Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Ocak '11

 
Kategori
Öykü
 

Cune Û İsmet

Yüz evden oluşan Küçük Camili köyünde yaşıgeliği halde hala evlenemeyen kızlardan biriydi Cune. O kısa ve cılız görünümlü İç Anadolu’lu tipik bir Kürt kızıydı. Otuz yaşına kadar baba evinde oturmuş, evlenmemişti. Her gün sabahtan akşama kadar yazları evlerinin yörede çardak denilen balkonunda, kışları ise köy yoluna bakan odanın penceresinin önüne oturup güller, çiçekler, ağaç dalları, kuşlar, çıtpıtı zıplayan geyikler ve çeşit çeşit Kürt motiflerini dizinin üzerine koyduğu kanaviçelere işlerdi. Kuru elmacık kemikleri çıkmış olan avurtlarını şişirerek ve her defasında bir kez daha dizine batırmamak için hafif şaşı olan kara üzüm habbesi gözlerini boynunu eğerek işlemesine kadar indirir, iğneyi batırıp çektikten sonra, bükülmekten ağrıyan sırtını derin bir ooh çekerek doğrulturdu. 

Yıllar eğilip bükülerek gelecekte kocası olacak beyaz atlı prense dantelli yorgan yüzlerine, yastık kılıflarına, müstakbel kocasının traş önlüğüne, havlu kenarlarına, baş uçlarına asacakları Kur’anı Kerim’lerinin çantasına, dolapların üzerine atmak için onlarca çeşit motifler ve danteller işleyerek geçti. Su gibi akıp dur durak bilmeyen zaman, Cune’yi otuz yaşının eşiğine getirdi. Beklediği prensin geleceği olmadığı gibi, altın yaldızlı çifte arap atının koşulu olduğu arabası da bu gidişle neredeyse yeniden bal kabağına dönüşecekti. 

Cune’nin o ana kadar evlenememesinde elbette kendisinin hani pek öyle alımlı olmayışının ve en önemlisi de paldır küldür konuşmamasını engelleyip önüne geçerek, destur vermeyecek bir zeka yapısına sahip olmamasının da rolü büyüktü. 

Bilinen bir fıkra vardır; Cune gibi deli dolu olan Zine’ yi hiç kimse oğluna istemez. Köyden Zine’yi gözüne kestiren bir delikanlı, varsın deli olsun, onu şimdiye kadar kimse istememiş olsun, ben gidip isteyeceğim deyip, yalvar yakar anasını bu konuda ikna etmeyi başarır. Uzun bir zaman geçmeden Zine’ye görücüye gitmek üzere kız evinin yolunu tutarlar. Anne oğul Zine’nin kapısını tıklatırlar. Zine ağzında bir top sakızla hoplaya zıplaya gelip, kapıyı açar ve gelenlere meraklı gözlerle bakar. Damat adayının annesi: 

“Kızım annen evde mi diye sorar”. 

Zine: 

“Annem evde yoktur, komşu kadınla onların evinin önünde şimdi kavga ediyor, annem orada” der. 

Kadın buna pek şaşırır ve: 

“Kızım annen durup dururken niye kavga ediyor?”diye sorar. 

Zine: 

“Valla komşu kadın Zine köyün kuyusunun içine sıçtı dedi, annem de yok kenarına sıçtı ve ayağı ile kuyunun içine attı diye iddia edince, kavga etmeye başladılar.” 

Bunun üzerine damat adayının annesi, oğlunun elinden tutup, hiç bir şey olmamış gibi usul usul evlerine dönerler. Zine’de böylelikle evlenme şansını bir kuş misali elinden kaçırır ve evde kalır. 

Cune’nin, fıkranın kahramanı Zine ile aralarında pek farkı yoktur. Delilik oranında çıtalarının yüksekliği aynı olup, hemen hemen aynı sayıda tahtası sallanıyordu. Cune’de sözünden hiç çekinmeden, ağzına ne gelmişse o an onun hiç bir sansüre uğratılmadan söylenmesi gerekliliğini duyan birisiydi. Kürtçede “Benîşte xwu cuyî û lienya xwu nusikandi”(sakızını çiğnemiş ve anlına yapıştırmış) olarak söylenegelen deyim sanki tam onun için söylenmişti. Hal böyle olunca köylüler ona Deli Cune anlamına gelen Cune Den adını koydular. Cune her ne söylese “delidir ne söylese yeridir” sözünün yerini tutması için kısaca Cune Den derler ve onun kusuruna böylelikle bakılmaz, her söylediği mübah görülürdü. 

