklar demirdendi. Abraka bunu fark edebiliyordu. Heyecanla “Tanrıça Fagım bu. Buldum.” Dedi. Sonra avcılara seslendi. “Gelin buraya.” Avcılar geldi. Şaşırdılar.

Abraka’nın zaman ölçerinden onlarca benzeri vardı. Beş kutucuk ağzına kadar doluydu. Her kutucukta on adet zaman ölçer vardı. Tam elli adet zaman ölçer ediyordu. Abraka on tanesini torbasına koydu. Zaman ölçerden Akilan ve Semuş’a da onar tane verdi. Geriye kalan yirmi tanesini Tuluşka ve Cilit paylaştı. Abraka böyle yaparak tehlike anında bu değerli zaman ölçerlerin kurtarılma şansını yükseltiyordu.

Geriye konakladıkları ağacın yanına geldiler. Abraka “Aç olan var mı. Ben aç değilim. Karnınızı doyurabilirsiniz burada. Biz bekleriz.” Dedi gençlere.

Tuluşka “Akşam çok et yedim. Hiç iştahım yok.” Dedi.

Cilit “Benim torbamda pişmiş but var. Yürürken de yiyebilirim.”

Diğer gençlerde aynı şeyi söyledi. Ve yürüyüşe karar verildi. Küçük patikalardan ilerliyorlardı. Kuş seslerinden geçilmiyordu. Kuşların çokluğu iyiye işaretti. Yakınlarda su birikintisi veya ırmak olabilirdi. Bir müddet daha ilerlediklerinde kuş sesleri daha da arttı. Bir bataklıkla karşılaştılar. Etraf türlü türlü kuş kaynıyordu. Ağaçta, bataklık gölünde,  gökyüzünde.

Abraka “Bu bataklığı ve gölü besleyen ırmak olmalı. Onu bulmaya çalışalım.” Dedi. Ekledi. Kesinlikle bataklığın suyundan içmeyin. Zehirli olduğunu size söylemeliyim. Az sonra buranın ırmağını da buluruz.”

Bataklıktaki sazlıkların içinden ilerlediler. Etrafta ağaçlar görünüyordu. Avcıların yönünü kaybetmeleri söz konusu değildi. Çünkü bataklık küçüktü. Ve kolayca bataklığı aştılar. Karşılarında şarıl şarıl akan ırmakla karşılaştılar. Irmaktan su içtiler. Su leziz ve temizdi. Sonra ırmağın içine girip yavaş adımlarla karşı kıyıya yürüdüler. Bazen ırmağın derin yerlerine rast geliyorlardı. O zaman Abraka daha geniş yatağı tercih etmelerini söyledi. Suyun içinde böyle erler vardı. Geniş yatağın birini denediler. Kolayca önlerindeki kıyıya yaklaştılar ve ırmaktan çıktılar. Derin bir nefes aldılar. Gerçi gençler yüzme biliyordu fakat ya bir yılan veya timsah çıksaydı. Bu onları korkutuyordu. Henüz ne bir timsahla karşılaştılar ne bir yılan. Ama vahşi doğa bunların hepsine kucak açıyordu.

Tekrar ileriye doğru havadaki nemin kaynağına doğru ilerlediler. Patikaları aşmaya başladılar. Küçüklü ve büyüklü patikalardı bunlar. Ve bir ağaçta arıların yaptığı büyük bir petekle karşılaştılar.

 Abraka “Ben bunların ne olduğunu biliyorum. Çatalhöyük’te birkaç defa karşılaştım. Ama gençler ona fazla yaklaşmayın. Arılar soktu mu acısını uzun süre hissedersiniz. Dedi ekledi. Ama o peteğin içindeki tatlı şey öyle nefis, öyle lezzetli, öyle nezem ki. yemek için can atacaksınız.”

Abraka henüz dışarıya çıkmamış arıların peteğine yaklaştı. Büyük miktarda petekten koparıp “Hemen koşun. Çabuk çabuk.” Dedi. Hızla koşmaya başladılar. Yeterince uzaklaştıklarında durdular. Abraka Bu hepimize yetmez. Baldan birer ısırık alıp paylaşın.” Dedi. Önce kendisi ısırdı. Tuluşkaya verdi. En son ısıran Akilan ve Semuş oldu.

Abraka “Ayılar balı çok severler. Ama onlar arılardan korkmaz ve kaçmazlar. Nasıl gençler tadı nasıl?”

Tuluşka “Tadı biraz kavuna benziyor. Ama tam değil. Bal kavun gibi şeker ağısı. Yani şekeri fazla.”

Bal yalanıp yutulmuştu. Ağızlarında bal bulaşıkları vardı. Ağızlarını torbalarından çıkardıkları deriden mataralarındaki suyla yıkadılar.

Havanın nemi iyice artmıştı. Bunu ilk hisseden Semuş’tu. “Ben denizle hiç karşılaşmadım ama bir gölün veya ırmağın çıkaramayacağı tuz kokusunu alıyorum.” Dedi.

Bir tepeyi aşmışlardı ki Abraka “İstanbul boğazını göründü.” Diye heyecanla konuştu. Artık bütün yorgunlukları gitmişti. Kıyıya doğru yaklaşırlarken bir kükreme sesi duydular. Bu bir ayıydı. Sesler gittikçe yaklaşıyordu. Avcılar hızlı adımlarla boğazın aşağılarına doğru ilerlediler.

