Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Mart '13

 
Kategori
Öykü
 

Çukurca'nın yolları

Şubat'ın on beşi. Malatya’dayım. Elazığ’a gidecek dolmuş durağını arıyorum. Gün, başını batıya eğmiş; Şubat'ın soğuğuna yenik düşmüş gibi ölgün ve solgun. İki elimde iki valizle bir belediye otobüsüne atladım. Ben daha biner binmez, biletçi: “valizlerle binemezsin, in aşağı” diye çıkıştı. Ben inmeye kalmadan, otobüs hareket etti de kurtuldum biletçinin nazından.
 İki durak ötede bir kalabalıkla karşılaştık. Yüzlerce kişi; ellerinde kalınca birer sopa ve önlerinde hareketleri deveyi andıran kocaman bir adam. Bu adam durmadan kalabalığa bağırarak komutlar yağdırıyordu. Onca kalabalık, sopalarını havaya kaldırmış, bağırıp çağırıyorlardı ve sanki savaşa gidiyor gibi bir halleri vardı. Üçüncü durağa varmadan, otobüsteki yolculardan da beş-altısı ayaklandı: “Dur şoför efendi, dur da inelim, memlekette savaş var! Biz ne güne yaşıyoruz!” diyerek otobüsten atlayıp kalabalığın içinde kayboldular.
 Otobüsün puslu camlarından görebildiğim kadar, olanları seyrediyorum. Kravatlı üç-beş kişi kaçıyor, yirmi-otuz kişi onları kovalıyordu. Temiz, düzgün giyimli biri yere yatırılmış, “Allah’ını seven vursun!” diyenlerin sopasından –ellerini başının üstünde tutarak- korunmaya çalışıyordu. Otobüstekilerin çoğu, bu tür olayları kanıksamış gibi ilgisiz ve duygusuz görünüyordu. Sanki yabancı iki devlet savaşıyor, yolcular ise, bu savaşla ilgisi olmayan bir başka ülkenin insanları gibi olanları seyrediyorlardı; otobüsün içi sıcak, koltuklar yumuşak…
 Hükümet konağının önüne gelip otobüsten indiğimde gördüğüm kalabalık, bir yağmacılar ordusunu andırıyordu. Polisler, jandarmalar, bekçiler, çavuşlar… Her biri bir yana kaçışanlar, onların peşinden koşuşanlar, “Anam öldüm!” diye bağıranlar, “Vurun!” diye haykıranlar… Biri ambulansa bindiriliyor; sağ mı, ölü mü? belli değil. Kalabalığın üstüne üç ele ateş ediliyor bir apartmanın çatısından. Birkaç kişi alanın ortasında baygın yatıyor, birkaç polis onları kaldırmaya çalışıyordu
 Bir kıyametti on beş şubat günü Malatya…
 İki elimde iki valiz, içinde elbiselerim, beş-on da kitap var. Taşımaya gücüm yok! Gözyaşlarım gözümde tutsak, yürüyorum. Ayaklarım, polislere en yakın çizgileri seçiyor nedense.
 Dolmuş durağını bulup bir taksinin içine oturdum. Sol tarafta İnönü, tüm heybetiyle sanki olanları izliyor. Bir adım atsa, oradakilerin hepsini ezecekmiş gibi; bir adım atsa, hepsi dağılacakmış gibi… “Ah bir yürüse! bir konuşabilse! “ diyorum içimden; Mustafa Kemal’in yokluğunu duyumsuyorum yanında ve ikisini el ele tutuşmuş olarak canlandırıyorum gözümde. Birliktelikleri ne güzel! Bir başka güç doğuyor o zaman.
 Taksinin puslu camından bakıp, olanca dehşetiyle kaynayan vahşeti izliyorum umarsız ve şu dizeler dökülüyor dudaklarımdan:
 “Can garip, can suskun
 “Can paramparça
 “Ellerim kelepçede
 “Tütünsüz, uykusuz kaldım
 “Terk etmedi sevdan beni”
 Üç kişiyiz taksinin içinde. İki yolcumuz eksik, onların gelmesini, taksinin dolmasını bekliyoruz. Arkadaki iki yolcu ağız ağza vermiş konuşuyorlar. O kadar yavaş konuşuyorlar ki, ne söylediklerini duyamıyorum.
 Beklediğimiz iki yolcu da geldi sonunda. Simsar, yolcuların tamamlandığını görünce, az ötedeki çayhanede oturan şoförü seslemeye gitti. Şoförle simsar biraz gecikince, benim gözlerim çayhane kapısından ayrılmaz oldu; ne zaman kapıdan iki kişi çıksa, “işte geliyorlar” diyorum, fakat onlar da başka yöne yönelip uzaklaşıyorlar. İçimde bir sabırsızlık…
 Sonradan gelen o iki yolcu, öncekilerden daha görgülü ve kültürlü gibiydiler. Birinin kafası dazlak, elinde diplomat çantası vardı. Onlar taksiye binince, az öncekiler sustu. Ağzımıza kilit vurulmuş gibi oturuyorduk. Bir sigara yaktım; salt, sessizliği bozmak için onlara da ikram etmek istedim, ama hiçbirisi almadı. Şoför: “Tamam mıyız beyler!” diyerek koltuğuna oturdu. Sessizliğimiz yol boyunca da devam etti. Az önceki olaylar, kafamın içinde yeniden yaşanıyordu sanki.
 Elazığ’a girerken yolcuların kimi ceketini, şapkasını düzeltti, kimi saçını, bıyığını taradı. Zaman kaybetmeden, Van’a gidecek otobüsten bilet aldım; az sonra da hareket ettik.
