Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Şubat '08

 
Kategori
Sosyoloji
 

Çürüme

Çürüme
 

Bülent Ersoy İktidarın yüzüne hakikati söyledi


Savaş acıdır, acı olması nedeniyle de hiç sevilmez aslında, insanlar genellikle savaşmaya ve ölmeye o kadar da meraklı değillerdir-milliyetçilik ya da din tarafından gaza getirilmedikçe tabi-çünkü savaş ölüm demektir ve her canlı gibi insan da ölüme değil yaşama, hem de dünyaya kazık çakmak istercesine yaşamaya programlıdır. Ama yine de insan farklı bir canlı olarak, diğerlerinde hiç olmayan bir şeyi yaparak savaşır. Barışa dair düzülen güzellemelere, savaşın aldığı canlara yakılan ağıtlara rağmen, en çok ta savaşın asıl zararını çeken sivil halk tarafından desteklenir, istenir. Nitekim hâlihazırda İsrail’de olduğu gibi bizde de halkın büyük bölümünün bu “ölüm”ü müthiş yücelttiğini, savaşı ölmeyi öldürmeyi çok sevdiğini ortaya koyuyor. Hatta öyle ki genç askerlere “kınalı koç” , Irakta yürüyen savaşa da “düğün” diyenler yadırganmıyor.

Türk toplum u yıllardır yaşanan şiddet sarmalı nedeni ile artık “delirmiş” bir halde. Ölmekten, ölümü yüceltmekten kendine onur devşiriyor. Yaşamdan nefret edip ölüme güzellemeler düzüyor. Tamam, biriken hınç duygusu anlaşılabilir, çocukları ölen annelerin görüntüleri herkesi müthiş derece de yasa boğuyor. Ama bu üzüntü nedeni ile çocuklar ölmesin diyenlerden duyulan nefreti, barıştan söz eden herkesin hemen suçlanması ve hatta koğuşturmaya uğraması dahası toplumda giderek yükselen kürt düşmanlığı, toplumun delirme de İsrail ile yarışmaya başladığını gösteriyor.

Oysa savaşlar sevimsizdir çünkü saf ölümdür ve insanlar ölmekten, ölümden kaçar, onu bastırırlar, lakin tüm bunlara rağmen de savaş gibi ölüm de anlam dönüşümü yaşıyor. Ben merkezli bir tapını olarak savaşlar modern silahlar ile düşmanı uzaktan imha etmeyi amaçlıyorlar. Yaralanmadan yaralamayı, ölmeden öldürmeyi mümkün kılan bu savaşlar böylece savaşın ölümcül dehşetini gizlemekteler. Düşmanın gözlerinin içine bakarak onda ölümü gören cephe savaşları sona erdi çoktan. Şimdi savaşlar hava gücü, toplar vb aracılığı ile sergilenen bir “gösteri, bir “benzetim” adeta. Böylece ölüm de “başkasının ölümü” olarak “istatistikî” bir veri adeta, yüzler değil sayılar söz konusu, kişilerden değil rakamlardan söz ediyoruz Ölüm de modernliğin o ünlü soyutlamacılığı ile yüzden ve kişilikten yoksun yüzergezer bir ögeye dönüşüyor adeta.

Ölüme tapan milliyetçilik

İnsanlar ölümden kaçar dedik, evet barış şarkıları ile yapılan hayat dansları kadar, zafer çığlıkları da insan dünyasının bir parçası. Ölmek istenmez, uzak tutulmaya çalışılır ama eroin bağımlılığı gibi ölüme de bağlanılır. Bunu ulusçuluk adlı narsistik ideoloji sağlar, ulusçuluk vatan için ölmeyi yüceltirken bireylerin yaşamının geçici, ama bir bütün olarak ulusun yaşamının ise ölümsüz olduğunu fısıldayarak bir tür kabilesel, etnik bir “ebedi hayat” vaad eder.

“Ölümsüzlük, üyelerinin değil, grubun malıdır, ancak üyelerinin ölümlü yaşamlarını sürdürme biçiminin grubun yaşamını tehlikeye atmadan sürdürebilmesini sağlaması koşuluyla sigortalanabilecek bir mal”(1)

Milliyetçilik bu vaadi ile insanları vatan için ölmeye ikna edebiliyor. Şunu fısıldıyor kulaklara “İnsanların ölümlü vücutları elbet bir gün toprak olacaktır’, fakat ‘Ulusun vücudu sonsuza kadar kalacaktır”

Günümüz savaşları giderek bir kitle kıyımına dönüşmüş halde ve bunun da tek nedeni silahlar. Silahlar giderek daha sofistike ve yıkıcı hale geldikçe, o oranda daha fazla sayıda canı aramızdan alıyor. Oysa bu bir paradoks, çünkü post-modern dünyada ölüm giderek bir istisnaya doğru yol alır, insan ömrünün uzaması için biyolojik-tıbbi model etrafında yapılanılırken, hayat tümü ile bu modelin otoritesi ile akarken, ölümsüzlük için genetik seferberlik ilan edilirken, ölümün bu denli mutlaklaşması, savaşın yegâne iktidar modeline dönüşerek ontolojik bir nitelik kazanması bir çelişkinin varlığını duyumsatmakta. Bu modernliğin bir ironisi olmasından öte apaçık modernliğin paradoksudur da.