Abraka “Bu büyük boğazı geçmek için kocaman bir sal yapmalıyız. Bu bizi bayağı zorlayacak. Kaç gün sürerse sürsün bu işe girişelim ve sonunu getirelim. İstikametimiz boğazın ötesi. Bu bizi zorlasa da içimizdeki coşkuyu zorlayamaz.”

Hava kararmıştı. Avcılar yiyecek sonrası ateşi söndürdüler. Hemen yanlarındaki ağaca çıktılar. Abraka birden “Bakın ayı peşimizi bırakmamış. Bize doğru geliyor.” Telaşa kapıldılar. Gençler korkmuyordu ama eğlenmeleri de telaşsız değildi. Bağırmaya başladı hepsi birden. Ayı önce durur oldu. Sonra avcıların ağacına yaklaştı. Yukarıya şöyle bir baktı. Ağaca tırmanmaya çalıştı. Ayı mızraklara bana mısın demiyordu. Avcılar aşağıya et atmayı denediler. Ayı hiç oralı değildi. Mızraklar bir süre sonra onu durdurdu. Ayı aşağıya but parçasına baktı. Ağzı sulanmış olmalı ki geri geri ağaçtan inmeye başladı. Yere indiğinde but parçasını kaptığı gibi  oradan uzaklaştı.

Rahat bir nefes aldılar. Abraka “Bu ayı buraya yine gelecektir. Akşamın karanlığında da kaçamayız. Her zamanki gibi endişe içinde nöbet tutmaya devam edeceğiz. Dedi ekledi. Gençler nöbetinizde ayı gelirse et atmayın. Bizi uyandırın. Etimiz azaldı. Birkaç gün bizi ancak doyurur. Fagım’a dua edin ayı gelmesin.”

Akilan “Biz ayıdan kaçacağımıza neden ayı bizden kaçmıyor. Onu öldürelim gitsin. Bunun bize ne zararı var?”

Abraka “Ayıyı öldürmek benimde aklımda. Ama uğursuzluktan çekiniyorum. Şimdiye kadar hiç canavar öldürmedik. Ve sorunsuz şekilde buralara gelebildik. Eğer lüzumu olmadan bir canavar öldürürsek bu, suya düşen bir taşın dalga yaptığı gibi tüm canavarlara ulaşacak ve canavarlar bizim uğurumuzu bozmaya çalışacaktır. Yani demek istediğim canavarlar bizden his bakımından daha ileriler. Çok uzaklardan bizi tehdit olarak algılayabilirler.”

Akilan “Mantıklı şeyler ama ya tehlikedeysek bunu canavarlar nasıl algılayacak. Lüzum olduğu için bir canavar öldürürsek.”

Abraka “İşte o farklı. Eğer lüzumlu öldürme olursa taşın değil bir kayanın suya düşme etkisi ortaya çıkar. Ve sudaki dalgalar daha büyük olur. Böyle bir durumda canavar öldürürsek diğer canavarların kafası karışacak uğurumuz yine devam edecektir.”

Akilan alacağı cevabı almıştı. Abraka onun öldürme içgüdüsünü anlayabiliyordu. Ama onu kendisi gibi düşünmesini de isteyemezdi. Akilan iyi biriydi. İçindeki avlanma onu katı biri yapmış olabilirdi. Abraka ise her ölümde durup düşünen biriydi. Can veren av hayvanlarına merhametle müdahale ederdi.  Avladığı bir geyiğin üzerinden elini hiç kaldırmaz onun canı öteki tarafa geçene kadar bunu sürdürürdü. Abraka böyle yaparak hayvanın acısını hafiflettiğine inanırdı.

İlerleyen vakitlerde ayı bir daha gelmedi. “Karnı doymuş olmalı. Burayı da unutmamıştır. Yine gelecektir.” Diye düşündü nöbet tutan Tuluşka. Aklına sevgilisi içten sevdiği, aşık olduğu Matap geldi. Zaten geceleri ne yapabilirdi ki Matap’ı düşünmekten başka. Matap’a geyik dişinden yaptığı bir kolye vermişti. ‘Acaba hala boynunda taşıyor mudur’ diye düşündü. Matap’a sevgi sözcüklerini söylemeyi öyle çok istiyordu ki bunu şimdiye kadar hiç başaramamıştı. Düşünüp aşklara daldığı anda bir sesle irkildi.

Etrafına göz gezdirdi. Bir insan sesi gibiydi. Sanki birbiri ile konuşan iki insan sesi. Az ileride karanlıkta çalıların kıpraştığını gördü. Karanlıkta seçemedi. Ama kıpraşanların iki adet olduğunu gördü. Hemen Abraka’yı uyandırmaya çalıştı.

“Abraka amca ileride iki avcı insan gördüm. Gel bak.” Diyerek kıpraşan çalıları işaret etti. Abraka ve Tuluşka bir müddet çalılardan hareket bekledi. Ama çalılar ne kıpraştı ne de oradan ses geldi.

Abraka “Emin misin oradan ses geldiğine?”

Tuluşka “Yanılmışta olabilirim. Ama daha çok yaralı bir geyik sesi çıkar gibiydi.”

Abraka “Sabah bakarız oraya.” Dedi. Tekrar uykuya daldı. Tuluşka da nöbet boyu bir beklenti içinde çalıları zevkle dikizledi.

