Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Şubat '15

 
Kategori
Magazin
 

Coşkun Irmak’tan gerçekçi değerlendirmeler…

Coşkun Irmak’tan gerçekçi değerlendirmeler…
 

 ‘Öyle Bir Geçer Zaman Ki’yle büyük çapta ses getiren ve farklı hikâyeler yaratma başarısını ‘Bana Artık Hicran De’ ile ispatlayan Coşkun Irmak’ın bu diziyle ilgili yapımcıyla yaşadığı ödeme sorununa dair açıklamalarını bir başka yazımda ele almıştım.

Kanal D’de yeni sezon dizisi olarak büyük umutlar vaat ederek yayına sokulan ama hevesi kursağında bırakılıp haksızlıklara sahne olan ‘Bana Artık Hicran De’nin senaristi Coşkun Irmak bir kez daha köşemin konuğu…

Kendini sektörün istediği bir senarist olarak görmeyen Coşkun Irmak, ‘çok yorucu’ olarak nitelendirdiği televizyon dünyasıyla ilgili çok dolu… Senaristlerin örgütlülüğünün dizi sektöründe iyiye gelişim yaratacağına inanan ve profesyonelliğin, içine sinmeyen ortamda o işi yapmamak olduğunu vurgulayan Coşkun Irmak’ın bu doluluğundan taşanlar ise dikkate değer gerçekçilikte…

 

DİZİ MESAJCILIĞI ALAY ETMEK GİBİ BİR ŞEY

-Dizilerden bilinçlendirici mesajlar verilmesi sık sık konu edilir. Şimdilerde yine gündemde. Dizilerin reyting sıralaması toplam ile AB arasında farklılıklar gösterirken, mesajcılığın her kesime hitap gücü sizce aynı olur mu? Bu mesajlar izleyiciyi gerçekten etkiler mi?

Etkiler ama… Burada şunun üstünde durmak isterim. Mesela tarım alanlarının korunmasıyla ilgili bir kamu spotu var. Şöyle başlıyor… Atalarımız yüksek yerlere evlerini yaparak verimli toprakları korudular… Bu, devletin kamu spotu... Valla şöyle çıkıp bakalım… Hangi belediyeler nerelere ruhsatlar vermiş, nereleri imara açmış. O tarım alanlarını acaba bilinçlendirmeye çalıştıkları vatandaşlar mı talan etmiş yoksa siyasiler ve onların uzantıları mı? Yani bu var ya, bir yandan çocuğunu pataklarken öbür yandan da dönüp ‘Aman kimse çocuğunu dövmesin’ demek gibi bir şey… Yani alay etmek gibi bir şey.

-Anladım. Ama televizyonun toplumu yönlendirici bir katkısı yok mu?

Bu yönüyle var evet ama... Televizyonun sorunu, yönlendirici olmayı aşan bir şey.

 

DİZİNİN İÇİNE AİLE BİRLİĞİNİ NİYE KOYACAKSINIZ Kİ!

-Aynı durum aile konusunda da var. En gözde konulardan birisi… Kadınlar dizilerde şiddet görüyor ve aldatılıyor. Böyle bir dizinin içine aile birliğini nasıl koyabilirsiniz? Diziler aile birliği için etken mi?

Dizinin içine aile birliğini niye koyacaksınız ki! Diziler aile birliği için etken değil, öte yandan ailenin bölünmesi için de bir etken değil. Çünkü dizilerin böyle bir meselesi yok. Dram sanatı çatışma üstünden yürür. Birbirine taparcasına âşık ve mutlu bir çiftin hayatının hiçbir enteresan tarafı yoktur kimse için. Ama ne zaman ki kavga etmeye başlarlar yahut araya bir üçüncü girer, merak eder bakarız. Herkes kendi yaptığı dedikodudan pay biçsin.

-Peki, böylesi çatışmacılık ilgiyi artırmak için var, diyorsunuz. Ama eski Yeşilçam filmlerinde bu denli yoktu. Aşk hep kazanırdı… Şimdi bir bakıyorsunuz adamın başta mutlu yuvası var sonra başkası çıkıyor ona dönüyor…

Şimdi diziler, 30-60-90 bölümlük olsun diye iş oraya gidiyor. Öbürü zaten 90 dakika-100 dakika… Her şeyi paketleyip bağlayabiliyorsunuz. İnsanları sinemadan eve mutlu göndermek hayrınızadır.

 

HAMSİYİ DENİZE DÖKECEKLER, MERCİMEK FAYDALIDIR DİYECEKLER

-Birbirinin aynı gelişen konular var şu an ekranda. Çatışma ilgiyi artırıyor dediniz ama geçmişle günümüzü kıyasladığımızda bugünkü reyting oranları eskiye kıyasla düşmüş durumda. Yani izleyicinin ilgisi azalmış. Bir süre daha yanı şeyleri yedirmeye uğraşırsanız ilgi daha da gerileyecek. O zaman ne olacak?