Ancak yaşadığımız yüzyılın paradoksları elbette bununla sınırlı değil.

Medya bu “ölüm şenliğini” gözden saklayarak ölüme tapınılmasını gösterir bir biçimde silahları, silahların imha kapasitesi hakkında bilgiler verip diğer yandan koçaklamalar yaptıkça toplumdaki delirme düzeyi de çoğalıyor.

Düşman bir yüzden, bir kimlikten çıkarılıp saf bir kötülüğe dönüştürülüyor. Ve genç ölümler de bu kötülüğü defetme adına ödenecek bir bedel haline geliyor.

“Soğuk soğuk yalan söyler devlet denen canavar” derdi Nietzsche bu sahne karşısında, bu kez yalanlar ekranlardan yayılıyor eski bir kötülüğün yayılması gibi. Devlet denen narsikos aynası, kendi ölümcül görüntüsüne âşık olmuş, ama kendi ateşinde boğulamadı henüz.

Nasrettin Hoca’nın o gülümseten ve keskin zekâsıyla “hatun ölürse küçük kıyamet, ben ölürsem büyük kıyamet” sözünü Heidegger, “kendi ölümümüz bir trajedidir başkasının ölümü ise bir istatistik” diye felsefe dili ile tekrarlar.

Savaş nedeniyle duygularımızın alabildiğine kabardığı bir esnada aklın tutkusu olan felsefeyi yardıma çağırmak fazlası ile lüks gelebilir. Ama savaş ve savaşın ürettiği çılgınlıklara dair de en doğru, en aklı başında saptamalar çoklukla felsefe ile hemhal olmuş kişilerden gelmiştir.

İmkânsız Arzu Ya Da İsrail’in Tutkusu

Modern devletler ve onların çılgın ideolojisi milliyetçiliğin çevresinde yarattığı dizginsiz şiddetin ardında bir arzu engellemesinin olduğunun düşünebiliriz. Sloven psikanalist düşünür Slovaj Zizek “milletinin keyfini çıkar” başlıklı makalede milliyetçiliğin huzursuz varoluşunun ve “öteki”ne duyduğu nefretin arkasında, onun millet olarak aldığımız kolektif imkânsız arzuyu tehdit etmesinin yattığını belirtir. Böylece “öteki tatmin olmamı engelleyen bir gerilim yaratarak, benim ulusal kollektiviteden yani kültürümden aldığım keyifi engeller. Bunu yaparak, tehdit altında bulunan kimliğimi “öteki”ni bir tür günah keçisi konumuna oturtarak yeniden dengelemeyi umarım. “Öteki”nin tehditkarlığı bana benzemeyişinden kaynaklanır, benim “sembolik sermayeme” “habitus”uma sahip değildir, ama diğer yönden de benim varlığımı tehdit etmektedir. Bu olgu tam da kimliğin açmazını ortaya koyar. Çünkü her kimlik varlığını bir “başkalığa”, benim kendimi bu başkalıktan farklı kılışıma, benzemezliğine borçludur. Ve kimlikler çoğu kez kendi istikrarlarını farklı olanı dışlayıcı biçimde “ötekileştirme” de bulur. Bunu da kötülük olgusu ile oluşturur. “öteki” bir anlamda başıma gelen felaketlerin sorumlusudur. Acı çekmemin nedeni odur. Milliyetçilik, bu paranoya halini, bu tehdit duygusunu sürekli canlı tutarak kendi otoritesini kurar.

Zygmunt Bauman’ın cemaat tanımın da belirttiği yüz yüzelik temelinde oluşan doğal cemaatin tersine, yapay cemaatlerin ya da Benedict Anderson’un artık klasikleşen kitabına atfen “hayali cemaatlerin” açmazı, birliğini sağlayabilmek için mensuplarının yeniden yeniden başvurulan onayına, meşruiyetine muhtaç olmasıdır. Bu onay da ancak dış tehdit mantığı ile ayakta tutulur. Her devlet bizim varlığımıza kastedme çabasındadır. Etrafının düşmanlarla çevrili olduğunu söylemek, tipik bir milliyetçi komploculuktur.

Komplolar ulusun bekâsını tehdit ettikleri için tehlikelidir. Bu nedenle milliyetçi ulus devlet her an pür dikkat içinde olmak, hem içerideki hem de dışarıdaki düşmanlara aman vermemek durumundadır. Düşman imgesi cemaatin birliğini diri tutar, onun dağılmasını önler.