Şafak sökmesine yakın son nöbet Keneşke’deydi. Keyfi yerindeydi. Uykusunu almış şekilde nöbete kaldırılmıştı. Karnı açtı. Torbasına iştahla baktı. Eline alıp içini kontrol etti. Kızarmış etini aldı. Isırmaya başladı. Buralara kadar geldiği için mutluydu. Abraka amcasına imreniyordu. “Ne şansa var adamda. Bütün gizemli akıllıca şeyler onu buluyor. Adamda şeytan tüyü mü var ne?” diye kendi kendine söylendi. “Önce düğmeli demir bıçaklar. Şimdide zaman ölçerler. Eminim Abraka bunlara da güzel bir isim bulur. Dur bakalım ne olabilir acaba?” dedi düşünmeye başladı. “Saat olabilir. Kulağa hoş geliyor. Saat saat evet saat.”

Çalıların arasında bir çıtırtı duydu. Dikkatle oraya baktı. Sanki çıtırtı çoğalmış gibiydi. Tuluşka’dan beri nöbetten nöbete aktarılan bu çıtırtı mıydı acaba. Eğer öyle ise bir şeyler ters gidiyordu. Demirden bıçağına davrandı. Yavaş yavaş çalılara yaklaştı. Bilinmez şeyden biraz korkuyordu. Karanlıkta gözleri ile çalıların arasını seçmeye çalıştı. Kıpırdanmalara vardı ama henüz ortaya çıkan kendisini gösteren bir şey yoktu.

“Hey kim var orada. Çıkın hemen.” Dediği anda kalabalık ve eli sopalı insan grubu Keneşke’nin üzerine çullandı. Keneşkeyi anında derdest ettiler. Keneşke bağırmaya bile fırsat bulamamıştı. Son anda tıkırtılara Tuluşka uyandı. Keneşke’yi yerinde ağaçta göremeyince telaşlandı. Abraka’yı uyandırdı. Abraka ise ağaçta uyuyanların hepsini uyandırdı. Onlara ellerinde demir bıçakları hazır tutmalarını söyledi. Abraka Tuluşka’dan sonra Cilit’in nöbetinde de uyandırılmıştı. O zamanda seslerin üzerine düşmemişti. Ters giden bir şeyin devam ettiğini artık iyice anlamıştı.

Abraka eli ile işaret ederek kendisini takip etmelerini söyledi. Ağaçtan indiler. Çevredeki irili ufaklı çalılara göz gezdirdiler. Kimisi hafifte olsa kıpırdıyordu. Uzun ve kısa dallarının verdiği uyarı Abraka’yı korkuttu. Açık ve netti. Çalıların arkasında yığınla ilkel insan vardı. Henüz saldırıya geçmemişlerdi. Saklanıyorlardı. Onlar öyle zannediyordu. Ama eli bıçaklı vahşi avcılar onları fark edebiliyordu. Abraka Keneşke’yi onlara bırakamazdı. “Savaş durumuna geçiyoruz. Saldırın.” Dedi.

Çalıların arasına ilk atlayan Abraka oldu. Bir bağrışmadır koptu. Eli sopalı ilkel insanlar hamle yapıyor ama karınlarına batan  bıçak onların canını fena halde yakıyordu. Bıçağı yiyen yere düşüyordu. Vahim sahneyi ilkel insanlar görse belki kaçarlardı. Karanlık kan ve acıyı gizlediği için hiçbir şeyi farkında değillerdi. Ve bu onların kör cesaretlerini artırmaktan başka bir şey yapmıyordu.

Akilan kafasına iki kez sopa darbesi aldı. Darbe sert değildi. Akilan anında karşılık verdi. Bıçağını ilkel avcının koluna batırdı. Gençlerin de her biri boğuşuyordu. Cilit birinin bacağını tutmuş hızla bıçağını batırmıştı. Sabet ise usta bir savaşçıydı adeta. Yere üç ilkel sermeyi başardı. Bıçağını oldukça iyi kullanıyordu. Cilit’in yardım çığlıklarını duydu. Hemen yanına koştu. İlkel avcı iki kişi ile baş edemedi. Boğazına batan bıçak darbesi ile yere yığıldı.

Menda, mitu ve Tucar sıkıştırdıkları bir ilkeli yere serdiler. İlkelin kolunu Mitu tuttu. Tucar ise ayaklarını. Cilit hızla bıçağını ilkelin karnına batırıp çıkardı. Durmuyordu. Arkadaşları “Yeter öldü. Bıçak saplamayı bırak.” Dediğinde durabildi. Hemen kalkıp diğerlerinin yardımına koştular. Abraka önüne geleni biçiyordu. İlkellerin kiminin boğazına bıçak çalıyor, kiminin kalbine bıçak saplıyor kiminde ise bıçağını ilkeli gözüne batırıyordu. Yere on ilkle insan sermişti.

İlkel avcıların lideri “Hulu tuma. Ab kamana. Dak unfa samu. Kab suta arra kuna.” Diye bağırınca ilkel avcılar hemen geriye çekilip kaçmaya başladı. Keneşke yi buldular. Elleri arkasına sarmaşıkla bağlanmıştı. Onu çözdüler.

Abraka “Hepsi masum insan. Biz öleceğimize onlar öldü. Böylesi daha iyi.” Dedi. Üzerine bulaşan kan lekeleri vücudunu boydan boya kaplamıştı. Şafak sökmüştü. Güneş doğmamıştı ama yerde yatan onlarca ilkeli görebiliyorlardı. Kimi cansızdı. Kimi hala kıvranıyordu. Yakında yaralılarında öleceğini biliyordu. Abraka yerde yatanları saymıştı. Hepsi otuz kişiydi. Abraka onlara yardım etmek ,isterdi ama henüz kapışmadan yeni çıkmışlardı. İlkeller her an çoğalarak geri gelebilirlerdi.

