Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Şubat '22

 
Kategori
Öykü
 

DALDAN DALA

DALDAN DALA

Bütün ömrümce mütevazı yaşadım. Küçücük şeylerden mutlu oldum. Hâlâ, ara sıra kendime mutlu olacağım küçük hediyeler alırım. Son model arabalarda gözüm olmadığı gibi, onlara ayıracak param da olmadı. Olsaydı alır mıydım? Hiç sanmıyorum. Nedense eskileri yaşatmayı çok seviyorum. 37 yaşında bir arabaya biniyorum. Onun kaputunu açıp motoruyla oynamak, tamir, bakım yapmak eskiyen parçalarını değiştirmek beni mutlu ediyor. Orasını burasını kurcalamadan, söküp takmadan edemiyorum. Eski model de olsa arabamı seviyorum. En çok da arabamla Ekim Kasım aylarında dağ bayır dolaşıp Ney kamışı aramak hoşuma gidiyor bu emeklilik günlerimde… Gerçi ben de yeni sayılmam, modelim ondan daha eski.

Ney yapmayı da çok seviyorum ama mutfak bankosunu tezgâh gibi kullanmamı eşim istemediği için genellikle onun evde olmadığı, annesine gittiği ya da kızımızı yüzmeye götürdüğü bir kaç saati fırsat bilip Ney yapmaya çalışıyorum. Bu durum, açık konuşmak gerekirse çok canımı sıkıyor. Kendi evimde ne sulu boya resim yapabiliyorum, ne seramik, ne de Ney. Bu yüzden, civar köylerden küçük sakin bir dükkân veya bahçeli bir ev kiralayıp, atölye haline getirip, sevdiğim işleri orada yapmayı düşünüyorum; Yorulduğumda uzanıp dinlenebileceğim bir çekyat da koyarım. Kitaplarımı da oraya taşırım… Her yer kitap oldu. Eşimin gözüne batmaya başladılar. Kötü bakmaya başladı kitaplarıma. Bir gece ben uyuduktan sonra sabaha kadar gizlice onları taşıyıp çöpe atabileceğinden endişe ediyorum. Bu yüzden de o uykuya dalmadan, uyumamaya çalışıyorum. Onlarsız asla yapamam. Defterlerimi de götürürüm. Arada belki şiir, öykü, anılarımı, gezdiklerimi, gördüklerimi yazarım. Bir şeyler yazmak beni rahatlatıyor, hem de çocuklarıma, torunlarıma ilginç gelecek bir el yazması kitap bırakmış olurum. Bu arada eski Türkçe yazmak da, okumak da hoşuma gidiyor. Not defterime İnternet şifreleri gibi kimsenin okumasını istemediğim şeyleri eski Türkçe yazıyorum. Defterlerimin birine baştan sona eski Türkçe yazıp, gelecekte çocuklarımın ve torunlarımın dikkatini eski Türkçeye çekmeyi düşünmüyorum desem yalan olur. Belki onlar da benim gibi, “Dedem acaba ne yazmış?” diye merak edip öğrenir Osmanlıcayı.

Dolma kalemleri de çok seviyorum. Benim yaşımdakiler hatırlayacaktır. Arkasından çevrildikçe, pistonun hareketi ile içine mürekkep alan eski bir dolma kalem kullanıyorum. Lisedeyken çok sevdiğim ama güçlükle sınıf geçtiğim edebiyat dersi öğretmenim sebep oldu dolma kalemleri sevmeme. Ayda bir gliserinli ılık su ile ona bakım yaparken, bütün dertlerimi, sorunlarımı bir nebze olsun unutuyorum...