Bu olgular pek çok ulus devlet için geçerlidir. Modern devlet sürekli varlıklarına dönük en büyük tehditin kendi içinde dışladıklarının (mesela İsrail’de Araplar bizde kürtler), devletsel olarak kendilerini imha etmek için sürekli tertip içinde olduklarını yaymakta vatandaşlarına.

Milliyetçilik hayali bir cemaat oluşturduğu için her daim müphemlikler ile boğuşmak ve her zaman dikkatini dışarıya yönelterek içeri de bir birlik sağlamak durumundadır. Milliyetçiliğin oluşturduğu hayali cemaat bu nedenle- huzursuz gergin ve saldırgan olmaya her daim yatkın bir cemaatir

“Böyle bir cemaat doğasındaki belirsizlikten dolayı sürekli endişe altında yaşıyor ve dolayısıyla da meşum ve sadece çok ince bir maske altındaki saldırganlık ve hoşgörüsüzlük eğilimi gösteriyor… Bu, yıldan yıla, günden güne saat saat inşa edilmesi gereken ve tek hayat kaynağı popüler duyguların sıvı yakıtı olan bir cemaatir. Nitekim de güvenlik konularında sürekli ip üstünde ve dolaysıyla da hırçın hoşgörüsüz, sinirli ve çevresinin kötü niyetleri ve düşmanlığı konusunda da paranoyak olarak yaşamaya mahkûm bir cemaattir”

Zizek “Şovalye aşkı ya da şey olarak kadın” adlı makalesinde Şovalye’nin Leydiye Kavuşamama halinin kendi arzusunun tatmin stratejisi olarak nasıl özellikle yoğunlaştırıldığını anlatır. Arzunun tatmine yönelik olarak kurduğu dolayım stratejisi arzuyu tatmin nesnesine daha da bağlar. Ancak Zizek Lacan’a dayanarak bu stratejinin sadece arzu nesnesinin değerini arttırarak tutkuyu daha yoğun kılmadan ibaret olmadığını, arzunun tatmin nesnesine ulaşmasındaki imkânsızlığını gizlemeye de yaradığını belirtir. Bir anlamda tatmin geciktikçe arzunun da şiddeti büyür ve çoğunlukla bu hedefin arasına giren her engel, aslında amacın tam da tatminin imkânsızlığını gizlemek olmasının yanında, tutkuya kelimenin gerçek anlamında bir şiddet kazandırır.

Gerçek “Entelektüel” Bülent Ersoy

Yaşadığımız milliyetçi şiddetin savaşkan tutkuların kaynağı da bu aslında yani engellenerek yoğunlaştırılan yıkıcı arzular.

İşte Bülent Ersoy’un tam da gündeme cuk oturan ve son derece insancıl olan sözlerinin bu denli yoğun bir öfke uyandırmasının nedeni de bu engellenmiş, bastırılmış ölümcül tutkular.

Söylediği şey çok basitti “eğer anne olsaydım çocuğumu askere yollamazdım” işte kıyamet bu söz üzerine koptu. Çünkü biz gerçeklere asla tahammül edemeyiz. Onun yalanlar söyleyip bir yandan birçok kişinin yaptığı gibi kendi çocuğunu esirgerken, zehir gibi soğukta hayatlarını ortaya koymak mecburiyetinde olan çocukların cesetleri üzerinden kahramanlık ajitasyonları çekmesi gerekirdi. Ama o buna başvurmak yerine doğruları söyleyerek ortada entelektüel hüviyetinde dolaşan bir sürü kişiden daha cesur bir biçimde İktidarın yüzüne hakikati söyleyebilme erdem ve cesaretini gösterdi. Gerçekten de siz anne olsanız ve elinizde olsa göz göre çocuğunuz ölsün diye savaşa yollar mıydınız? Hangi anne yavrusunu bilerek ve isteyerek ölüme yollar ki.

Popüler Kültür’ün çürümüş yüzüyken bir anda yüreği yanık annelerin sözcüsü olan Ersoy

İçinde yaşadığımız ölümcül çürümeyle bizleri yüzleştiren kişi oldu. Ünlü Arap düşünür Edward Said’in entelektüel tanımına uygun davranarak vicdanda doğan hakikati genelleşmiş yalanın yüzüne fırlattı. Umarım ölüme övgüler düzen sözde entelektüeller paranın kölesi olmuş olanlar bu kadından ders alırlar.

 
Toplam blog
: 44
: 809
Kayıt tarihi
: 06.06.07
 
 

Sosyoloji ile ilgili olarak Birikim, Üç Ekoloji, Birgün Gazatesinde çeşitli yazılarım çıktı. Ayrı..