Avcılar üzerlerindeki kanları yıkamak için boğazın suyuna yöneldiler. İçine girdiler. Kısa zamanda temizlenip çıktılar. Geceledikleri ağacın yanına vardılar. Torbalarını, oklarını ve mızraklarını aldılar. Hızla oradan uzaklaştılar.

Abraka istemese de canına can gelmiş gibi coşkuluydu. Bunun öldürdüğü insanlardan bulaştığını gayet iyi biliyordu. Babası Meştaka söylemişti. Avlanan bir geyik öldü mü canı avcının vücuduna süzülür. Avcı içine akan canla avda daha da ustalaşır.” Demişti. Her şey uygun olmalıydı. Geyiği bir ihtiyaç için avlıyorlardı. Az önce ilkel insanlarda bir gereklilikten dolayı öldürülmüşlerdi. “Acaba yeryüzünde keyfi için avlanan var mıdır. O vahşi canileri görmek isterdim. Onlara “Elinize ne geçiyor. Çok mu meraklısınız hayvan olamaya.” Demek isterdim.” Diye düşündü.

Hiçbir şey israf gibi kötü değildi. Bir ot bile, bir su damlası bile israf edilmemeliydi. Böylelikle Tanrıça Fagım’a avladıkları hayvanlar güler bir şekilde gidecekler ve avcılar daha mutlu olacaklardı. Bir an karısı Nemengen’i düşündü Abraka. O bu yolculuğa engel olmasa da onun içinden yolculuğu hiç istemediğini hissedebilmişti. Kadınlar böyleydi. Onlar avcı erkeklerin kendi kontrollerinde olmasını isterdi. Çünkü erkekleri doğuran onlardı. Buna hakları vardı.

Abraka kapışma alanından oldukça uzaklaştıklarına kanaat getirip mola verdi. Kapışma şafak sökerken başlamıştı. Şimdi ise güneş doğduğu yer ile tepede olacağı yerin arasındaydı. İlkel avcıların bu uzaklıkta ruhları bile duymazdı. Abraka böyle düşünürken aklına zaman ölçer geldi. Torbasının içinden bir tane çıkarıp aldı. “Daha önce niye düşünmedim. Kapışma alanından çıkarken zaman ölçere bakıp buraya geldiğimiz tekrar baksaydım, bir daha ki uzaklaşmada bu aleti kullanmış olurdum.” Diye düşündü. Zaman ölçerde bir şey fark etmişti. En ağır işleyen çubukla uyku zamanını ölçebileceğini düşündü. Bu mümkündü. Bir daha ki sefere bunu deneyecekti. Sonra oturup dinlenenlere sordu.

“Bu zaman ölçere ne ad verelim?” Herkes ona baktı.

Tuluşka hemen öne atıldı. “Ben ona saat ismini koydum.”

Akilan “İsim koymaya hiç gerek yok. Ona zaman ölçer demeye devam edin gitsin.”

Abraka “Her şeyin bir ismi olmalı. Değilse o şeyler başka isimlerle içlerindeki görünmez ve gizli cevheri bize ulaştıramazlar. Dedi ekledi. Tuluşka’nın bulduğu saat ismi oldukça uygun.” Dedi. Elindekini bileğine koydu. Zaman ölçerin kayışlarını birbirine birleştirdi. Kapalı çengelden kayışı geçirdi. Küçük dili kayıştaki deliğe taktı.  Sonra bileğini kaldırdı. Alıcı gözle baktı. Saatin içinde küçük bir çizik ve yanında kıvrımlı bir çizgiyi dikkatlice inceledi. Yavaş hareket eden çubuk kapışmadan buyana epeyi hareket etmişti. Çubuk üç kalın çizgiyi geçmişti.

Abraka başını saatten kaldırdı. O an Tuluşka “Abraka amca biz boğazda biraz yüzelim mi. Söz uzaklara açılmayacağız. Girdiğimiz yeri tehlikeli görürsek başka yerden gireceğiz. Dikkatli olacağız.” Dedi

Abraka izin verince gençler ayaklandı. Boğazın kıyısına indiler. Abraka “Bizim sülaleyi iyi bilirsin Akilan.” Diye konuşmaya başladı. “Babam Meştaka aile içinde çok sevilirdi. Çocukluğunda hiç kavga yapmaz anne ve babası ise o uslu olduğu için ona hediyeler verirmiş. Babamda o hediyeleri hep biriktirirmiş. Bir gün babam sevdiği kız için Tanrıça Fagım’a yalvarmış. Babamın sevdiği kızın ismi Usna’ymış. “Usna benim sevgilim olursa babamın bana hediye ettiği şeyleri senin için ateşte yakacağım” demiş. Babam Meştaka’nın duası bir türlü kabul olmamış. Hemen biriktirdiği değerli süslerini bir ateş yakıp içine atmış. Dedemiz İntuku oğlu Meştaka’nın yaptığından haberdar olunca onu evire çevire dövmüş.

Babam diyordu ki “O dayağı yerken hep sevgilim Usna’yı düşündüm. Bana dayak atarken hiçbir tarafım acımadı.” Demişti. Diyeceğim o ki ben evlat dövmeye karşıyım. Oğlum Tecavat olsun, Menda olsun anlara bir fiske bile vurmuş değilim.”