Yıllar birbirini kovaladı ve Cune geçen bunca zamana karşın hiç umudunu yitirmeden, ipi kopmuş bir bayrak gibi habire sallanıp, evlerinin kapısının koca adayları tarafından çalınmasını bekleyip durdu. Derken sıcak bir yaz günü, kendi köylerinden seksen kilometre uzaklıktaki Konya’nın Kulu ilçesinin Kürt köylerinden biri olan Altılar’den beyaz atına binen Yıvık adlı bir prens (Cune’nin methini çok duymuş olacak ki), Küçük Camili Köyüne gelip, Cune’ye talip olmak için soluğu Cune’nin babasının evinde aldı. Lakin prens Yıvık, eski toprak olup, şimdiye değin Cune gibi bir kaç tene Kül Kedisini eskitmiş olduğundan yaşı bir hayli ilerlemişti. Varsın olsun Cune ayağına kadar gelmiş olan bu kısmeti deli de olsa elinin tersiyle itmedi ve hemencecik prensinin at arabasına bindi, günlerce yol alıp, kocasının Karacadağ’ın uzantısındaki dağların eteklerinde geniş bir ovaya yayılmış olan Altılar’ın yolunu tuttular. Cune’yi imam nikahlı karısı yapıp, onun bir dediğini iki yapmadı. Eşe dosta da bir kuzu kesip, küçük bir ziyafet verip Cune ile yeni bir baharı yaşamak üzere yeniden dünya evine girdi. Cune baba evinden getirdiği çeyizini tek tek çıkarıp yerlerine yerleştirdi. Evini kendi zevkine göre dayayıp döşedi. Kocası için işlediği traş önlüğünü ona verdi. Kur’an çantasını çıkarıp kutsal kitaplarını içine koyup, yataklarının baş ucuna astı. Yıllarca göz nuru dökerek, iğneyi binlerce kez dizine batırarak zor bir uğraşı ile meydana getirdiği emeklerinin boşa gitmediğini görüp, her gece kendisini Yıvık’ının kollarına attı. Doğrusu başında kavak yelleri esen Cune’nin mutluluğuna diyecek yoktu. Akşama tarlasından dönen kocasına tüm maharetlerinisergileyerek tereyağlı bulgur pilavları, bol naneli keşkek çorbaları, süzme yoğurt çorbaları ve bahçesinden getirdiği mis kokulu taze domates, salatalık, soğan ve marullarla salatalar hazırlayıp, yolunu gözledi. 

Dünya evine gireli bir aya yakın bir zaman olmuştu ki, yine bir akşam üzeri Qele Zûre ve Kevri Qulyakınlarındaki tarlalarından dönecek olan kocasına akşam yemeğini hazırlamaya çalışan Cune, birden midesinin bulandığını, başınınsa alabildiğine döndüğünü hissedince hemen olup biteni anlamakta fazla gecikmedi. Şimdi Yıvık’ın bir an önce gelmesini istiyordu. Cune’nin içi içine sığmıyor, zamansa geçmek nedir bilmiyordu. Yıvık’ı gelse, şöyle boynuna sarılsa, o da Cune’sinin beline sarılsa ve bu arada müthiş müjdesini kulağına fısıldasaydı. Çok geçmeden her zaman ki gibi hiç bir yere takılmadan evinin yolunu yorgun argın tutan Yıvıkköyünün daracık kuçelerini, ev aralarını, dereleri ve bahçesinin yanındaki etrafına çok güzel bir koku yayan büyük iğde ağacını geride bırakıp, kabesine ulaştı. Kapıyı yavaşça tıklatıp Cune’sinin paniğe kapılmamasına özen gösterip, sabırsızlıkla açılmasını bekledi. Cune baş dönmesini, mide bulantısını hemencecik unutup hışımla kendisini kapıyı açar buldu. Konu komşu görür mü görmez mi kaygılarını aklına getirmeden kapının önünde Cune’nin haline şaşırıp kalan Yıvık’e sıkı sıkı sarıldı. Yıvık: 

“Le Cune, Cuna mine dene (dur hele dur Deli Cune’m) neyin var, ne oluyor sana, kendine gel?” deyip, Cune’sini kolundan tutup içeri çekti. Cunebir eli kocasının belinde içeri girer girmez, onun boynuna tekrar atılıp, bağıra bağıra müjdesini verdi. Yıvık sevincinden, mutluluğundan ne yapacağını bir müddet afalladıktan sonra hayat arkadaşına on sekiz yaşındaki delikanlılar gibi sıkı sıkı sarılıp, ödüllendirircesine anlından öptü. Şaşkınlıklarını üzerlerinden atan karı koca divanlarına oturup, bir müddet soluklandıktan sonra yeniden kendisine gelen Cune yiğidinin tarlada tozlanmış çoraplarını çıkartıp, bir güzel çırptıktan sonra bir kenara koyup, kocasının acıkmış olacağını anımsayıp, acele ederek mutfağın yolunu tuttu. 