 Otobüsteki yolcuların her birinde, daha önce hiç görmediğim değişik özellikler görüyordum. Çoğu Kürtçe konuşuyordu. Bana yakın oturan yolculardan birkaçının kucağında birer teyp vardı ve her teypten ayrı bir türkü sesi geliyordu. Çoğunun başlarında sarık, ayaklarında pijamayı andıran kalın çizgili şalvarları, sırtlarında yakasız gömlek ve gömleğin üzerinde keçeden yapılmış kolsuz yelekleri vardı. Başlarındaki sarığın bir ucu, boyunlarından aşağı sarkıyordu çoğunun. Hemen hepsinin belinde desenli kuşakları, kuşak arasına yerleştirilmiş küçük tütün torbaları, uzun sigara ağızlıkları vardı. Yanımda oturan yol arkadaşım, kendi sigarasını sardıktan sonra, “Muş tütünüdür” diyerek, tütün torbasını bana uzattı. Üzerinde “Irak” yazılı yabancı sigarayı ilk kez bu otobüsteki yolcularda gördüm. Otobüs çok kalabalıktı. Ara boşluklar bile önden arkaya kadar heybeler, çuvallar ve bunların üstünde oturan insanlarla doluydu.
 Gece geç vakit uyumuşum. “Yarım saat yemek molası…” denildiğini uyku arasında duydum. İndiğimiz lokantanın ışıklarıyla aydınlanan bir tabela ilişti gözüme; “Bingöl Kıraathanesi” yazılıydı.
 Bingöl’den sonra kaç saat uyudum, bilmiyorum. Muşta bizi otobüsten indirdiler. Bu otobüs, Muş’tan öteye gitmezmiş. Oysa biz Van’a bilet almıştık. Biraz sonra gelecek olan bir başka otobüse aktarma olacakmışız; öyle söylediler ama, otobüs de, şoför de biraz sonra kayboldu! Hepimiz dışarıda kaldık. Ne gelen ne soran vardı. Aktarma sözü de yalanmış meğer.
 İndirildiğimiz yerde küçük bir odanın ışığı yanıyordu. Gelip geçen otobüsler yazıhane olarak kullanırmış burayı. İçerisi, bizden önce gelmiş yolcuların eşyalarıyla doluydu. Kıpkırmızı kızarmış sobanın yanındaki boşluğa ancak üç kişi sıkışabiliyordu. Her taraf buzlanmış karla kaplıydı. Ben hareket halinde olmak, üşümemek amacıyla oradan biraz uzaklaşıp, mahalle aralarına doğru yürüdüm. Bir binanın yarı açık perdelerinin arasından birkaç kişinin oturmakta olduğunu gördüm; biraz yaklaşınca da orasının “Şehir kulübü” olduğunu anladım. Kendime bir kumarcı süsü vererek içeri girdim ve kahve sordum; “var” dediler.
 Otobüsümüzde bir de yabancı uyruklu yolcu vardı. Kadın mı, erkek mi olduğu belli değil… Doğrusunu söylemek gerekirse, kendisine bilinçli olarak kadın süsü veriyor, yolculardan karayağız bir delikanlı da, yol boyunca ona yediriyor, içiriyordu. Az sonra o da geldi şehir kulübüne. Oradakilerden biri çat pat onunla konuşmaya başladı. Amerikalı bir aktör olduğunu, kulüpteki o adamdan öğrendik; İran’a film yapmaya gidiyormuş.
 Van yolu kapalı olduğundan, ertesi gün de akşama dek Muş’ta beklemek zorunda kaldık. Çok geç vakit bindik İstanbul’dan gelen bir başka otobüse. Sabah saat iki sularında Tatvan’dan ve Van Gölü’nün çevresinden geçmişiz; ben buraları hiç görmedim. Sert bir fren sarsıntısıyla açtım gözlerimi. Van’a gelmiştik. Uyudukları için Tatvan’da inemeyen yolcularla şoför kavgaya tutuşurken, ben valizlerimi alıp yürüdüm.
 Yirmi-otuz metre kadar gitmiştim, soğuktan titremeye başladım. Karşıda gözüken “Hazar Turizm” yazıhanesine girdim ve sabahı edebileceğim sıcak bir yer olup olmadığını sordum. Görevli yazman, orada beklememi söyledi ama, içerisi çok soğuktu. Daha sıcak bir yer olsun istiyordum. Az ileride bir sabahçı kahvesi olduğunu söylediler. Gösterilen yöne doğru yürümeye başladım. Hayatımda, o üç yüz metre kadar yolu yürümek kadar zor bir iş yaptığımı sanmıyorum. Kollarım valizleri taşıyamaz olmuştu. Her an yolun ortasına düşüp oracıkta kalabilirdim. Dayanıklılığımın son anında girdim sabahçı kahvesinin kapısından. Ölmeden gelebildiğime seviniyor ve bundan sonra da karşılaşacağım tüm güçlükleri yenebileceğimi düşünüyordum.
 Sabahçı kahvesinde yirmi-otuz kişi vardı. Kimileri sobanın başına toplanmış konuşuyor, kimileri fırından aldıkları taze, sıcak ekmekle çay içiyor, kimileri de sandalyelerinde uyukluyorlardı. Kahveci Hacı Ağa, bana da bir çay getirdi hemen. Çay kaşığı yoktu. Çevremdekilere baktım; önce şekerden ısırıyor, sonra çayı yudumluyorlardı ve ben de öyle yaptım. Kahveci, uyuyanları uyandırıyor, sık sık çay dağıtıyor, “Ben içmeyeceğim” diyen olsa da, onların da masasına çay dolu bardakları bırakıp gidiyordu.
 Dakikalar sanki saat oluyordu sabahçı kahvesinde. Sabaha dek kaç bardak çay içtiğimi bilemiyorum. Fakat, ağzımın içi zehir gibi olmuş, başım dönüyor, midem bulanıyordu. Gece uzadıkça uzuyor, hiç sabah olmayacakmış gibi geliyordu bana. Yine de, onca yorgunluğun sonuna geldiğimi, en geç iki gün sonra gideceğim yere ulaşacağımı düşlüyor ve kendime yaşama gücü vermeye çalışıyordum. Bu duygularım arasında şu dizeleri okuyordum içimden:
 “Öyle bir ufka vardık ki artık,
 “Yalnız değiliz sevgilim.
 “Gerçi gece uzun, gece karanlık
 “Ama tüm korkulardan uzak.