Ben size şunu söyleyeyim… Bir pazar ekonomisinde fazla üretilen mal ne yapılır? Fiyat düşmesin diye hamsiler denize dökülür. O zaman değerlendirmek için ya hamsiyi denize dökecekler ya da yeni bir şey mesela, yeşil mercimek çok faydalıdır, kampanyaları başlayacak. O zaman da başka bir şey çıkacak.

-Başka bir şey derken misal, Osmanlı’yı işleyen veya tarihi diziler olabilir mi?

Olabilir. Ama bunun için de sağlıklı bir pazar araştırması olmalı. İnanmalı, pazarın verilerine. Reytingler ne kadar doğru?

-Reytingleri inandırıcı bulmuyor musunuz?

Hayır, inanana da rastlamadım. Reytinglerin nesnel gerçekliği yansıttığı konusunda kim ne düşünüyor acaba? Bence birileri hamsiyi döküyor(Gülüşmeler…)

-Hamsi denize dökülüyorsa şimdi mercimek mi yiyoruz yoksa?

Valla şimdi bilmiyorum. Önemli olan GDO’lu ürünler olmaması ama o da çok mümkün değil… Televizyonun kendisi GDO’lu. Sinemada bundan payını alıyor tabii. Ama sinemanın bir sızılacak, kaçak tarafı var. Bağımsız sinema gibi… Yokluk içinde bir şeyler yapabilirsiniz sinemada ama televizyonda bir şey yapamazsınız.

-Peki, sektördeki sorunlar nasıl düzelir?

Bir defa düzelmesi gereken şey nedir, diye sormak lazım Televizyon sektörünün mü düzelmesi gerekiyor? Valla benim umurumda değil. Niye? Çünkü topyekûn bir Türkiye meselesi var. Türkiye’de diğer taraflar berbatken televizyon sektörü düzelse ne olur, düzelmese ne olur?

 

O ORTAM İYİ DEĞİL…

-‘Bana Artık Hicran De’nin ardından yeni proje var mı?

Televizyonu düşünmüyorum şu an. Hem yorucu, ben yorgunum... Hem de açıkçası o ortam iyi değil yani... İş üretmek anlamında, işini kabul ettirmek anlamında... Bir de benim televizyona yaptığım her işin alternatif bir maliyeti oluyor bana. Yapacağım bir şeyi yapmamış oluyorum. Ben, sözümü taşıyacak bir şeyler yapmak durumundayım. Son 4-5 yılda çok sıkı çalışmışım. Şimdi biraz haytalık yapmak istiyorum.

-Peki, bir işi üretirken ilham enerjinizi nereden alıyorsunuz?

Ben enerjimi dış dünyadan alıp onu kendi içimde olumluya çevirmeye çalışıyorum. Yani oturup televizyonun durumu nasıl olacak diye tartışmayı çok gereksiz buluyorum. Bir de dizilere gereğinden fazla anlam yüklendiğini düşünüyorum.

 

ORASI BAŞKA BİR ÇARK

-Günümüzde özellikle dizi senaryoları tek kişiye bağımlılıktan çıktı. Senaryoların ekiple yazılması sizce iyi mi?

Benim aklımın aldığı bir şey değil. Yapabilmeyi de istedim ama ben yapamıyorum. Onu başaranlara sorun.

-Yani tasvip etmiyor musunuz?

Pratik açıdan çok güzel bir şey ama birazını o, birazını bu yazıyor… Nasıl oluyor anlayamıyorum. Benim yapabileceğim bir şey değil.

-Karakterlerin kestirme konuşması, metinlerin benzeşmesi bir rutine döndü. Bu alışkanlığın devamını, kaliteyi yozlaştırıcı olarak görüyor musunuz?

Dramatik yazımın özünde her karakterin kendine özgünlüğü var. Ama bu benzeşmeler yaygınlaştığına göre demek ki onu dinleyenler memnun, rahatsız olmuyorlar. Genel olarak dil konusunda bir özrümüzün, eksiğimizin olduğunu düşünüyorum. Yalnız şunu da samimiyetle söyleyeyim. Dediğiniz kalitede bir senaryo handikaplıdır. Önemli olan kaliteli karakter oluşturmak! Herkesin aynı ağızdan konuşması da karakter oluşturma yetersizliğinden kaynaklanıyor. Burada yapımcı devreye girebilir.