Mutlulukla geçen her gün, hafta ve ay Cune’nin karnının biraz daha şişip, burnuna yaklaşmasına neden olurken, büyük bir sabırsızlığı ve heyecanı da beraberinde getiriyordu. Cune hiç bir kısaltma ve uzatmaya uğratmadan, dokuz ay dokuz gün sonra nur topu gibi zor denebilecek bir erkek çocuğunu dünya’ya getirip, o zamanlar bin altı yüz beş olan Altılar köyünün nüfusunu bin altı yüz altı yaptı. 

Cune doğum yaptığı yıllarda, Kurtuluş Savaşı kahramanlarından başbakan olan İnönü’nün adı yeni doğan bebekler için pek revaçtaydı ve demokrat bir kadın olan Cune’de aynı zamanda bir İnönü hayranıydı. Yıvık’e oğlunun adını İsmet koymak istediğini söyleyince, bir o kadar demokrat olan kocası da, bir dediğini iki etmediği, bir yastığa baş koyduğu sevgili eşinin bu küçük ricasını, aklından başka isimler geçtiği halde çok medenice bir tavırla kabul etti. İsmet çocuğun gözleri insanda öne fırlayacakmış gibi bir duygunun oluşmasına neden oluyordu. Ayrıca çok zayıf ve oldukça çelimsiz olduğu gibi, üstüne üstlük bir de eğri büğrü bir kafa yapısına sahipti. Sanki Altılar Köyünde değilde, Somali’de dünyaya gözlerini açmış; öylesine zayıf, bir deri bir kemikten ibaret bir kemik torbası gibiydi. Oysa Yıvık ve Cunebiricik oğulları İsmet’e bakıp, kendi ürünleri olan bu canlı ile gurur duydular. Cune pörsümüş memelerini İsmet’in ağzına tüm sevgisini katarak verdiyse de aylar geçmesine rağmen, İsmet bebede pek bir gelişme olmadı, ama yiğidi öldür hakkını yeme derler ya, İsmet Bebe yaşamakta direnip hiç bir hastalığa pabuç bırakmadı. Baba Yıvık çok kısıtlı olanaklarına rağmen, şehre her gidişinde aslan parçası oğlu İsmet’e şimdiden oyuncaklar ve sevgili eşi Cune için de kadife, pazen ve ipek kumaşlar almayı ihmal etmiyordu. 

Yıvık bir sabah şafakla birlikte yatağından kalktı, yine tarlasına gidecekti, fakat tarlaya karısını ve oğlu İsmet ile gidip, tarlalarını göstermek istiyordu. Cune ile evleneli daha ona tarlalarını gösterme olanağı olmamıştı. Yarın bir gün ölüp gitse, ardında kalan karısı ve oğlu tarlalarının yerinden dahi bihaber olacaklardı. Acele ile Cune’yi uykusunda uyandırıp, hazırlanmalarını söyledi. Kendisi de hemen ahır damına gidip, tek atın koşulu olduğu arabayı ve sonrada atını hazırladı. Araba tam teçhizat emirlerine amadeydi. İçeri girip, oğlu İsmet’i kucağına aldı, Cune’de arkasından tın tın yürüdü. At arabasına binip, İsmet’i Cune’nin kucağına verirken, ortalık yeni yeni aydınlanmaya başlarken, atını üst üste hızla kamçılayıp, büyük bir keyifle uzun bir “deeeh” çekerken yalpalayarak dönen tekerlekler bu bahtiyar aileyi evlerinden uzaklaştırırken tek mal varlıkları olan tarlalarının hızla yakınına getiriyordu. Yivik hayatında tarlalarına ilk defa bu kadar istekli ve zevk alarak gidiyordu. Atı hızla kamçılıyor, Cune ise kucağında oğlu ile mutluluktan uçuyordu. Yıvık bir yandan iyice kırlaşmış bıyıklarını sıvazlıyor, oturduğu yerden zaman zaman kalkıp dikeliyor, bir yandan da atını habire kamçılıyordu. Kısa bir süre sonraQele Zûre’ nin yakınındaki tarlalarına geldiler.Yıvık büyük bir gururla yirmi dönümlük tarlasını göstererek: 