 “Bir sevdadır, böylesine yaşamak,
 “Tek başına,
 “Ölüme bir soluk kala
 “Tek başına zindanda yatarken bile
 “Asla yalnız kalmamak”

 Gideceğim yeri düşlüyor, bu yolculuğun çekilmezliğinden bir an önce kurtulmak istiyordum.
 “Gideceğim yeri” diyorum ya, hangi yeri? Neresi? Bunca yol geldim, daha da gideceğim, ama nereye? Elimdeki belgede, “Hakkâri ili, Çukurca İlçesi, Uzundere” yazıyor ya, Türkiye haritasında böyle bir yer yok ki! Köy mü? Kasaba mı? bilemiyorum. Haritada, “Uludere” yazılı bir yer var; atama emrine yanlışlıkla Uzundere” yazılmış olmasın!... gibi kuşkular içindeyim.
 Sabahçı kahvesinde oturanlara sormak için uygun bir ortam kolluyordum. Derken, oradakilerin tümüne yönelerek: “Hakkâri yolu açık mı acaba?” dedim. Bu soru üzerine, bütün bakışlar bana yöneldi. İçlerinden biri: “Hakkâri’ye mi gideceksin?” Bir başkası: “Nerden geliyorsun?” Öteki biri: “Nerelisin?” gibilerden sorular yönelttiler; ama benim aradığım bu değil ki! Kahveci Hacı Ağa bir çay daha getirdi. Çay dolu bardağı masaya bırakıp geriye dönerken: “Vallahi dün Hakkâri’ye bir kamyon un götürdüler, ama sanmam ki sağ selamet ulaşmış ola! dedi.
 Konunun değişeceğinden korkarak usumdaki soruları ardı ardına sıraladım; Hakkâri’nin, Çukurca’nın, Uludere’nin, Uzundere’nin nerede, ne kadar uzaklıkta olduğunu sordum. Çukurca’yı hepsi biliyordu. Uludere’yi iki kişi bildi. Uzundere’nin adını duyan bile yok gibiydi.
 Güneş’in doğuşu sevindirmişti beni. Dışarı çıktığımda buz gibi, fakat temiz bir hava yüzümü yaladı. Zehirlenmiş gibiydim. Temiz hava, serum gibi geldi bana. İhtiyacımı gidermek, elimi yüzümü yıkamak için uygun bir yer sordum belediye çöpçüsüne. Yüz metre kadar ilerideki camiyi salık verdi. İçeri girdiğimde, tuvaletin duvarlarındaki yazılar ilişti gözüme. Utanç verici sözcükler, cümlelerle doluydu boydan boya. Yalnız Van’da mı böyle? “Ortak terbiyesizliğimizin aynası” olduğunu düşündüm. Çıktığımda ellerimin, parmaklarımın uyuştuğunu duyumsadım. Zorunlu olmasam, pantolonumun fermuarını bile çekmeyecektim. Elimi yüzümü yıkasam biraz açılırım, beni dinlendirir; bunu biliyorum, ama o kar suyunu avuçlamayı göze alamıyordum. Grip artığı mendilimin kuru ve temiz bir noktası kalmamıştı; gömleğimin ucuyla kuruladım elimi, yüzümü.
 Sabahçı kahvehanesinin bulunduğu yere döndüğümde, camlarında “Hakkâri, Yüksekova, Beytüşşebap, Çukurca” yazılı yazıhaneye gördüm. Saat dokuzda bir arabanın hareket edeceğini söylediler. Saat dokuza kadar Van’ın caddelerini gezdim, hükümet konağının önünden geçtim, henüz açılmamış dükkanların vitrinlerini seyrettim.
 Döndüğümde, Hakkâri’ye gidecek araba, yazıhanenin kapısına yanaşmıştı. Bizim ilçedeki mezbaha arabasına benzer bir araba… Dört tarafı kapalı. Yalnızca arkasında ve mutlaka dışarıdan açılması gereken bir tek kapısı vardı. Yolcuların çoğu yerlerine oturmuş bekliyorlardı. Çoğu dedimse, topu topu sekiz kişiyiz: eşini doktordan götüren genç bir köylü, İstanbul’dan izine gelen bir asker, ben ve dört kişi daha…
 Üç-beş kişi itekleyerek çalıştırdıktan sonra, büyük bir homurtu çıkaran motorun ısınmasını bekledik bir süre. Sonra belediye binasının önünde durduk. Gazete ambalajları, ağzı mühürlü torbalar, Hakkâri sinemasına gönderilen büyük büyük film kutuları yığıldı yanımıza. Bunun aynı zamanda posta arabası olduğunu orada öğrendim. Yarım saatten fazla, posta emanetlerinin bagaja yerleştirilmesini bekledik ve yeniden itekleyerek çalıştırdık arabamızı.
 Van, beş kilometre kadar arkamızda kalmıştı. O noktadan sonra keskin virajlarla dolu yol, gittikçe biraz daha yükseliyordu. Elekten un elenmiş gibi yağan kar, her metrede biraz daha yükseliyordu. Kalorifer donanımı olmadığından, biz kendimizi ısıtmaya çalıyorduk, ama nafile… Dünyanın bütün soğuğu sanki bu arabanın içine dolmuştu gibiydi. Şoförümüz, belli belirsiz eski teker izlerini yitirmemeye çalışıyordu. Benzin kokusu, mideleri altüst ediyor, izinli gelen asker, ta İstanbul’da soyduğu bir soğanı sürekli burnunun ucunda tutuyordu. Ben, “Ömrümde böyle pis kokan bir soğan görmedim” desem de, o benzin kokusu yanında bu soğan kokusunu yadırgamak haksızlık olurdu doğrusu.
 Kar öyle yağıyor, öyle kalınlaşıyordu ki, şoför yardımcısı, zorlanılan yerlerde arabanın ön demirine oturmak, böylece arabanın çekiş gücünü artırmak, bazen de arabanın önünde koşarak yol göstermek zorunda kalıyordu. Tipi tüm hırçınlığını sürdürüyor, açılan izleri anında kapatıyordu. Kara kışıyla ün salan bu geçidi aşınca, tipinin öfkesi de azaldı.