- Haklısınız. Ama günümüz dizilerindeki karakterlerin çoğunda özen hassasiyeti yok. Metin de önemini yitiriyor bu durumda. Bu ise senaristi devreden çıkartıyor gibi. Ayrıca yapımcı-yönetmen-senarist olayı tek elden oluşmaya başlıyor günümüzde. O zaman kaliteyi koruma konusunda görev kime düşüyor?

Orası başka bir çark. Bu hassasiyetlerin bulunmadığı, her şeyin reytinge bağlı olduğu, reytingin de para demek olduğu yerde bizim sözümüz geçmez. Ama benim bir kalitem var. Bu da geçim kaygısının ötesinde. Her karakterimi ayrı bir kişi olarak düşünürüm ben. Bana bir şeyi değiştirtmek isteyen, işi bilerek gelmek zorunda.

-Dizilerde senarist mi, yönetmen mi, oyuncu mu önemli? İşin lokomotifi sizce hangisi?

Hepsi bir bütündür ama işin temeli hikâyedir. Benim genel hikâyem bitmişse ben işe başlarım. Ben bir hikâye anlatmaya başlarım insanlar toplanıp dinler. Ama bir çay almaya gidersem hikâye biter. Kimse yönetmeni beklemez ama hikâyeciyi bekler. Hikâyeniz yoksa ne anlatacaksınız? Hikaye tamamlandıktan sonra diğer aşamaların da bir kombinasyon sağlaması gerekir. Aksi takdirde iş kötü olur.

-Gençlerin internete ve dizilere yönelip az kitap okuması konusundaki görüşünüz?

Geçenlerde yabancı bir belgesel izledim. Ben sosyoloji okudum. Bir sömestrde gördüğüm şeyi orada 45 dakikada anlatmış adam. Her şey çok hızlı gelişiyor.

 

TİYATRODA NEYİ, NASIL YAPTIĞIN ÖNEMLİ

-Sizin tiyatro yönünüz de var. Burada neler planlıyorsunuz?

Şu an için yok ama oraya da yavaş yavaş döneceğim. Nazım Kültür’de yazarlık atölyem olacak. Yönetmenlik de yapmak istiyorum. Yavaştan tiyatro için kıpırdanmaya başladım. Yapacağım şeylerin bir değeri olsun istiyorum

-Diyarbakır, Van’da da değerli işler yapmışsınız. Diyarbakır’da da Macbeth oluyor demek ki!

Ben orada, neyi nasıl yaptığının önemli olduğunu gördüm. Bir yönetmenseniz, iş yaptığınız yeri tanıyıp bütünleşmeniz gerekir. Tiyatro, yönetmenin nabzının oranın insanıyla aynı attığı anda yaşar.

-Tiyatro konusuna girmişken, Türkiye’de tiyatro nereye gidiyor?

Tiyatro, Türkiye nereye gidiyorsa oraya gidiyor. Çoraklaşma var. Küçük tiyatroların varlığı güzel gelişmeler ama bu kimsenin gözünü bağlamasın. Devlet Tiyatrosu kapatılırsa, bunlar bir şey ifade etmez. Ayrıca iddia edildiği gibi, Devlet Tiyatrosu hiç de hantal bir yapıya sahip değil!

 

‘KUŞ’ İLK OYUNUMDU, İLK FİLMİM OLDU

-Son olarak sinema yönünüze değinecek olursak… Sizin bir de filminiz var. Bunun hakkında bilgi verebilir misiniz?

Evet, ‘Kuş’… 85 yılında yazmıştım. İlk tiyatro oyunumdu, ödül almıştım. Sinemada da ilk uzun metraj filmim o oldu. Yönetmenliği de bana ait. Önümüzdeki sonbahar için vizyon düşünüyorum. Festivallere de göndereceğim. Kendi adıma filmimden çok memnunum.

Enes Atış, Ece Çeşnicioğlu, Serhat Özcan, Enginay Gültekin oyuncu kadrosundaki isimlerden… ‘Çocukluğumun Sokakları’nın CD’sini çıkartmaya hazırlanan abim de hem filmin müziklerini yaptı hem de küçük bir rolü var.

Reklam panolarının yerli filmlerle dolu olmasına dikkat çekip toplumsal akılın, komedi kalitesini düşürdüğünü belirten Coşkun Irmak’a teşekkür edip söyleşimizi noktalarken ‘Kuş’ filminin performansını merakla bekliyoruz.

 

Anibal GÜLEROĞLU

guleranibal@yahoo.com

www.twitter.com/guleranibal 

 
Toplam blog
: 1210
: 1542
Kayıt tarihi
: 10.04.10
 
 

İstanbul'da başlayan yaşamım, eski İstanbullu ailemden edindiğim kültürle gelişti. Birinciliklerl..