Akilan “Ben kabilemizin kahininden duymuştum. Dayak yiyen birine Taanrıça Fagım çok acır ona ödüller sunarmış. Mesela iyi bir avcı olmasını sağlar, mutlak bir mutluluk, iyi bir gelecek sunarmış. Ve dayak atan baba da zaman ve zemini geldiğinde beklenmedik bir şekilde ölüler dünyasına göçermiş.”

Abraka “Bunu bende duydum. Tanrıça Fagım’ı sevdikçe ona dua ettikçe, onun sözlerini dinledikçe bize ödülünü vereceği kesin. Ben yine de söz dinlemeyen evladın bir gün gelip dinleyeceğine inanıyorum. Gençlere azıcıkta olsa onlara ilgi gösterip kendi hallerine bırakılmasından yanayım. Babanın okunu, mızrağını kıran bir evlat elbette kusurlu. Onu döverek değil onun ava çıkmasını yasaklayarak ta terbiye edebilirsin.”

Akilan “Keşke bir kuşumuz olsa Çatalhöyük’ten bize haber getirse. Şimdi orada ne yapıyorlar. Kentimiz acaba daha da çoğaldı mı. Onca kalabalık biz yokken neler yaşıyor. Öğrenmek isterdim. Acaba bu kış mevsimine girerken avcılarımız yeterince av bulabiliyorlar mı. Ama en çok önemsediğim yeni yapılan kil tuğlaların yağmurda bozulup bozulmadığı. Çünkü kil çamurunun içine kuru ot atılmadıysa o tuğlalar fazla dayanamazlar. Onlar ev yaparken biz başlarında değildik. Başlarında Sattama vardı. Sattama’ya da bir şey sormadan ayrıldık. Kuşumuz olsa  onu nasıl haberleşmede kullanacağımızı bilmiyoruz. Şu bilgi denen şeyi hep küçümserdim. Bak bilgiye muhtaç olduk.”

AbrAka “Babamın bu yöntemle haberleştiğine defalarca şahit oldum. Senin bunu bilmemen normal. Sen o zamanlar daha küçücüktün. Babam kuşun bacağına küçük bir deriye çizdiği şekli bağlıyor. Çok uzaklardan kabilesine haber uçuruyordu. Bunu nasıl yapıyordu. Sordum hiç anlatmadı. Aynı haberleşmeyi Ur şehrinde de gördüm. Atmacayı alıştığı kümesten çıkarıyorlar. Gözlerini kapatıyorlar. Sonra onu aylarca uzak yerlere götürüyorlar. Kuş heyecan içinde ne zaman kümesime ulaşabilirim diye sabırsızlanıyor. Sonra bu sefer atmacanın kapalı gözlerini açıyorsun. Salıyorsun. Atmaca gökyüzünde durup dinlenmeden uçarak kısa birkaç gün içinde yaşadığı kümesini yeniden buluyor.”

Akilan “Atmacaya yolu Fagım söylüyordur. Çünkü ayağında bağlı akıllıca şey taşıyorda ondan.”

Boğazın kıyısında bağrışmalar, şakalaşmalar, kahkahalar geliyordu. Gençlerin eğlencesine onları seyredenler imrendi.

Abraka “Şu gençler olmasa hayatın gülümser yanını insan boş yaşar. Bende gençken yüzmeyi çok severdim. Ama en çok ırmak kenarında çamurlara bulanıp ırmağa girince temize çıkmak hoşuma giderdi. Böylece çamurla hem temizlenmiş hem eğlenmiş olurdum. Biliyorsun. Çatalhöyük’te ırmağımız istediğimiz gibi kullanıyoruz. Ben oraya değil daha uzaktan suya girilmesinin taraftarıyım. Çünkü onca insan suyu oradan kullanıyor. Ve bir şeyde biz o ırmağa Tanrıça Fagım için hiç geyik kurban etmiş değiliz. Babam Meştaka “Bir ırmaktan ilk kez su içeceksen ondan izin almalısın. Çünkü izin almazsan sana uğursuzluk buşaır. Daha kalabalık ve kalıcı kullanımlarda bir geyiğin kurban edilmesi şarttır.” Demişti.

Ben düşünüyorum Tanrıça Fagım dinimiz olsun, doğanın büyülü güçleri olsun veya kehanetlerimiz olsun onlara, kurban vermeyi gayet mantıklı buluyorum. Çünkü içtiğimiz su ile varız biz. Yaktığımız ateşle gönlümüz aydınlanıyor. Yaptığımız akıllıca şeylerle Fagım’a ulaşıyoruz. Geçen gün rüyamda görmüştüm. Gaipten gelen bir ses bana “Bir kurban etmeyi unuttuysan tanrıları ancak hoşnut kalacağı şeyle menün etmelisin” demişti. Ben sordum. “Nasıl olacak bu çünkü tanrılar hep büyük şeylerden hoşlanır.” Dedim. Ses bana “Onları sarhoş etmeyi dene.” Dedi. Ses kayboldu. Bende o an uyandım. O zamandan beri hep aklımda. Şu İstanbul boğazını geçmek için bir geyik kurban etmeyi düşünüyorum. Ama tanrıları sarhoş etmek bana daha mantıklı geliyor. Yanımızda sarhoş eden şerbet olsaydı hepsini boğazın sularına dökerdim. Çünkü tanrılar kanı kanla temizler. Sarhoş olurlarsa hiçbir şey yapmazlar. Ta ki akıllarına savaş gelene kadar. Tıpkı bu şafakta ilkel insanlarla kapışmamız gibi.”