 On üç saatlik yolculuktan sonra iki yüz sekiz kilometreyi geride bıraktık. Son iki kilometre yolumuz kaldığını söylediler. Orada, kısa, dar üç tüneli bir çırpıda geçtik. Tünellerin üçü de kısa aralıklarla aynı yerdeydi. Salt insan emeğiyle yapılmış, teknolojiden nasibini almamış gibi üç tünel…
 Karşımızdaki tepede parlayan elektrik ışıkları göründü birden. Bulunduğumuz yerden, sanki minarenin tepesine bakar gibi bakıyorduk elektrik ışıklarına. Hücresinde oturduğumuz bu arabanın, o ışıklı tepelere tırmanabileceğine hiç inanmıyordum. Yarım saat sonra Hakkâri, sarı, solgun ışıklarıyla ve sanki bir Anadolu kasabası duruşuyla karşıladı bizi.

 ***
 Uzundere’ye nasıl gideceğimin telaşıyla çok erken uyandım o sabah. Daha Güneş
 doğmadan otelden çıkıp aşağıya indim. Gündüz gözüyle ilk kez görüyordum Hakkâri’yi. Şehir garajı, iki lokanta, birkaç bakkal dükkanı, iki kahvehane, iki otel ve bir de Ziraat Bankasının şubesi var. Otelin önünde durup da, sağıma, soluma baktığımda, bunların tümünü birden görebiliyordum. Hepsi de Cumhuriyet meydanının çevresine sıralanmış. Meydan oldukça küçük… Ortasında, yaz aylarında çay bahçesi olarak kullanıldığını öğrendiğim küçük bir boşluk var. Daire şeklindeki bu boşluğun dört tarafı yeşil demir parmaklıklarla çevrili… Bu parmaklıklarda sergilenen eski elbiselerin yanında bekleşen eskiciler ve birkaç da müşteri, soğukta durup duruyorlardı. Az önce, otelin penceresinden gördüğümde, bu insanların, Irak’lı turistler olduklarını düşünmüştüm. Üstlerinde, Türkiye’nin hiçbir yerinde o güne dek hiç görmediğim ve adının “Şelişepik” (şalşepik) olduğunu öğrendiğim peşmerge giysileri vardı. Onların hemen yanı başında, motoru buz tutmuş birkaç kamyonetin altına ateş yakıp ısıtmaya çalışan insanlar görünüyordu. Az sonra siyah takım elbiseli, kırmızı kravatlı ve eli çantalı bir kişi, önümden geçiyordu. Görevdaşlarımdan biri olabileceğini varsayarak yanına yaklaştım. Uzundere adında bir köyün ya da kasabanın nerede olduğunu sordum. Kim olduğumu, nereden geldiğimi öğrendikten sonra, “Çukurca’ya bağlı bir Uzundere köyü olduğunu, oraya yeni ortaokul açıldığını, pazartesi ve Perşembe olmak üzere haftada iki gün Çukurca’ya posta arabası gittiğini, bunun dışında araba bulmanın olanaksız olduğunu” uzun uzun anlattı. O gün Cumartesi olduğundan, Pazartesi gününe dek Hakkâri’de beklemek zorunda kaldım. Pazartesi sabahı garaja gittiğimde, yol hazırlığını yapan posta arabasını gördüm. Bu, üstü açık, eski bir skodaydı. Şoför mahallinden bir yer ayırmalarını istedim, ama orası, Çukurcalı Necmettin Ağa’ya ayrılmıştı. Arabamız posta emanetlerini alıncaya dek, ben de oteldeki eşyalarımı hazırladım.
 Şubatın on dokuzu. Her taraf kar, buz; hava çok soğuk. Arabanın açık kasasında altı kişiyiz: bir orman koruma memuru; takım elbiseli, kravatlı bir yolcu; o yöre halkından üç kişi ve ben. Köylüler heybelerinin, torbalarının üstünde oturuyorlar. Takım elbiseli ile ben, kıçımızı arabanın yan kapak demirine yapıştırarak yerimizi ayarladık. Bir elimle demirden tutunurken diğer elimi bacak arasında ısıtıyor, üşüyen ve ısınan ellerimi sık sık yer değiştiriyordum. Başım sargılı, ellerim eldiven içinde. Çok kalın giyindiğim halde, kendimi titremekten kurtaramıyorum. En çok da o takım elbiseli ile konuşuyoruz. İlköğretim müfettişiymiş; Üzümlü köyüne teftişe gidiyormuş
 Hakkâri-Van yolundan; yani iki gün önce geldiğim yoldan geri dönüyorduk. Karşımızda haşmetli Sümbül dağı… Solumuzda yükselen bir başka dağ, burnunu Zap Suyu’na değin uzatmış. O dar ve kısa üç tünel, tam da uçurumun burasında. Buradan bakınca, derin vadiler içinde akan Zap Suyu’nu görüyoruz.