“İşte bak bu tarla bizim. Bir tarlamızda az ileridekiKewre Qul’ün orada. Gel bak size ne göstereceğim , bu karşıdaki yüksek yer Qele Zûre’dır. Rivayete göre buralara çok uzun bir zaman önce gelen göçerlerden Zöre adlı bir kız, buradaki erkelerden biri ile birlikte olur. Bunu duyan Zöre’nin ailesi, kızlarını cezalandırmak için Qele Zûre’nin (Zöre’nin Kalesi) üstüne çıkartıp, kaleden kızlarını acımasızca aşağı atmışlar”. 

Cune oğluna daha sıkı sarılarak, irkilmiş bir vaziyette: 

“Peki buralardaki toprak neden bu kadar kırmızı?” diye sormaktan kendini alamadı.
“Ha bu kırmızı toprak ta, Zöre’nin o zaman akan kanı. O gün bugündür bu torak böyle kıpkırmızıdır.” 

Cune anlatılanları can kulağı ile dinleyip, ardından da oldukça üzüldü. Yıvık karısının kolundan tutup, tekrar arabaya bindirip, Kewre Qul’deki tarlalarına doğru yol alırken, Cune kucağında oğlu İsmet’le tarlasını boylu boyunca mutlulukla süzüp, adeta santim santim beynine kazıdı. Kewre Qul’un yanına gelince Yıvık yine Cune’ye yardım edip, onu arabadan indirdi. Bu otuz dönümlük tarlasını da büyük bir gururla gösterip, hemen Kewre Qul’e gidip, yeleğinden kopardığı iki düğmeyi bu delikli taşın etrafına atıp, oğlu İsmet’i taşın deliğinden vaftiz eder gibi geçirip, tüm ailesi için tanrıdan dileklerde bulundu. Daha sonra oğlunu üç kere öpüp kokladıktan sonra tekrar karısının kollarına teslim etti. Yıvık o gün tarlada hiç bir işe el atmadı. Sabah kalkar kalkmaz hazırlamış olduğu azık çıkınını yere çömelip, açtı ve karısı ile bir güzel piknik yapıp, üstüne de ayranlarını içtiler. Akşamın alaca karanlığında arabalarına binip, mutluluklarını daha da pekiştirmiş olarak yeniden evlerinin yolunu tuttular. 

Cune, İsmet bebeye krallar gibi bakıyor, memelerindeki süt yetmezse, ineği “mange reş” in (Kara İnek) memelerine el atıp, ondan medet dileyerek, kovasına doldurduğu sütü koşturarak pamuk oğluna yetiştiriyordu. İsmet bebe tüm bu yoğun bakımlarla ilk başlarda fazla bir gelişme göstermese de, daha sonraları kendisini az buçuk toparlayıp, gün be gün birazcık ta olsa serpilip gelişti. Yaşıtları olan bebeklerle aynı düzeyde gelişme göstermediği gibi, kafasındaki yamuklar da ise pek düzelmeler olmuyor, tornadan çıkan yanlışlar kolay kolay düzelmiyordu. Akranlarından her türlü gelişim yönünden geri kalan İsmet’te aynı evrelerden geçip, önce emekledi ( biraz geç olsa da), daha sonraları da oraya buraya tutunarak düşe kalka yürümeye başladı. Yedi yaşına yeni basıp, okula başlayacaktı ki, babası Yıvık ani bir kalp krizinden Kevre Qul’deki tarlasını tek at gücüyle kara sabana var olan gücüyle yüklenip sürerken, atının mahzun bakışlarını üzerinde duyarak hayata gözlerini yumunca, anası ile yapayalnız ortada kaldılar. Cune dünyanın en acıklı ağıtlarını kocasının ardından yakarken, oğluna sarılıp onu olabildiğince bir sevgi ile bağrına basıyor, geriye kalan biricik varlığıyla teselli olmaya çalışıyordu. Kürtçe yaktığı ağıtlarda kocasını dünyanın en büyük yiğidi, en yakışıklı erkeği, en mert insanı gibi tasvirlerle anlatıp bağrını delercesine yumrukluyordu. İsmet’te anasına bakıp ağlıyor, o da anasından kaptığı bir kaç kelimeyi bir araya getirip, tıpkı anası gibi tekrarlayarak babasının ardında güzel Kürtçesi ve yanık sesiyle ağıtlar yakıp, çaresizliklerine ağlıyordu. 