Kitap okumayı da çok seviyorum. Bir odaya kapanıp hayatı başka yazarların kitaplarından öğrenerek yazdıklarını kurgulayan yazarların eserlerini hiç beğenmiyorum… Fakat hayatı dopdolu yaşayıp, kendi yaşadığı tecrübelerle, özgün fikir ve düşünceleriyle eserlerini meydana getiren yazarların kaleme aldıkları öyküleri, romanları ise zevkle okuyorum. Benim yukarıda daldan dala konduğum gibi lafı gereksiz uzatmıyor, sayfaları okuyanı bunaltacak şekilde doldurmuyor onlar. Bu konuda Alman düşünür Arthur Schopenhauer’ in söyledikleri düşündürücüdür. Bakın ne diyor Schopenhauer; “… iki tür yazar vardır: sırf ele aldığı konu için yazanlar ve sadece para için yazanlar. Birinci tür kendisine insanlarla paylaşılmaya değer görünen düşüncelere yahut tecrübelere sahiptir, ikinci türdekiler ise paraya ihtiyaç duyar ve dolayısıyla esasen para için yazarlar. Onlar yazmak için düşünürler ve düşüncelerini eğip bükerek uzattıkça uzatmalarıyla kendilerini ele verirler, keza yarı doğru yarı yanlış, tuhaf, sahte, zorlama ve kararsız olan düşüncelerini işleme tarzlarıyla da… Dolayısıyla sayfayı doldurmak için yazdıkları çok çabuk fark edilir.  Bu anlaşılır anlaşılmaz kitap derhal fırlatılıp atılmalıdır, çünkü zaman çok değerlidir. Doğrusunu söylemek gerekirse, yazar sayfayı doldurmak için yazmaya tevessül eder etmez okuru aldatmaya başlamış demektir.”

Bir şeyler yazmaya başlayınca önceden hazırlanmış bir planım olmadığı için, aklıma ne gelirse, içimden geldiği gibi yazıyorum. Tabi bu durum daldan dala konmaya benziyor. Fakat daldan dala kondukça yoruluyorum. Bu yüzden bana biraz sabır gösterirseniz, birkaç paragraf sonra artık kanatlarım kalkmaz oluyor ve o en son konduğum dalda tüneyip duruyorum. Birazdan hangi dalda duracağımı emin olun ben de bilmiyorum, şayet buraya kadar okuduysanız, bundan sonrasını ben de sizin gibi merak ediyorum.

Kitaplardan bahsedince bakın aklıma ne geldi? Bu yıl İzmir kitap fuarında Varlık yayınlarının standının önünden geçerken Edith Hamilton’ un Mitoloji kitabını gördüm. Çok iyi hatırlıyorum, bu kitabı İstanbul Karaköy vapur iskelesinin içindeki kitapçıdan 1970 li yıllarda almıştım. Ara sıra kitaplığımdan alır, kimi bölümlerini tekrardan okurum… İstanbul’ da yaşadığım 1979 yılı eylül ayına kadar, hem Karaköy, hem de Kadıköy vapur iskeleleri benim için çok önemliydi. Avrupa yakasına veya Anadolu yakasına geçmek istediğimde hep bu iki iskeleyi kullanırdım. Her iki yakada karşıya geçmek için birçok iskele olmasına ve Harem’le Sirkeci arasında bir de arabalı vapur seferleri olmasına karşın, benim Avrupa yakasında Karaköy iskelesini, Anadolu yakasında ise Kadıköy iskelesini tercih etmemim tek nedeni bu iskelelerin içinde kitapçıların olmasıydı. Liseye yeni başladığım zamanlarda, vapur iskelesindeyken sırf kitaplara daha çok bakıp, incelemek için çoğu kez iki üç vapur kalktıktan sonra dördüncü vapurla karşıya geçerdim…  Aziz Nesin’le ilk bu iskelelerde tanıştım, Orhan Veli’ yle de, Nazım Hikmet’le de…  Jack London’ u, Maksim Gorki’ yi hep bu iskelelerde tanıdım. Hüseyin Rahmi’ yi de, Reşat Nuri’ yi de ve daha sayamayacağım birçoklarını da… İskelenin tam ortasında, kitaplarını büyükçe bir tezgâhın üzerinde satan bu kitapçılardan bir kitap aldıktan sonra vapura binmek ve kitabın sayfalarını çevirmeye başlamak tarif edilemez bir mutluluktu benim için. Şimdilerde o kitapçılar hala var mı? Bilmiyorum.

Özellikle okulların tatil olduğu yaz aylarının gelmesini iple çekerdim ama dayım sokaklarda gezmemi, avarelik etmemi istemezdi. Kız kardeşlerinin çocuklarının içinde tek erkek yeğeni olduğum için, bana olan sevgisi daha başkaydı. Bu yüzden yaz aylarında benim yanında olmamı, dükkânında çalışmamı isterdi. Her çocuk gibi ben de dayımı çok severdim. Hiç okul okumamıştı ama ticarete çok iyi kafası çalışırdı. Bildiğim kadarıyla okuma yazmayı askerde öğrenmişti. En iyi bildiği işi yapıyordu; mal alıp satmak yani tüccarlık…

O yaz dayımın yanında çalışacağım için işe gidip gelirken en çok da bu iki iskeledeki kitapçıların tezgâhlarındaki kitaplarla haşır neşir olacağım için çok mutluydum. Sabah çok erken kalkıyor, Otobüse veya minibüse binip doğruca Kadıköy iskelesine gidiyor, kitaplarla oyalanıyor, beğendiğim olursa alıyordum. En çok da Cumartesi günlerini seviyordum; Çalışmamın karşılığı haftalığımı dayımdan aldığımda tüm paramı kitaplara yatırıyordum.