 On kilometre kadar yol almıştık. Anayolun bu noktasından iki yol daha ayrılıyor: doğuya giden yol Yüksekova’ya, güneye ayrılan yol Çukurca’ya uzanıyor. Burada, Hakkâri-Van yolunu Yüksekova-Çukurca yollarına bağlayan köprüden geçip Çukurca’ya yöneldik. Ancak skodanın sığabileceği genişlikte, oldukça bakımsız bir yol. Üzeri kar ve buzlarla örtülü Sümbül Dağı solumuzda; Çukurca’ya kadar heybetinden hiç ödün vermiyor. Sağımızda ise, kayalara çarpa çarpa akan Zap Suyu var; bu da, Sümbül Dağı’nın yol arkadaşı. Sesi, arabamızın gürültüsünü bastırıyor sanki. En çok yirmi-otuz kilometre hız yapabilen arabamızın şoförü Halil, çok uzaklardan gelen bir sesi dinliyormuş gibi sık sık başını arabanın camından dışarı uzatıyor. Olası çığ tehlikesini önceden sezinlemek için yapıyormuş bunu…
 Her an dağ göçmesi, çığ kopması ve kaya yuvarlanması korkusuyla ilerlediğimiz Çukurca yolunda, ömrümün sekiz saatini daha harcadım. Bu yolun yetmiş bir kilometresini geride bırakıp, son on kilometresine adım attığımız yerde, İlköğretim müfettişi, arabamızdan indi. Öteki yolcular, yarım saat sonra Çukurca’ya kavuşacaklarını söyleyip seviniyorlardı. Ben ise, arabadan inince nereye gideceğimi, nerde yatacağımı düşünüyordum. Yanımdaki orman koruma memuruna, Çukurca’da otel olup olmadığını sordum. O da, otel olmadığını, ilçeye gelen yabancıların Sabit Jandarma Birliği’nin misafirhanesinde kaldıklarını söyledi. Bunun için, birliğin komutanı olan üsteğmenle görüşmem, ondan izin almam gerektiğini de ekledi. Adam, bunları anlatırken bir yandan da benim tedirginliğimi azaltmaya çalışıyordu. Narlı köyüne gelmişiz. Orada Zap Suyu bizi takip etmekten vazgeçip, Irak topraklarına yöneldi.
 Çukurca’da, içerisi lüks lambası ile aydınlatılmış bir binanın önünde arabadan indik. O karanlıkta arabanın çevresine bir sürü insan toplandı. Benim ne konuşacak, ne de bir adım atacak gücüm vardı. Birinin yanına yaklaşıp –kısık bir sesle- kahvehaneyi sordum; Türkçe bilmiyormuş meğer; bir yanıt vermeden yanımdan uzaklaşıp arabanın öbür yanına geçti. Bir başkasına sorduğumda, karşımızdaki o lüks lambalı binanın askeri gazino olduğunu, memurların oraya gittiklerini söyledi.
 Askeri gazinoya girip valizleri bir köşeye bıraktıktan sonra, sobanın başında daire olmuş kalabalığın tümüne birden selam verdim. Oradakiler sıkışarak bana yer açmaya çalışırken, bir asker de sandalye uzattı. Bir başka asker hemen bir çay getirdi. Biraz ısındıktan sonra, nerden geldiğimi, kim olduğumu, ne iş yaptığımı sordular. Ben de kısaca anlattım.
 Arkadaki masalarda asker-sivil karışık oturuyor, kimileri söyleşiyor, kimileri tavla, okey oynuyorlardı. Sivillerden çoğunun öğretmen olduğu ilk bakışta belli oluyordu. İçlerinde maksi pardösülüden tutun da, zamanın bıyık ve saç modasına tam anlamıyla uymuş olanlar bile vardı. Maaş günü olması nedeniyle köylerden gelen öğretmenler de oradaydılar. Bu arada, Çukurca ortaokulunun müdürüyle ve Türkçe öğretmeniyle tanıştık. Sürekli soru soruyorlardı, ama onları yanıtlayacak gücü kendimde bulamıyordum. Beni biraz meşgul etmeseler, oturduğum sandalyede hemen uyumaya hazırım! Yolculukta kirlenmiş uzun ve dağınık saçlarım, bir haftalık sakalım, uzamış tırnaklarım ve kokusu ayakkabılarımdan dışarı taşan çoraplarımla adeta sıkılıyor ve sobanın başında esneyip duruyordum.
 Zaman epey ilerlemişti. Gazinodakiler ikişer, üçer gitmeye başladılar. Orada otel olmadığını herkes bildiğine göre, biri kolumdan tutup, “Haydi eve gidelim” diyecekti elbet… Hani biz konuk sever bir ulusuz ya!... Konuğu açıkta bırakmamak, yemediğimizi yedirmek, içmediğimizi içirmek töremizin gereği ya!… bir öğretmeni konuk etmeyecekler mi!” diye düşünüyordum. Ama, hiç de öyle olmadı; çıkan gitti, çıkan gitti…
 Bir ben, bir Türkçe öğretmeni ve bir de uzman çavuş kaldık gazinoda. Esmer, kısa boylu uzman çavuş ile o gözlüklü Türkçe öğretmeni durmadan konuşuyor, kahkaha atıyor, bana bakmıyorlardı bile. Onların kahkahaları ile benim içinde bulunduğum durum hiç uyuşmuyordu, ama, ben, zorunlu oturuyor, sıcak bir yatak, bir parça ekmek düşlüyordum. Nöbetçi onbaşının çay ocağına geçtiğini gördüm. Yanına yaklaşarak: “Buraya yeni geldim, hiç kimseyi tanımıyorum. Bu gece birliğinin misafirhanesinde kalmak istiyorum; isteğimi üsteğmene iletebilir misiniz?” dedim. Onbaşı: “Olur! Biraz bekleyin, şimdi size haber getiririm” dedi ve gitti. Ben yeniden sobanın yanına oturdum. O uzman çavuş ile gözlüklü öğretmenin konuşmaları ve halime aykırı kahkahaları beni iyice rahatsız etmeye başlamıştı. Sırtımdaki yeşil parkadan, ayağımdaki postallardan, çeneme sarkan bıyıklarımdan pirelenmiş olmasınlar?...
 Gözlüklü öğretmen bir ara bana dönerek: “Be hocam, şu kışta kıyamette ne işin vardı buralarda? Senin gideceğin köyün yolu bile yok! Gitsen de dağlar geçit vermez, yiyecek ekmek bulamazsın!” dedikten sonra ekledi: “O köye okul yeni açıldı. Hatta vali bey beni görevlendirdi ki, ‘boş bir ev bul da okul yapalım’ diye… Kendisini odacı yapacağımızı söyleyerek bir vatandaşı evinden çıkardık ve böylece onun evini okul yaptık” dedi. Bütün bunları anlatırken durmadan gülüyor, sanki kendisi öğretmen değilmiş gibi davranıyordu; sanki o köye gitmeme engel olmaya çalışıyordu. “Peki, bunda ne amacı, ne çıkarı olabilirdi ki? Bence hiç… ama kendince bir nedeni olsa gerek…” diye düşünüyordum.