Acılarını zamanla içlerine gömen anne oğul gam yüklü bir zamanı geride bırakırken, İsmet’in okula gitme zamanı gelmişti ama bakıldığında çıplak gözle görülecek koca bir gerçek ortadaydı ki, o da İsmet’te bazı verilerin yokluğu, gidişatın pek iyi olmadığını ortaya koyuyordu. Bir şeyler eksiktive bu eksiklikler İsmet’in dışarıda başka çocuklarla oynamasına, onlarla arkadaş olmasına ve onlarla bir dostluk arkadaşlık geliştirmesine engel olurken, her zaman alay konusu oluyordu. İsmet’ se anacığı ile olup bitenin farkında olmadan, hayatından da hiç bir şikayeti olmadan, tek başına güle oynaya köyün sokaklarında koşuyordu. Cune oğluna adeta bir kız çocuğu gibi davranıyordu. Durmadan onun saçlarını tarıyor, köylülerin garip bakışlarına hiç aldırmadan evinin avlusunda oğlu ile birlikte ip atlıyor, “şillık” denilen bir kız oyununu birlikte oynuyor, oğlunun okula kabul edilmemesine de hiç aldırış etmiyordu. Varsın olsun şimdi oğlu daha çok yanında olmuş olacak, her zaman elinin altında olacaktı. Hem okula gidip ne yapacaktı, kendisi de okula gitmemişti, kıyamet mi kopmuştu sanki. 

İsmet büyüdükçe hal ve hareketleri değişiyor, bir kız çocuğunun yaptığı tüm işlere ilgi duyuyor, kadınlarla çok iyi uyum sağlayarak, onların yanından ayrılmamaya çalışıyordu. Sekiz yaşına geldiğinde evini, avlusunu ve dört bir yanı süpürüyor, bulaşıkları yıkıyor, annesi ile yufka ekmek yapıyor, çamaşır yıkıyordu. On yaşına geldiğinde, çamaşırları çitilemek onun en büyük uzmanlık alanı haline gelmişti. Bunu bilen köyün kadınları İsmet’i evlerinin yanından geçerken kolundan çekip, evlerine götürerek yıkanacak olan tüm çamaşırlarını İsmet’e yıkatıp, çamaşırdan sonra bir kaşık tereyağı sürdükleri bir yufka ekmeği dürüm yapıp, İsmet’in eline tutuşturuyorlardı. İsmet verilen ekmeği hemen kapıp büyük bir iştahla yiyip, doymamışsa yere indirdiği bakışları ile kurnazca bir dürüm daha istediğini belli edip, çok geçmeden ikinci bir dürümü yemeye başlıyordu. 

