Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Aralık '15

 
Kategori
Deneme
 

Cumhuriyet Dönemi'nde;roman, öykü ve "Arapgir hasreti"(1)

Cumhuriyet Dönemi'nde;roman, öykü ve "Arapgir hasreti"(1)
 

İnsanlar; kent, belde, köy, mezra gibi toplu yerleşim yerlerinde yaşarlar. Kimliklerine, yaşadıkları yerin izleri, kokusu siner. Adalet Ağaoğlu:”Bir kentin, insan ruhundaki izleri asıl sanat eserinde görülür. Bir romanın, şiirin ya da bir öykünün sayfalarına kentin ışığını tuttuğunuzda, kentin insan kılığına bürünmüş biçimi de görülür, sözüyle bu durumu ifade etmiş olur.(1) İnsan da yerleşim yerinde yaşama tutunur; hayat bulur. Yaşadığı yerle dost olan yaşama daha sıkı tutunarak engelleri aşar ;başarı çizgisini yükseltir. Yazarlar, yaşadıkları yerleri, bu yerlerin doğasını, insanlarını yansıtırlar romanlarında, öykülerinde, anılarında, denemelerinde…Yaşadıkları, sevdikleri, çilesini çektikleri yeri yazarlar. Yaşadıkları yerler, yazarların aynası gibidir; orada kendilerinin gerçek benliklerini görürler.

Ömer Lekesiz, özellikle öykü yazarlarının bir yerde doğsalar bile, onların doğdukları yerden ziyade yaşadıkları ve sevdikleri yeri yazdığını söylerBu bağlamda "oralı" değil "oracı" kavramlarını kullanan yazar, bunlara örnek olarak seçtiği Adapazarlı Sait Faik'in "Burgazcı", Tekirdağlı İlhan Tarus'un "Ankaracı", İstanbullu Abdülhak Şinasi Hisar'ın "İstanbulcu", Maraş-Elbistanlı Tahsin Yücel'in, hem "Elbistancı" hem de "İstanbulcu", Halikarnas Balıkçısı'nın İstanbullu ama "Bodrumcu", İzmirli Samim Kocagöz'ün "Egeci" olduklarını söyler.(2) Günümüz yazarlarından Murathan Mungan ise, baba ocağı olan Mardin'i şiir, deneme, anı, hikâye, senaryo ve oyunlarında ya anlatmaya çaba göstermiş veya bu eserlerinde arka planı oluşturan dokuda Mardin'e sıklıkla yer vermiştir.

Tanpınar, şehirlerimizin gerek coğrafya gerekse kültür farklılığı yüzünden kazandıkları "özel anlam"lara da dikkat çeker. Söz gelimi, kapalı kış aylarının beslediği sohbet yüzünden hemen her Erzurumlu nükteci, biraz hicivcidir. Konya ise tam anlamıyla bozkırın çocuğudur.(3)

“Konya bozkırın tam çocuğudur. Onun gibi kendini gizleyen bir güzelliği vardır. Bozkır kendine bir serap çeşnisi vermekten hoşlanır. Konya’ya hangi yoldan girerseniz girin sizi bu serap vehmi karşılar. Çok arızalı bir arazinin arasından ufka daima bir ışık oyunu, bir rüya gibi takılır. Serin gölgeleri ve çeşmeleri susuzluğunuza uzaktan gülen bu rüya, yolun her dirseğinde siline kaybola büyür, genişler ve sonunda kendinizi Selçuk sultanlarının şehrinde bulursunuz.”diyen Tanpınar, kitabında Konya’yı anlatmaya bu çok ilgi çekici bir betimlemeyle başlamıştır.(Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, Dergah Yayınları, İstanbul, 2005)

Reşat Nuri, başta olmak üzere bir çok yazar ise özellikle Anadolu kasaba ve şehirlerine egemen olan softalık ve güçlüler konusunu işlemişlerdir. Yani taşrada kent denilince akla ilk gelen zenginler ve "eşraf" kavramıdır. Eşraf ise devlet demektir; baskı demektir. Sanayileşmenin kentte doğurduğu, varlıklı semtler, gecekondular, eğlence yerleri ve fabrikalar gibi mekansal kümeleşmeler de, roman ve öykülerde temel çatışmayı belirler ve besler.(4 )