 Bu gözlüklü öğretmen daha neler neler anlatacaktı kim bilir? O, yeni bir konuya giriş hazırlığı yaparken, az önce komutanın yanına giden onbaşı geldi: “Üsteğmenim, öğretmene verecek yerimiz yok diyor!” dedi. Öğretmenle uzman çavuşun bu sözden keyif aldıkları belliydi! Ne diyeceğimi, ne yapacağımı şaşırmıştım. Sonra onlara bakarak: “Bu ilçenin kaymakamı yok mu? Nerde oturur?” dedim. Öğretmen, yine o cahilane tavrıyla: “Burada kaymakamı maymakamı kimse tanımaz! Bu memlekette orman kanunları hüküm sürer!” dedi. Nöbetçi astsubay içeri girdi ve saatin yirmi dördü geçtiğini, gazinonun kapanması gerektiğini söyledi. Erler temizlik yaparken, ben de çantamdan bir kağıt çıkardım ve üsteğmene hitaben bir dilekçe yazdım: “can güvenliğimin sağlanması ” gerektiğini belirttim. Dilekçeyi üsteğmene kendim götürdüm. İkinci katta, oldukça lüks ve sıcak bir makam… Komutan, beni tepeden tırnağa süzdükten sonra: “saatin yirmi dördü geçtiğini, mesai saatinin bittiğini, o nedenle dilekçeyi kabul edemeyeceğini, hem, gerekli cevabı az önce nöbetçi onbaşı ile bildirdiğini” söyledi. İsteğimde direnmeye gerek kalmamıştı. Üsteğmenin böyle davranmasında –benim aklımın ermediği- önemli bir bityeniği olabileceğini düşündüm. Öyle olmasa, beni tanımayan, benimle bir sorunu olmayan üsteğmen, niçin böyle davransın ki?
 Dışarı çıktığımda gökyüzünde bir tek yıldız yoktu. Sisten pustan göz gözü görmüyordu. En fazla beş metre ileriyi görebiliyor, ondan sonraki evler, ışıklar bile karanlığa gömülüp kalıyordu. On adım kadar yürüdüm, gazinonun önündeki caddenin öte yanına geçtim. Burada, gazinonun karşısında çatılı bir binanın önünde buldum kendimi. Bu binanın hemen yanındaki çukurda, bacası yol boyuna bile uzanmayan bir kulübe, belli belirsiz görünüyordu. İsli bir fenerin loş ışığındaki bu kulübeyi ve önünde nöbet tutan iki askeri bakışlarımı zorlayarak görebiliyordum. Önünde beklediğim çatılı binanın üç basamaklı merdiveninden çıkıp kapının kuytusuna sığındım. Böylece, kar soğuğunu yüzüme üfleyen sert rüzgarın işkencesinden birazcık korunmuş oldum. Aşağıdaki kulübenin ve nöbetçi iki askerin üzerinde gezinen gözlerimin yaşını kuruladıktan sonra, Hoşap’ta yetmiş beş kuruşa aldığım Bitlis sigarasının sonuncusunu da yaktım. Başımın hemen üstündeki tabelayı kibritin ışığında okudum: “Adliye” yazılıydı. Adliyenin de mesaisi bitmiş, kapısı yüzüme kapanmıştı. Victor Hügo’nun Sefiller adlı eserindeki kürek mahkumunun bir köpek kulübesinde geçirmek istediği, ama içindeki köpeğin buna izin vermediği geceyi anımsadım.
 Gecenin bu saat birinde, bir tek canlı mahluk görme umudum tükenmişken, ansızın bir ayak sesi duydum; bana doğru yaklaşıyordu. Önümden geçti, ama beni görmedi. Bu, kaçırmamam gereken son fırsattı. Ona doğru seslendim ve biraz beklemesini istedim. O, kuşku ile bana yaklaşırken, ben de o üç basamaklı merdiveni inip ona doğru yürüdüm. Biraz uzaktan, kim olduğumu, ne istediğimi sordu. “ben” dedim ve ardından bir sürü öksürük yürüdü. Gecenin bu vaktinde karşıma çıkan ve tüm ümidimi bağladığım bu fırsatı kaçırmamak telaşıyla öksürüklerimi dindirmede ivedileştim. Yatacak bir yer aradığımı söyledim. Biraz daha yaklaştı, elimdeki valizin birini aldı. Orada başka bir şey sormadı, yalnızca evlerinin biraz uzak olduğunu söyledi. Çok dar ve kısa caddede bir süre sessiz yürüdükten sonra, ağaçlar ve çalılar arasındaki ince bir çizgiye saptık. Ayaklarım, karanlıkta göremediğim taşlara çarpıyor, düştüğüm çukurların birinden kurtulmaya çalışırken bir başka çukura düşüyordum.
 Evin önüne vardığımızda biraz dışarıda beklememi istedi. Kendisi valizleri de alıp içeri girdi. Kulağıma gelen seslerden, yatmakta olan ev halkını kaldırıp bir başka odaya gönderdiğini sezinledim. Kapıdan girerken, evin biraz küçük olduğunu söyledi. Yerde serili yataklardan birini göstererek: “Hele sen biraz sokul bakalım, ben sobayı tutuşturayım” dedi. Hem sobayı yakmaya çalışıyor, hem de bazı sorular sorarak benimle ilgilenmiş oluyordu.
 Soba iyice ısındı. Yataktan çıkıp sobanın yanına oturdum ve göğsümü yapıştırırcasına sokuldum. Soğuk ta iliklerime işlemişti sanki. Sonra bir el leğeni getirerek ibrikteki sıcak su ile elimi, yüzümü ve ayaklarımı yıkamama yardımcı oldu. Çay hazırladı, akşamdan kalan yemeklerle açlığımızı giderdik. Otlu peyniri ilk kez o sofrada gördüm. O güne dek bu denli lezzetli bir yemek yediğimi söyleyemem!...