Gökyüzünde bir ışık belirdi. Çok kuvvetli ışık saçıyordu. Abraka “Bu da ne. Güneşin doğduğu vakit ne yıldız görünür ne ay. Üstelik bu çok yakın bize.” Diye söylendi.

Tuluşka “Abraka amca bu ışık yarından gelmesin. Çünkü Tanrıça Fagım yarından da bizleri yönetir.”

Yuvarlak ışık iyice alçaldı. Önlerine doğru geldi. Boğazın kıyısını geçti. Avcıların hemen arkasındaki boşluk araziye indi. Avcılar korkmuş ve heyecanlıydılar. Abraka ise için için seviniyordu. Bu şimdiye kadar karşılaştığı en akıllıca şeydi. Çünkü dev gibi bir barınak gökyüzünde uçmuş ve yere inmişti. Işık yoğunluğunu kaybedince ortaya yine yuvarlak ve çok büyük bir çanak şeklinde gri, bir şey çıktı.

Abraka “Ne ilginç şey. Barınak gibi. Ama bu demirden bir barınak. Acaba içinde yaşayan var mı. Buraya gökyüzünden indiğine göre içinde yaşayanlar vardır. Varsa bunlar ilkel değil belki bizden bile medeniler.”

Aracın içinden dışarıya merdiven çıktı. Az sonra içinden avcı insanlara benzemeyen koca kafalı, ince kollu, ince bacaklı yaratıklar çıktı. Avcılar gökyüzünden inenlere yaklaşmayı denedi. Biraz yaklaştılar.

Yaratıklardan biri “Bizden korkmayın. Bizler gökyüzündeki kentlerde yaşıyoruz. Size yardım etmek istiyoruz. Sizi boğazın suyunun üzerinden gökyüzünden karşıya geçirmeye geldik. Korkmayın hadi gelin.” Diye konuştu.

Avcılar cesaretlendiler. Gökyüzü yaratığına doğru ilerlediler. Yuvarlak aracın içine bindiler. Aynı yaratık “Biz gökyüzüne uzay diyoruz. Gökyüzündeki kentlerimiz bir gezegenin içindeler. Sizler zeki ve dürüst avcılarsınız. Özellikle Abraka çok merhametli düşmanlara karşı. Bunu nereden biliyorsunuz derseniz biz uzaylılar sizin ne düşündüğünü okuyabiliriz. Şimdi şu boş koltuklara oturun. Sizi karşıya geçirmeden önce gökyüzünde biraz seyahate çıkaracağız. Sakın korkmayın. Amacımız yeryüzünün uzaydan nasıl göründüğünü size göstermek.” Dedi. Uzaylılar önlerindeki panele dokununca araç hızla gökyüzüne doğru tırmanışa geçti.

Aradan kısa bir zaman geçmişti ki araç uzaya çıktı. Dünyanın yörüngesindeydiler. Uzaylı yaratık heyecan içinde olan avcılara dünyayı gösterdi. Avcılar şaştı kaldı. Yaşadıkları toprakların dünyanın tamamını hissedebiliyorlardı. Bu müthiş bir duyguydu.

Abraka uzaylıya sordu. “Biz neden sizin aracınızdan yapamıyoruz. Sizin aracınızdan uçan bir tane yapmak için neler gerekli?”

Uzaylı cevap verdi. “Benim adım Tuamabi. Bu gibi araçlar yapmak için daha çok akıllı şeyler öğreneceksiniz. Size bu aracın yapılışını öğretirim fakat yazı yazmayı bilmiyorsunuz. Dedi ekledi. Sizi gökyüzündeki gezegenimize götürmek istiyorum. Öncelikle korkmayın. Biraz sonra yıldız geçidine varacağız. Yıldız geçidine girince ışıktan daha hızlı hareket edip Zeta Retikulu’ya varacağız.”

Uzaylılar aracın içinde gidip geldiler. Sonra durdular. Uzaydaki yıldız geçidine ulaşmak için araç hızlandı.

Akilan “Bu gördüklerimizi kentimizdekilere anlatsak bizi tefe korlar. Dalga geçerler. Ama inanıyorum ki hepimiz bunu anlatınca bize, şahitliği kalabalık oluşumuz yapacak. Özellikle gençlerin bunu yaşaması onlara inancı artıracaktır.”

Abraka “Bu uzaylıların Tanrıça Fagım’la mutlaka bir bağlantısı vardır. Ve bunlar tanrıçamızı tanıyorlardır.” Dedi. Sonra uzaylıya “Baksan siz Tanrıça Fagım’ı biliyor musunuz?” diye sordu.

Tuamabi adlı uzaylı “Evet Tanrıça Fagım’ı biliyoruz. Ve sizin Tanrıça Fagım’a ettiğiniz tüm duaları işitiyoruz. Dualarınızın kabul olmasını biz sağlıyoruz. Nasıl demeyin. Bunu bir şekilde yapıyoruz. Bizimde kendimize göre akıllıca şeylerimiz var. Size onları anlatırsak avcılık düzeniniz bozulur. Ve Tanrıça Fagım’a ödeyeceğiniz bedel artar. Dedi ekledi. Sizin İstanbul Boğazını geçip ötelere gideceğinizi biliyoruz. Biz o topraklara Avrupa diyoruz. Biz Tanrıça Fagım’ın o topraklarını, üzerinde yaşayan ilkel ve inançsız avcıları yüzünden siz ve sizin gibi avcılara kesinlikle uygun görmüyoruz.