Sücaattin Erdem de esnafın gücünden,etkinliğinden söz eder:

“Bu çarşıda, senet sepet bilinmez,veresiyede sorun yaşanmazdı. Esnaf âdet ve geleneklerine bağlıydı, tutumluydu. Evinde, dükkânında israfın her türlüsünden kaçınırdı. Lakin yeri geldiğinde ağalıktan geri durmazdı. Arapgir’i esnaf yönetirdi…(s.88)Arapgir esnafı, şakayı da sever;kendi arasında şakalaşır. Birbirlerinin damarına basmaktan zevk alırlardı.

Sücaattin Erdem, esnaf arasındaki şakalaşmaları”Beyle Şakanın İçine…”başlığı altında işlemiş:

“Çarşı şakasız kalmazdı. Şaka yapmak,”horata”çıkarmak ,esnafın vazgeçemediği yegâne eğlenceydi. Kimin, neden kimden huylandığı, neye kızdığı keşfedilmesin…Akıllı adamı delirtmede, deliyi azdırmada heç vakit kaybedilmezdi.”

“Mehteroğlu, bir gün atı yedeğine almış, sağa sola dükkân dükkân…selam verip selam alarak çarşıya yukarı sallana yaylana çıkmaktadır. Tam köşkerler sırasında Sefil Usta’yla atıştıklarında, birisi fark ettirmeden hayvanın başındaki yularını çözüp alır. Seplenen hayvanın yerine kendi geçer. Yular başlığı elinde aynı yükseklik ve mesafeyi koruyarak Mehteroğlu’nun ardı sıra yürür…’Döne ki ne göre?’ucundan sıkı sıkıya yapıştığı yuların, kayışlı tokalı hayvana takılan kısmı yerde sürünmektedir. Sövmeye saymaya başlar:‘Ey bu nasıl şaka baba?’,’Beyle şakanın içine sıçam’(s.90)

Cumhuriyet dönemi edebiyatında, özellikle İkinci Dünya Savaşı sürecinde ve sonrasında "küçük adam" konusu "kent" kavramına bağlı olarak işlenmeye başlamıştır. Küçük adam, melankolik ve umutsuzdur. Yoksulluğun dünyasına aittir aynı zamanda. Emekçi sınıf ve tabakaların üyesidir. İster baş kaldırsın koşullarına ister katlansın, isterse tam anlamıyla duyarsızlaşıp bir taşra otelinin katibi Zebercet gibi psiko-patolojik özellikler yansıtsın, yenik biridir. Bu figürün, İkinci Dünya Savaşı sırasında büyük ve orta kentlerde belirdiğini söylemek olanaklıdır. Küçük adam figürünü öykülerinde en çok işleyenler Sait Faik ve Orhan Kemal'dir.(5 )Sait Faik'in küçük adamları İstanbul'da iken Orhan Kemal'inkiler taşradadırlar.

Yoksulluğun dünyasında ekmeğini kazanmak için didinen çırpınan “küçük adamlar” “Arapgir Hasreti”nde de vardır:

Yeditonluk’u iki bavulu Karababa’ya götürsün diye tutarlar. Neylesin?Ekmek parası…Zaten çarşıda iş miş yok. Bavulları “mendek”vurup ipiyle sırtına alıyor. Yolcular, ufak tefek parçalarla önde, bu peşlerinde. Karı yüze ‘çığnaya’ha babam de babam’ Karababa’ya çıkarlar…Yolcuların buradan öte köylerine pek bir şey kalmamış. Bu, tek başına geri dönecek. Dizlerinin dermanı kesilmiş, ne fayda?...”(s.53)

Devam edecek.

 
Toplam blog
: 391
: 2555
Kayıt tarihi
: 04.12.12
 
 

Hüseyin BAŞDOĞAN, 1942'de Malatya- Arapgir'de doğdu.Arapgir Ortaokulunu, Diyarbakır Öğretmen Okul..