 Ertesi sabah uyandığımda sıcak su dolu ibriği elime tutuşturdu. Dışarı çıkıp elimi yüzümü yıkadım, derin derin nefes aldım. Her taraf karla örtülü olsa da, güneşli, aydınlık bir hava vardı. Beş yüz metre kadar ileride bir tepe, tepenin üstünde dalgalanan bir Türk bayrağı görünüyordu. Benim sormama zaman bırakmadan, “Irak sınırı” olduğunu söyledi. Güvencede olduğumu düşündüm bir an. “Kovulsak da, dövülsek de burası benim yurdum” dedim kendi kendime. Kahvaltıdan sonra, akşam düşe kalka gittiğimiz yoldan şehre doğru gelirken, günün programını kuruyordum usumda.
 Gardiyan Mehmet… Çukurca cezaevinde gardiyanmış. Dün gece nöbetten dönerken rastlamış bana. Adliye binasının yanındaki o kulübenin, yani cezaevinin önüne gelince, benden ayrılmak zorunda olduğunu söyledi. El sıkıştık… sımsıcak kucakladım onu.
 ***
 Çukurca, tüm çıplaklığıyla karşımda işte. Dağların çukurunda bir şehir. Sırtını bir tepeye yaslamış. Evlerin çoğu bu tepenin oyuklarına gömülmüş gibi; hepsi küçük küçük taşla örülmüş. Dokunsan, hepsi birbirinin üstüne yıkılacak sanki… çileli ve mahzun!...
 Dört tarafı yüksek dağlarla çevrili Çukurca… O genç, dinç gözlerinizle Doğu, Güney ve Kuzeye doğru en çok beş yüz, bin metre bakabilirsiniz; daha uzaklara uzanmak isterse, yaşlı dağlara çakılıp kalır bakışlarınız. Batıya doğru on dakika yürürseniz Efkar Tepesi’ne varırsınız. Yalnız burada daha uzaklara bakma özgürlüğüne kavuşur gözleriniz ve vadide delice akan Zap Suyuna dalıp kalır.
 ***
 Gardiyan Mehmet’ten ayrıldıktan sonra, Kaymakamlık makamına uğradım ve kendimi tanıttım. Kaymakam, “Hoş geldiniz” dedi, yer gösterdi. Çayımızı içtikten sonra bana dönerek: “çok geç kaldığımı, okulu ve öğrencileri ihmal ettiğimi, -masanın üstündeki bir tomar evrakı göstererek- müstafi sayılmam için yazı yazıldığını ama bundan şimdilik vazgeçtiğini” merhamet(!) dolu ses tonuyla ve bir çırpıda anlattı; hemen göreve başlamam gerektiğini de ekledi. Ben kalkmaya hazırlanırken, on kişilik bir ekip girdi odaya. “ekip” diyorum; gerçekten kıyafetleri tıpkı bir folklor ekibini andırıyordu; hepsi aynı tip, aynı desen peşmerge elbisesi… Birer birer öne çıkıp, ellerindeki dilekçelerini kaymakama uzattılar. Türkiye’ye birkaç kez gelen bir turist ne kadar Türkçe biliyorsa, bunlar da öyle… Bir yandan dilekçelerini sunarken, bir yandan da, birer torba un, birer torba şeker almak istediklerini bozuk bir Türkçe ile anlatmaya çalışıyorlardı. Kaymakam, dilekçelerden birini okuduktan sonra: “Hepiniz bunun için mi geldiniz?” dedi. Hep birden başlarını eğerek kaymakamı yanıtlamış oldular. Kaymakam çekmeceden bir isim listesi çıkardı. “Çayırlı köyünden falan oğlu falan” diyerek oradakilerin adını, soyadını okuduktan sonra: “O köyün istihkakını daha önce dağıtmışız, siz ise ‘almadık diye’ yalan söylüyorsunuz! Un da yok, şeker de… haydi çıkın bakalım!” dedi. Kaymakam, bakışlarımdan olayı yadırgadığımı sezinlemiş olmalı ki, bir söyleşi havasında, bana da kısa bir açıklama yaptı: “Burası yasak bölge olduğundan, gıda maddelerini karne ile veriyoruz” dedi. “Adamın evinde un, şeker varsa niçin fazlasını istesin ki?” diye düşünüyordum. Meğer kaçakçılığı önlemek içinmiş!... Köylüler alabildiğince fazla alıyor, son da, Mustafa Molla Barzani’nin peşmergelerine satıyorlarmış.
 Kaymakam tekrar bana dönerek, gideceğim köye ilişkin bilgiler verdi: “Bak hocam! gideceğin köy, ilçemizin en büyük fakat en uzak köyüdür. Şimdi sana bir torba un, bir torba şeker, ihtiyacın varsa bir lastik ayakkabı karnesi vereceğim. Adliyenin hemen arkasında Sümerbank şubemiz var, gidip oradan alacaksın. Zaten şu an istesen de gidemezsin; yollar kapalı. Hele birkaç gün bekle bakalım, o köyden gelenler olur, onlarla gidersin. Yalnız, erzaklarını götürmek için bir katır kiralamanız gerekecek, o kadar…” Kaymakam, bütün bunları, ‘su içmek kadar kolay bir iş’ gibi anlatıyordu.