Günler hızla geçip, İsmet oğlan on yedisine geldiğinde yaşayabileceği en büyük sarsıntıyı yaşayıp, dünyası aniden yıkıldı. Annesi hiç beklemediği bir zamanda sağlıklı olmasına rağmen rahatsızlanarak ölmüştü. Koskoca Dünyada tek başına kalan İsmet, belli bir müddet hiç sevmediği ve hiç gidip gelmediği üvey ağabeyi Apo’nun yanında kaldıysa da, buna daha fazla dayanamayıp baba ocağına, kendi evine tek başına döndü. Rahmetli anasından öğrendiği ağıtları çok sevdiği ve yokluğunu kesilmiş bir kol gibi hissedip, günlerce aylarca süren bir zamanı insan yüreğini dağlayıp parçalayan ve bir kadını hiç aratmayacak derecede güzel bir makamla söylediği ağıtlar yakarak geçirdi. Bundan sonra İsmet için ekmek elden, su ise göldendi. Kim ne verirse onu yiyor, eline tutuşturulanı içiyor, köylülerinin eskilerini giyiyordu. Üvey ağabeyi Apo tarlalara da el koyup, İsmet’e zırnık koklatmıyordu. Elbiselerine ve evinin hijyenikliğine çok özen gösterirken, üst başının da temiz olması konusunda da oldukça hassastı. Hal böyle olunca İsmet’in bir kadın gibi tüm becerileri gün geçtikçe artarken, her kadın onun eline bu konularda su dökemez olmuştu. Annesinin ölümü ile korkuları ortadan kalkan köylü kadınlar bunu bir fırsat bilip, tüm işlerini bir lokma ekmek karşılığında İsmet’e yaptırmaya başlamışlardı. İsmet hiç kimsenin temizliğini ve köylü kadınların yaptığı yufka ekmeği kalınca yapıldığını söyleyerek hiç beğenmezdi. Yaş gelip yirmi beşine dayanmış ve kafadaki yamukluklarda hala hiç bir değişiklik olmamıştı. Aksine kafasındaki saçlar büyük bir hızla bu genç yaşına rağmen tek tek dökülüp, kafasının formu tamamen değişmiş, üstte tek telin kalmadığı parlak bir kabağı andıracak hale gelmişti. Annesinin ölümünden önce, onunla birlikte bir kaç kez annesi tarafından akrabaları olan ve Küçük Camili Köyünde ikamet etmekte olan dayılarına gidip gelmişti. Bir süre sonra, biraz olsun teselli bulmak için ilçeleri Kulu’ya gidip, OlafPalme caddesinde arabalara binip, önce Ankara’ya oradan da Küçük Camili Köyüne gitmek üzereAslanî Ussî Cummo’nun sarı Ford marka dolmuşuna binip dayılarını ziyarete gitti. Dolmuşta kendisini tanıyanlar İsmet’e takılıp, onunla epeyce şakalaştıktan sonra, ağıt türküleri söylemesi için onu ikna ettiler. İsmet elini kulağına vererek ağıt üstüne ağıt yakıp, biraz önce şakalaşmalarından dolayı kahkahalar atan köylüleri, aniden hüngür hüngür ağlattı. Göz yaşlarını tutamayan kadınlar, İsmet’in bir kadını andırır yaklaşımlarını hemen fark edip, onunla senli benli olup fazla konuşmadan ona kulak verdiler. İsmet her ne kadar kadınvarihareketlere sahip olsa da kadınlara ilgisiz değildi. Yani her şeyi falso olabilirdi ama bu konuda herhangi bir handikabı olmadığından, kulağına verdiği eliyle kafasını yan tutup, bir yandan da çaktırmadan köylü kadınları uzun uzadıya süzüp, iç geçiriyordu. Derken dolmuş iki buçuk saatlik bir yoldan sonra, Altılar köyünde devrilen kamyonların altında kalanlara yakılan ağıtlarla, İsmet’in babası ve annesine yaktığı ağıtlarla insanlar ağlamaklı bir halde Küçük Camili Köyü’nün içine daldı. İsmet ağıtlarında babasını anlatırken yedi köyün ağası, annesini de dünya güzeli olarak bir anlatımla sunuyor, babasının yedi köyün ağası olup olmadığını soran köylüleri işine gelmediği için duymamazlıktan geliyordu. 

Dolmuştan iner inmez annesi kadar sevdiği teyzesi Yeto’nun evine gitti. Teyzesi yeğenini gözlerinin içi gülerek karşılayıp, öptü. Daha sonra kızlarına emirler yağdırıp, İsmet’e güzel bir sofra hazırlattı. İsmet yol boyunca çok acıkmış olacak ki, sofrada bulunan her şeyi silip süpürdü. Çok geçmeden kendisini evinde hisseden İsmet mutfağa girip, ev de ne kadar iş varsa bir çırpıda yapıp, her yanı tertemiz etti. Yarın da yufka ekmeği yapmak için teyzesine söz verip, akrabalarının bulunduğu komşu köy olan Büyük Camili’ye yayan yürüyerek, yolda koyu bir sohbetin eşliğinde teyzesiyle güle oynaya şakalaşarak geldiler. Büyük Camili’deki akrabalarını tek tek büyük bir vefa ile ziyaret edip, el etek öpüyor, bir yandan da akrabalarının ellerini ceplerine daldırmalarını bekleyip, kendisine bir harçlık vermelerini bekliyordu. Hiç oralı olmayan akrabalarına da böylesi bir yönelim içine girmeleri için kurnazca şöyle söylüyordu:
“Xalo (dayı), Selâhattin Dayım dedi ki, ben biraz önce dayını gördüm, senin geldiğini duyunca, görürsen İsmet’e söyle kendisine biraz harçlık hazırlamışım, gelsin onu kendisine vereceğim. Ee... ee Xalo ben de onun için geldim”. 

Allah ne verdiyse para veren altın bulsun diyen İsmet her geldiğinde bu köyde de bir kaç gününü akrabalarının yanında geçirir, daha sonra her iki köydeki akrabalarının tüm işlerini yaptıktan sonramüsaade isteyip, köyü Altıler’in yolunu tutardı. 

