Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Nisan '08

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

Çok kötü çok

Çok kötü çok
 

Bir sefer esnasında, nereye gidildiğini sadece kendisinin bildiği Kanunî’ye bir veziri dayanamayıp sorar:

-Sefer nereye hünkarım?

Kanunî, cevabı vermek istemez. Ama muhatabı büyük bir merak içindedir. Vezirine döner ve şöyle der:

-Ey vezirim sen sır tutabilir misin?

-Evet hünkarım!

Kanunî gülümseyerek konuşur:

-Ben de!

***

Küçük-büyük bir sürü sırrı tutuyoruz. Sadece biz değil, pek çok insan için de bunu söyleyebiliriz. Bu sırlar, sırf tutuluyor olsalar iyi yine, onun ötesinde davranışlarımızı şekillendiriyor. Oradan düşünceleri ve bazen duyguları da idare ediyorlar çaktırmadan. Görünürde fark edilmese de, bu durum, inanca dönüşen alışkanlıklarla bizi yiyip bitiriyor. Bu, gerçekten çok kötü bir durum.

Kendimizi ifade ederken kurduğumuz belli başlı anlam kümelerinin sesi cümleler, riya kokusu yayar gibi olmaya başladı. Neyi veya kimi ne için ve nasıl desteklediğimiz, söylem haline getirdiğimiz, konuşmaya veya susmaya ne etkisi ile karar verdiğimiz pek belli değil. Ait olmadığımız yerlerde, bizi anlatmayan cümleler ve bize uymayan kıyafetlerle başkalarının uygun gördüğü hayatları yaşamaya başlamışız! Çok ama çok kötü bu.

Bu yazıyı yazarken bile yeterince açık olamıyorum. “Ya yanlış anlarlarsa?” sorusu, kelimeleri seçtirip, sildirip yeniden yazdırıyor. Ne isek oyuz esasen, o zaman bu kaygı niye? Bakın ikilem hemen sırıttı, bütün çıkışları kapattı ve “Ancak tek çıkış var, kendini inkâr edeceksin!” diye de diretiyor. Yeniden başlamak lazım, yeni bir mekân, çevre ve yepyeni bir anlayışla diyorum. Yine tek çıkışı olmalı ve üzerinde kocaman HUZUR yazmalı.

Sıfatlar üretecekler, yakıştırmalar yapacaklar, kendilerine dair ufuklarda bizi göremeyince tepeleri atacak, yokuz diye mutlu olup, hayvanca galibiyetlerinin süsü edecekler bizi. Belki de kimse fark etmeyecek. Evet, bakın bunu merak ediyorum. Uzun süredir yazıyoruz gazetemizde, il içinden yazılara gelen tepkilerin sahipleri tanıdık insanlar, il dışındaki okuyucuların da çoğunu tanıyoruz. Kafama takılan şey, tanımadığımız ve yazılarımızı okumaya değer gören ne kadar kişi olduğu sorusudur. Zira tanıdığımız veya bizi tanıyan insanlarla, il içinde yahut dışında olsalar bile, fikirlerimizi zaten paylaşıyoruz. Eğer onlarla sınırlı ise okuyucu kitlemiz, yazmanın bir gereği de olmayacak.

Bizi bilenler içinde, takma isimle yazmaya devam edilmesi gerektiğini söyleyenler çoğunlukta ve biz de onlarla hemfikiriz. Aşikâr olunca tepkiler sahteleşebilir çünkü. Diğer taraftan, bizi bilirse diğerleri, okuyucu sayısı artar. Ama onlarla, dedik ya az önce, zaten gerçek paylaşım düzlemindeyiz. İşte size bir ikilem daha! İsim değil konu, ama konu yazdıklarımızın nerelere ne şekilde ulaştığı ya da ulaşmadığı… Hatta doğru ulaşıp ulaşmaması..Neyse.. Sıkıcı bir durum yine…

Hani şu meşhur laf, meselenin değil, çözümün parçası olmak mevzuu… Doğrusu, mesele tanımları kişiyle değişiyor, kıymeti kendinden menkul ve şahsı ile sınırlı insanlar içinde olmak çok bunaltıcı. Kendimize değer biçtiğimiz sanılmasın, bizden daha değerli insanlar içinde olmaktan mutluluk duyacak ve bunu arzu edecek kadar geçkindir içimiz. Mesele, kendimizi ait hissedecek bir duyuş âleminde bulunamamak kadar yalın. 38 sene bir kimlik koyduk ortaya, şimdi o kimlikle çatışan batı kusmuğu bir berduş kültürünü bütün tiksindiriciliği ile kucağımızda buluyoruz. Kaldırıp atmak hem çözüm hem de kolay, haklısınız elbette, ama görün ki “Acaba ne derler?” diyecek kadar da zavallı hissediyoruz kendimizi.

Herhalde artık nasihati kendimize etmenin vakti geldi. Can kulağıyla dinlemeliyiz kendi içimizdeki çocuğu. “Dünya kimseye kalmaz bir misafirhanedir…” sözlerine kapıları açmalıyız. O hep söylediğimiz güz yağmurları yıkamalı içimizi. Kapağı açıldığında alabildiğine enginleşen bir âlem olmalı mekân ve zaman da göreceli bir saat takmalı koluna.

Yüreklere aşkı nakşetmeden bir şey olacağı yok. Bir gönül sanatçısı, izin vermeliyiz de sanatını icra etmeli bizde. Bir ölünün, yıkayıcısının elindeki sadakati gibi teslim olmalıyız.

Demir almak günü geliyor zamandan, hey. Mekândan da. Sofradan da…

Zaten sadece kendimizi zorluyorduk “inan” diye. “İnan ki sen buranınsın ve burada yerin var.” diye zamana asılıp duruyorduk. Gözlerimizi bir açtık ki, bambaşka bir gemide ve bambaşka bir limandayız. Tayfalar da, kaptan da, yolcular da bambaşka. Tam kalbimizin üzerinde bir okyanus ağırlığı ile feryat edişimiz demek bundanmış. Tuzlu suyla susuzluğa kanmak da mümkün değilmiş velhasıl.

Bir pınar bulduk, içeceğiz. Kimine göre de bir şeylerden vazgeçeceğiz. Bana ne artık birilerinden?

 
Toplam blog
: 84
: 1808
Kayıt tarihi
: 28.04.08
 
 

Elektrik mühendisi, "öğretimci", 2 çocuk babası, aslen Kuzey Kafkasyalı, Türk ve Türk'e dair olan..