O topraklarda yaşayan Neandertal insanları yok ettiğimiz gibi, yarın denen zamanlarda da, inancı olmayan Hristiyan dediğimiz o insanları da, görünmez ve gizli bir şekilde yavaş yavaş ortadan kaldıracağız. Ve yerlerine Müslüman denen insanları yerleştireceğiz. Ve size gelecekten bir haber daha vereyim. Geleceğin haberlerine şimdi yaşadığını gibi inanın. Bu inanç sizi diri ve ayakta tutacaktır. Sizde ki din gelecekte yaratan adlı tanrı ile bir başka inanca dönüşecek. O tanrıya siz yiyecek ve  tarım için dua ediyorsunuz. Ama o tanrının farkında değilsiniz. Gelecekte insanlar avcı ve toplayıcılıktan çıkacak dualarınız da değişip ondan artık akıllıca şeyleri bedel ödemeden de isteyebileceksiniz. Siz yalnızca Tanrıçanıza içtenlikle dua edin. Sizin ardınızdan gelecek olan zamanlar sizin yaşadığını yeri bildireceği gibi adınızı yaşantılarınızı da bulacak. Ve topran altında kalacak olan evleriniz kazılarak ortaya çıkacak. Hiç korkmayın onlar kazı yaparak sizi elleri üzerlerinde tutacaklardır. Ve sizin bölgeniz Çumra denen insanların yaşadığı bölgeye çok yakın olacak. O Çumra şehri ki insanları çok zengin gönülleri çok geniş inançlar samimidir.”

Abraka konu değiştirdi. “Bu uzay neden bu kadar karanlık. Ve küçük yıldızlar neden küçük?” diye sordu.

Uzaylı “Her eşyanın üzerinde görüntü varlığı vardır. O eşya uzaklaşınca size olan bağlantısını yitirir görüntü varlığı da o yüzden eşyayı küçük gösterir. İşte yıldızlarda sizden uzak olduğu için öyle küçük görünür. Yıldızlar yakın olduğunda sıcaklıkları size zarar veriri. Size onlar zarar vermemek için hep birbirinden uzaklaşırlar. Dedi ekledi. Şimdi yıldız geçidine yaklaşıyoruz. Kendinizi kontrol edin. Yerinizden kalkmayın.”

Uzay aracı tam geçide girmişti ki Abraka uyandı. Rüya görmüştü. Ortalık karanlıktı. “Neydi şimdi bu. Ne tuhaf rüya bu. Hiç avcı birinin gökyüzüne çıktığı görülmüş müdür?” diye söylendi. Etrafına ağaç dallarına baktı. Avcıları uyuyordu. Nöbet tutan Sabet’ti. Ona sordu.

“Hiç canavar veya ilkel insan geldi mi?”

Sabet “Şimdiye kadar hiç hareketlilik olmadı. Yalnızca baykuşların çığlıklarını duydum. Bunu da bir sinyal olarak baykuşların tehlike anında uyarısı diye algılamadım.”

Abraka “Yarın tekrar yürüyüşe çıkacağız. Aşağılara İzmir’e doğru gideceğiz. Bunun için torbandaki yiyeceklerden kısıtlı kullan. Çünkü daha önce buralardan geçerken zor avlandık. Av hayvanı ya yok yada ağaçların onları saklaması onlarla karşılaşmamızı engelliyor.”

Sabet “Benim torbamda çok fazla yiyecek var. Ben yediklerimin yarısını hep ayırırım. Çünkü ben doymadan bırakırım yiyeceği.”

Abraka “Aferin hep böyle akıllıca davran. Ama öncelikle az yemek gücünü azaltacağı için karnını yine de iyi doyur. Torbana et ayırmayı sürdür. Ayrıca karnını meyvelerle ek olarak doyur.” Dedi.

Abraka yıldızlara baktı. Sonra kolundaki karanlıkta ışıyan saatine çevirdi. En ağır hareket eden küçük çubuk dördü gösteriyordu. Sabaha henüz birkaç saat vardı. Abraka’nın uykusu kaçmıştı. Sabet’e uyumasını nöbeti kendisinin tutacağını söyledi.Sabet ağaç dalına hemen kıvrıldı.

Abraka gördüğü rüyayı düşünmeye başladı. Gökyüzüne çıkışı, o uzay aracı, ne kadarda gerçekçiydi. O Tuamabi adlı uzaylının söyledikleri ise akıllıca şeylerdi. Abraka’yı İstanbul boğazının ötesine gitmeyi uygun bulmaması gerçekten etkileyiciydi. Abraka kehanetleri önemserdi. Ama bu kehanet değil gerçeğin ta kendisiydi. Çünkü İstanbul boğazının geçilmez oluşunu görmüş ve bu rüyasına yansımıştı. Demek her şeyin bir başlangıcı olduğu gibi uygun olamayanın başlangıcı da boğazın geçilemez oluşu ile başlıyordu. Abraka buna daha çok lanet olarak bakıyordu. Evet boğazın ötesi Avrupa toprakları lanetliydi. Lanet oradan gelince de bitmezdi. Tıpkı Fırat nehrinin ötesine geçmek gibi. Fırat nehri kutsaldı. Ve tanrılar insanların kendilerinden uzaklaşmasını istemiyordu. O yüzden bazı nehirler geçide sınır vermiyordu.