Altıler’li gençler de İsmet’e sürekli takılıp, kendilerine türkü söylemesini ister, onunla olmadık şakalar yaparlardı. Mizaç olarak şen şakrak bir insan olan İsmet’in pek derdi ve tasası yoktu. Tek kederi anne ve basının ölümlerinin içinde yaratmış olduğu burukluktu. Yaşantısı “kim kime dumduma– vur patlasın çal oynasın” türünden oldukça neşeli bir felsefenin getirisi ile geçer, daha çingene çalmaya başlamadan bizim kürt oynamaya başlardı. 

Altıler’li gençler hasat sonrası yapılan tüm düğünlere iştirak eder, tüm halaylarda ve misafir odalarında başa geçerek şeref misafirliğini başka köyün gençlerine kaptırmazdı. Yaşı ilerleyip ellisine dayanan İsmet, geçen zaman zarfında gençlerle ve kadınlarla çok iyi dost olup, bu iki grubun vazgeçilmez bir şahsiyeti olmuştu. Gençler o gün yine komşu köyleri olan Beşkardaş’a bir düğüne gitmek üzere hazırlık yapıyorlardı. Kambersiz düğün olmaz deyip, İsmet’i de yanlarına alarak, komşu köyün gençlerine bir oyun oynayıp onları mat etmek istiyorlardı. Yapılan uzun tartışmalardan sonra planlarını uygulamaya koyuldular. Altıler’li gençler komşu köyün gençlerine İsmet’i Ankara Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ nin dekanı olarak tanıtacaklar ve İsmet’i de şeref misafirleri olarak komşu köye düğün evine götüreceklerdi. Bunun için köyün gençlerinin en iyi takım elbisesi, kravatı, çorabı ve ayakkabısı bir araya getirilip, İsmet filinta gibi giydirildikten sonra, eline de küçük bir çanta verdiler. İsmet bu, sağı solu pek belli olmayacağı için yol boyunca nasıl bir rol oynaması gerektiği, kimseyle mümkün olduğunca konuşup diyaloğa girmemesi sıkı sıkı tembihlenip, arabayla yola koyuldular. Yol boyunca İsmet doğrusu önünde şapka çıkartılacak bir performans gösterip, rolünü çok başarılı bir şekilde sürdürdü. Göğsünü arabanın içinde öne çıkararak, kafasını olabildiğince yukarı kaldırıp, dudaklarını bükerek düğün evinin önüne gelindi. Araba durur durmaz gençlerden biri inip, Beşkardaş’lı gençlere ODTÜ ‘nün dekanının geldiğini telaşla haber verirken, bir diğeri de arabanın önünde oturan İsmet’in kapısını büyük bir saygı ile açıp, buyur etti. Haberi duyan Beşkardaş’lı düğün evindeki gençler, hemen el pençe koşup, İsmet’e doğru koşup, sıraya girip, üst başlarını düzelterek büyük bir hürmetle, eğilip ellerini uzatıp, İsmet’le tokalaşma şerefine nail olurlarken:
“Hocam hoş geldiniz, köyümüze şeref verdiniz. Şöyle buyurun lütfen. Bir emriniz var mı?” diyerek tokalaşmak üzere sırasını bir diğer arkadaşına bırakıyordu. İsmet büyük bir gururla edalı edalı yürüyüp, gösterilen koltuğa oturarak yerini aldığında, hala tokalaşmalar devam etse de, gelen gençlerin önünde ayağa kalkarak tüm mütevaziliğini gösteriyor, gençlerin kafalarını iyi bir kavun seçer gibi uzun parmaklı avuçlarının içine iyice alıp, onları tek tek koklayarak öpüyordu. Hiç fire vermeden rolünüsürdüren İsmet, gençlerin kafalarını avuçlasa da gençler bu garipliğe rağmen, bu efsunlu ortamda garipliği göremiyorlardı. Diğer yanda İsmet’le birlikte gelen Altıler’li gençler zaman zaman koruma görevini üstlenip, dekanın fazla rahatsız edilmemesini istiyorlardı. Dekan beye çaylar, kahveler, ayranlar ikram edildi. Fakat dekan beyde kafa sallamaktan başka tek çıt çıkmadı. Ne de olsa mütevaziliği, aydın kişiliği yüzünden okunup, neredeyse paçalarından sızacaktı. Düğün sahibi kestirmiş olduğu koyunlara, dekanın yüzü suyu hürmetine bir yenisini eklemiş, akşam yemeği için üst üste emirler yağdırıyordu. Aksilik bu ya yalancının mumu yatsıya varmadan, davul zurnanın başlaması ile “Kız kereçi hatun olmaz” (çingeneden hatun olmaz) diyen İsmet’ in kravatını boynundan sıyırıp, yere atarak halayın başına “dillii lii ve tıss tıs” sesleri eşliğinde girmesi bir oldu. Bunun üzerine Beşkardaş’lı gençler oynanan Ali Cengiz oyununun farkına vararak, Altıler’li gençleri tartaklamak üzere onların üzerine saldırıp, gururları ile oynamanın ne olduğunu gösterdiler. Düğün sahibi de Nasrettin Hoca misali ben eşekten zaten inecektim demesi gibi; 

