Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Temmuz '06

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Çöp

Çöp
 

1996... Yemekhane nöbetinde sıra bizde. On beş kişi kadarız. Tüm gün boyunca mutfaktan yemekleri taşımak, masaları hazırlamak, yemek servisi yapmak, tabak çanağı toplamak, çöpleri boşaltmak gibi görevlerimiz var. Görev paylaşımı diye birşey yok. Olsa her birini sırayla yapıyor olmazdım. Kaytaranlar ve çalışanlar var, kaytaramıyorum; kaytarmayı bir türlü beceremiyorum.

En berbat iş çöp dökmek. Büyük çöp kovalarının içi siyah naylonla kaplı. Yemek tepsilerinden sıyrılan bulgurlar, çorbalar ve her nevi yemek artığı, karışık çorba kıvamında cıvık cıvık salınıyor. Benimle birlikte iki kişi daha tekerlekli bir arabaya kovaları sırayla yerleştirip, yemekhaneden yüz metre kadar ilerideki çöp arabasına yollanıyoruz. Yoldaki her türlü tümsek, çukur taşıdığımız karışık çorbayı sağa sola sıçratıyor. Çöp arabası denen şey aslında bir traktörün arkasına bağlanmış büyük bir kasadan başka bir şey değil. Arabaya ulaşınca diğer iki kişi çok yorulduklarını söyleyip, dinlenmeye çalışıyor.

Aslında sorun yorgunluk değil; sorun karışık çorbalı kovaların önümüzdeki kasaya boşaltılması çünkü kasa yerden boyum kadar yüksekte duruyor. Sinirli bir şekilde "sen şurdan tut, sen de burdan" diye söyleniyorum, onlarda uyguluyor. Kasanın üstüne çıkıp kollarımı dirseklerime kadar sıvıyorum ve kovaları yukarı kaldırmalarını bekliyorum. Bir ucunu kasaya dayadığım kovaları, içi her nevi çöple dolu olan kasaya boca ediyorum. Boşaltırken üstüme fazla sıçramaması için dikkatli olmaya çalışıyorum. Kollarım cıvık çorbanın içine giriyor ama görevi tamamlayıp, aşağıya atlıyorum.

Dönüş yolunda "titiz biriydim" diye düşünüyorum ama o anda bu düşünce hatıra olmanın ötesine geçemiyor. Hiçbir şey hissetmiyorum. İçi boşalmış bir robot gibiyim. Ellerimin ucundan hala çöpün suları damlıyor ama hissizim. Boşvermiş bir ruh halinde değilim, içim boşalmış, duygularım yok olmuş durumda...

***

Şantiyedeki iki ofis arasında yürüdüğümü farkediyorum. Elimde bir fincan, fincanda kahve var. Ne zaman aldığımı hatırlayamıyorum. "Acaba birinin masasından kahvesini mi aldım?" diye bir soru bile geçiyor aklımdan.

Oturacak masam yok. Arkadaşlardan birinin tozlu ve boş masasına yerleşiyorum. O, şu anda elinde telsizi, başında baretiyle sahada dolaşıyor. Canım yazmak istiyor. Ne yazmak istediğimden emin değilim, durup düşünüyorum. Sonra beni bilgisayarın başına oturtan nedeni kavrıyorum: Yağmur...

Bir iki saat önce yağan bir yağmur yapıyor bunu bana. Böyle usul usul ıslatıp geçen, ılık bir havanın bulutlu ortamında yapmayı en sevdiğim şeyin evimde karımla oturup birer fincan çay eşliğinde kitap okumak, ara sıra başımı kaldırıp okuduğum bir cümleden nasıl etkilendiğimi anlatmak olduğunu hatırlıyorum. Yağmurlu havanın, sokağa çıkmamak ve en sevdiğim yer olan evimde oturmak için yine en sevdiğim bahane olduğunu hatırlıyorum.

Dışarıdaki yağmur dindi ama içimdeki fırtına sel olmak üzere. İçime kapanıyorum. Niye burada olduğumu farkedemiyorum, ruhum çalınmış.

Askerlik zamanı çöp dökme görevinden dönen halimi hatırlıyorum. İçim bomboş, hissiz..

Askerliğin neden bu kadar uzun sürdüğünü anlayamıyorum.. Sadece bekliyorum.. Neyi beklediğimi bile unutmak üzereyim. Hatırlamayı bekliyorum...

 
Toplam blog
: 33
: 2040
Kayıt tarihi
: 07.07.06
 
 

Evli. Baba. Ailesine düşkün. Mühendis. Fenerbahçeli. Suya yazar.   ..