Abraka gecenin baykuşlarının seslerini duyuyordu. Onlarla konuşmak istedi. “Baya-Kaşa, Yebyu-Kuşu, dedi sonra Yabya-Kaş” dedi. Baykuşun ismini böyle çarpıtarak söylemesi baykuşları harekete geçirdi. Abraka içinden “Söyle öten baykuş İzmir’e kadar geyiklerle karşılaşacak mıyız?”

Öten baykuş ses verdi. “Geyikler sizi bekliyor. Her yerde geyik var. Onları siz ve çitalar avlayacak. Geyikleri öğlen avlayın ve öğlen yiyin. Çünkü Tanrıça Fagım böyle buyurdu.”

Abraka ilk sorusundan alacağı cevabı almıştı. “Baya-Kuşun, Buy-Kuş, Bay-Kaşaten.” Dedi seslice. Ardından içinden sessizce sordu. “Söyle baykuş etrafımızda ilkel avcı insanlar var mı. Varsa bu kaldığımız bölgeyi biliyorlar mı. Varsa ne kadar kalabalıklar?”

Baykuş öterken Abraka’nın içine seslendi. “Endişende haklısın. Ama ilkel avcılar buralardan uzaktalar. Oldukça kalabalıklar. Onlar insanda yerler. Bir tanesini buralarda görmüştüm. Eğer o yine buralardaysa kendisi size saldırmayacak. Ama kabilesini alıp buraya getirecektir. Bu sizin için feci bir şey. Bu yamyamlardan bir çok kabile var. Geçende bir atmacadan duydum. Atmaca bana yamyamların buralarda bir insan kokusu aldığını söyledi. Bu galiba sizsiniz. Ama endişe etmeyin. Yamyamlar sizin izinizi henüz bulmuş değil. Sadece kokunuzu almışlar.”

Abraka ‘Gerçekler korkutucudur.’ Diye içinden geçirdi. Baykuşa sormasa bütün bunlar Tanrıça Fagım’ın yarınından gelecekti. Yarında gizli bir şeyi öğrenmek gayet hakkıydı. O bu akıllıca şeyi biliyordu. Öğrendiği şey ile endişelendi. Bunu hiç duymamış olmak isterdi. Canı biraz sıkıldı. Baykuşun kabahati yoktu. Ona bu kötü haberlerinden dolayı teşekkür etmeliydi. Onu uyarmıştı çünkü. Bu ıssız toprakların insansız olması düşünülmezdi. Mutlaka değişik bölgelerde yaşayan ve avlanan ilkel avcılar vardı. Avcının mızrağı neyse Abraka için akıllıca şeylerin ötesine geçmek oydu.

Abraka biliyordu ki aklın ötesine geçmek bir bedel karşılığındaydı. Abraka ne olduysa bir gece ansızın akıllanıvermişti. Ve o aklı yürüterek ev yapmış aklı bir başka evreye geçmişti. Bu evrede kuşlarla konuşmanın yolunu öğrenmişti. Kimi kuşlar avcı insanlar gibi et yerdi. Onlara eti Tanrıça Fagım sağlıyor olmalıydı. Belki etçil hayvanlar Tanrıça Fagım da farkındaydılar. Çünkü aldıkları emirle avlanırken ziyana kaçmıyorlardı. Kaınları doyunca avı bırakıyorlardı.

Ve o avcılardan baykuşun demin söylediklerini düşündü. Gayet net almıştı baykuştan mesajı. ‘Etrafınızda yamyam var. Dikkatli olun’ demişti. Böyle konuşma ancak vahşi olanın içinden gelirdi. Abraka kuşlarla konuşabildiği için Tanrıça Fagım’a şükranlarını sundu. Tekrar ormanın içinden gelen iniltilere kulak kabarttı.

Karanlıkta bir yere bakarken insanın hayal yaratıcılığı oldukça artardı. Abraka da öyle bir hayale takıldı. Az ötedeki ağaçların dallarına takıldı gözleri. Bir hareketlenme oluyordu orada. ‘Acaba yamyam olabilir mi. Yine mi baskına uğradık. Kesinlikle o tarafta dalların arasında bir hareketlenme var.’ Diye düşündü. Yanılmamıştı. Daldan yere bir şey atladı. Pür dikkat Abraka orayı dikizledi. Gözleri kalabalıklaşan hareketler gördü. Yoksa yamyamlar her bir ağacı kontrol mu ediyordu. Ormanın içinden gerçek bir insan sesi duydu. “Hulu  annu. Nan bala makan tu.” Sözlerini işitti. Aşağı inip kaçamazlardı. Ses çıkarırlardı. Fark edilirlerdi. Kalabalık avcı grup ateş yaktı. Abraka bir daha hayal görmediğini anladı. Bu tıpkı ölmüş birini yeniden görmek kadar gerçekti. Abraka için henüz alarma geçmek gereksizdi. Yabancıların hareketine göre karar verecekti. Belki yabancılar avlanmış o, ateşi de bir ziyafet için yakmışlardı. Az sonra bunda yanılmadığını anladı. Burnuna kızarmış et kokusu geldi.

Tuna M. Yaşar

 
Toplam blog
: 235
: 350
Kayıt tarihi
: 14.09.10
 
 

1973 Karabük doğumluyum. Üniversite uluslararası İlişkiler mezunuyum. Arkeoloji ve okültizm ilgi al..