 O köyden gelecek köylüleri bekliyordum. Bu bekleyişin üçüncü günüydü, askeri gazinoda oturuyordum. Önümdeki çay bardağını yeni boşaltmıştım ki, yanıma biri yaklaşıp selam verdi. Kördüğüm şeklini almış kravatı, onun bir öğretmen, memur olduğunu hemen ele veriyordu. Saçının makasla acemice kesildiği ilk bakışta belli oluyordu. Bir yandan çay dolu bardağı karıştırıyor, bir yandan da derin derin düşünüyordu. Birden gözlerini bana dikerek: “Siz Uzundere köyüne atanan Türkçeci değil misiniz?” dedi. Şaşırmıştım! Yüzünü ilk kez gördüğüm bu adam beni nerden tanıyordu? Kendisinin Uzundere ortaokulunun müdürü olduğunu, az önce kaymakamlığa uğradığını söyleyince, merak ettiğim giz çözüldü. Köyün durumunu, okulun sorunlarını anlattıktan sonra kendi sorunlarına geldi sıra: “Hanımı ve iki çocuğu hastaymış! Kendisi ve hanımı katır sırtında, iki çocuğu heybenin iki gözünde, Çukurca’ya iki günde zor gelebilmişler” Bunları anlattıktan sonra bana da bir müjde verdi: “Uzundere ortaokulu valilik emriyle kapatılmış! Buna ilişkin yazı, kaymakamlığa dün ulaşmış”
 “Okul kapatıldı” sözü, ilk bakışta, “hapishane açıldı” demek gibi gelse de bana, okulun öğretmensizlikten değil; öğrenci azlığı, araç-gereç yokluğu nedeniyle kapatılmış olmasına sevindim. Oraya gitmeye niyetli olmasam da, bir ömür boyu kendimi suçlu sayacaktım belki de…
 Yeni görev yerimin belirlenmesini bekliyordum. Bir gün, Çukurca ortaokulu müdürünün odasına girdiğimde, geldiğim gün gazinoda beni tedirgin eden o gözlüklü Türkçe öğretmeninin odada olduğunu gördüm. Çukurca-Van telefon hattının arızalı olduğunu bildiği halde, birileriyle hayali konuşma yapıyordu. Sonra, “Bakırköy’e” gönderileceğini öğrendim; üzüldüm!..
 ***
 Çukurca’nın kışı sert olur. Kış boyunca bir yere gidemezsiniz. Mart-Nisan aylarında hepten tutsak olursunuz Çukurca’ya! Dağların karı erimiş, Zap Suyu iyice delirmiştir. Artık, Çukurca-Hakkâri yolu, Zap Suyu’nun içindedir. Dağ göçer, çığ kopar Çukurca yollarında.

 “Hınıslı Kazım öğretmen kalp krizi geçiriyormuş! On beş günden beri ölümle pençeleşiyormuş!” dediler. Her taraf kar, buz; bütün yollar kapalı. “Kuş uçmaz kervan geçmez” derler ya, aynen öyle.
 “Kazım öğretmen” dedikleri bir seksen boy, doksan kilo… Her gün biraz daha eriyor, kısalıyor, zayıflıyor. Onu yatağında görenler, yedi yaşında çocuk zannediyor! “Ölürsem beni Çukurca’da koymayın, memleketime götürün” demekten başka bir söz çıkmıyor ağzından. Valiliğe, komutanlıklara, Milli Eğitim Bakanlığı’na telgraf üstüne telgraf çekiyoruz “bir helikopter gönderilsin” diye. Kayadan ses var, güvendiğimiz makamlardan ses yok! Boynu inceldi, burnu uzadı, kulakları büyüdü Kazım Öğretmenin. Derken, dağlara çarpmamak için yükseldikçe yükselmiş, gökyüzünde ancak bir kartal kadar gözüken bir helikopterin sesi duyuluverdi! Dönüp durdu Çukurca’nın üstünde, sonra alçaldı alçaldı, Seyyar Jandarma Birliği’nin önündeki boş alana iniverdi. Az sonra bir haber geldi; Kazım Öğretmen’i istiyorlarmış! Hastaneye götüreceklermiş! Öğretmenler, öğrenciler omuzlarında uçuruverdiler helikopterin konduğu yere. Ölü bedenine can gelmiş gibiydi Kazım Öğretmen. Sonra, Çukurca’nın başı dumanlı dağlarına aşırı kanatlanıp uçtular. Sevindik hepimiz; öğretmenler, öğrenciler ve de Çukurca halkı… Sanki bizdik ölümden kurtulan. Fakat, öğretmenlerin, Çukurca halkının onca çabası yok sayılıyor ve bütün başarı öğrencilerin oluyordu nedense? “Öğrenciler olmasaymış bu helikopter gelmezmiş! Öğrenciler olmasaymış Kazım Öğretmen ölürmüş!” daha neler neler… Herkes birbirinden kıskanıyordu bu iyiliğin sevincini, ama bir süre sonra öğrendik işin gizemini: “Öğrenciler olmasaymış bu helikopter gelmezmiş.” Ne yapmış öğrenciler? Kırk-elli öğrenci bir dilekçe yazıp Çukurca Kaymakamı’na vermişler. “Eğer helikopter gönderilmezse, biz hocamızı sırtımızda Irak hastanesine götüreceğiz!” demişler.
 Aradan on beş gün geçti. Kazım Öğretmeni götürdükleri helikopterle geri getirdiler. Hastalığından bir eser kalmamış gibi. Sağlıklı görünüyor ve dimdik yürüyordu. Herkes bir açıklama bekliyordu Kazım Öğretmenden: Nereye götürdüler? Ne yaptılar? Ama o, tüm soruları yanıtsız bırakıyor, eften püften sözlerle geçiştirmeye çalışıyordu. Sonra öğrendik gerçeği: Kazım öğretmeni hastaneye değil, Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesine götürmüşler; suçu, öğrencileri toplu direnişe teşvik etmekmiş!...
 Şimdi kim, ne zaman, “Seni nereye götürdüler? Ne yaptılar? bir anlat hele” dese, Kazım Öğretmen başlıyor anlatmaya: “Beni Diyarbakır Devlet Güven Mahkemesi’ne götürdüler. Biraz iyileştikten sonra güzel bir ıslattılar(!) ve dediler ki: ‘Sen bir Türksün, hem de bir öğretmensin; ölsen bile Türk bayrağının gölgesinde ölmelisin! Irak’a gitmek senin ne haddine!... 

 
Toplam blog
: 11
: 197
Kayıt tarihi
: 15.03.13
 
 

Kahramanmaraş- Elbistan doğumludur. İlkokulu, ortaokulu Afşin'de, Lise ve öğretmen okulunu K.Mara..