“Ben zaten sizin için bu ikramda bulunacaktım” deyip, zararı sineye çekti. 

İsmet, Küçük Camili ve Büyük Camili Köylerindeki akrabalarını ziyaret etmeyi mümkün olduğu kadar, ihmal etmemeye çalışarak, yılda dört beş kez ziyarete geliyordu. Yine günlerden bir gün bilinen güzergahı takip edip, önce Küçük Camili’ye daha sonrada Büyük Camili’ye ayak basan İsmet, ikinci köydeki akrabalarının on kilometre uzaklıktaki komşu köy olan Kesikköprü köyünde bir yakınlarının yasına gitmek üzere bir traktörün römorkuna doluştuklarını görünce kendisinin de gelmek istediğini söyleyip, İsmet’siz düğün nasıl olmazsa, onsuz yas da olmaz deyip, römorka atladı. Büyük Camili akrabaları Kesikköprü Köyü’ndeki yakınlarının ölümünden dolayı oldukça üzgündüler. Hatta aralarında göz yaşlarını tutamayanlar bile vardı. İsmet manzaranın pek iç açıcı olmadığını görünce, römorka oturur oturmaz, bildiği tüm ağıtları peş peşe sıralayıp, rahmetli anasının güzelliğini, babasının yedi köyün ağası olduğunun altını yeniden çizerek, ağlamaklı olmayanları da bu koroya dahil edip, bu atmosferle KesikköprüKöyünün içine daldılar. Traktör yas evinin kapısında durduğunda, yas için gelenler, ölü sahipleri tarafından acılarının yakınları tarafından çok iyi paylaşıldığını ve onların bu kara günlerinde her zamanki gibi yanlarında olduklarını görüp, tam puan vereceklerdi. Fakat traktör durup herkes inmeye hazırlandığı bir sırada İsmet inecekmiş gibi ayağa kalkarak, birden bire kollarını kaldırıp, o zamanlar top onun ilk sıralarında yer alan “Ben sana yandım Zühtü” türküsünü olanca sesiyle bağıra bağıra söylemeye başlayınca, yas evi büyük bir şaşkınlıkla ne olduğunu anlamadan, gelen akrabalarına bakarken onların da kıkır kıkır güldüklerini görüp, yaşanan durumdan büsbütün kuşkulandılar. Tabii tüm bu olanları yas evine anlatmak çok zor olduysa da, ölü sahipleri pek kabullenmemiş olarak yan gözlerle Büyük Camili’li yakınlarına bakarken kendi aralarında fısıldaşıp, bunların nasıl insanlar olduğunun tartışmasını yapıyorlar, hala gülme krizleri geçmeyen Büyük Camili’ler de kızgın gözlerle oturduğu minderde eğilip, küçülmüş olan İsmet’e bakıyorlardı. 

İsmet’e yıllarca önce anasının, onlarca yıl gibi bir süre çeyizlerini hazırlayıp, beyaz atlı prensini beklediği, doğup büyüdüğü bu diyarlarda böylesi bir skandala yol açtığını söyleseler, yeniden ayağa kalkıp, “ben sana yandım Zühtü” türküsünü tekrarsöylemeyeceğinden emin olmadıklarından, susmayı tercih edip, gülmelerine hakim olmaya çalışıyorlardı. 

“İç Anadolu’daki Kumkent’ten öyküler” 

 

 

Aydın Yılmaz aydinhecibi@yahoo.com Amsterdam, 5 Haziran 2006 aydin1960@live.nl 

 

 
Toplam blog
: 102
: 447
Kayıt tarihi
: 17.12.10
 
 

Sevgili okuyucular; oluşturmaya çalıştığım bu blog vasıtası ile boş zamanlarımı değerlendirip, ço..