Dükkânda işe başladığımın ilk günü sabahtan akşama kadar dip temel temizlik yaptım. Dayımın yanında çalışanların temizlik gibi bir dertleri pek yoktu sanırım. Belki kanıksamış da olabilirler…  Her neyse, köpürte köpürte temizliğe başlayıp marleylerin camgöbeği yeşili ortaya çıktıkça ne kadar kirlenmiş bir yerde oturup çalıştıklarının ayırtına varıyorlardı demeyeceğim, çünkü bu ayırtına varmak deyiminden hiç hoşlanmıyorum, şimdi nerden geldi aklıma da yazdım bilmiyorum ama sinirimi bozdu. Bu yüzden yukarıda yazdığımı çıkarıyor ve yerine “farkında oluyorlardı” yı koyuyorum. Evet, şimdi kendimi daha iyi hissediyorum. Anlatmaya devam edebilirim.

Dayımın dükkânı Mahmut paşa yokuşundan Kapalı Çarşı’ya gelmeden akar çeşmelerden sola dönüp yokuşu dosdoğru çıktığınızda sağda kalan yeni bir hanın giriş dükkânıydı. Biraz ilerisinde şu an yayımda olmayan “Yeni Sabah” gazetesi vardı.  Dükkân, hanın tüm alanını kaplıyordu, Daha önce yaptığı döşemelik kumaş ve diğer işlerini tasfiye etmiş, ama satılmayıp kalan birkaç top kumaşı, camın hemen dibindeki ahşap bir kaidenin üzerine sıralamışlardı. Diğer her yerde değişik fabrikalardan alınmış, üst üste istiflenmiş iplik çuvalları vardı. Temizlik için bu top kumaşlarını başka bir yere taşıyıp, altlarında bulunan ahşap kaideyi kaldırdığımda, gazete kâğıtları kırpılarak yapılmış iki tane fare yuvası gördüm. Anne fareler, yuvalarındaki tüylenmemiş, bir serçe parmağının tek boğumu kadar büyüklükte ve kuşbaşı ete benzeyen, üçer, dörder tane yavrularını yuvada bırakarak hızla kaçıp gözden kayboldular. Bu fare yavrularını alıp bir kenara koyduktan sonra oraları da köpürterek temizledim. Camları sildim. Dayımın uzun zamandır silinmemiş, üzeri tozla kaplanmış masasını ve üzerindeki telefonu ve fihristleri bir güzel temizledim.

Her sabah silip temizliyordum masayı. Dükkânı ise haftada bir dip temel silip temizliyordum. Etrafı tertemiz görünce, dayımın mutluğu, sevinci yüzünden okunuyordu. Mal yüklü kamyon geldiğinde hamalların taşıdığı iplik çuvallarını semerlerinden alıp düzgünce renk ve cinslerine göre istifliyorduk. Satıldığında ise istiflediğimiz çuvalları, kamyona taşınmak üzere hamalların semerine yüklüyorduk. Günlerimiz böyle geçiyordu. Akşam işi paydos edince dükkânı kapatıp hiç vakit kaybetmeden Karaköy iskelesine gidiyor, geniş tezgâhların üzerine yatırılmış beni bekleyen kitaplara dokunuyor, dikkatimi çekenleri elime alıyor arka kapağını okuyup sayfalarında göz gezdiriyordum. Öyle zor geliyordu ki, onlara bakmayı bırakıp da vapura binmek…

Günler bu şekilde geçip giderken, sokağın hamalları gelip çuval taşımaya zam yaptıklarını, 2,5 liraya taşıdıkları çuval için 7,5 lira istediklerini söylediler. Dayımın morali çok bozuldu, kabul etmedi diğer yerlerdeki hamalların 5 liraya taşıdıklarını söylediyse de hamallar dinlemediler 7,5 lirada direttiler. Dayım da 5 lirada diretti. Çuvallar ortada kaldı, ne kaldıran ne indiren vardı. Enayi yerine koyulmak dayımın morali çok bozmuştu, o da herkesin ödediği parayı ödemek istiyordu. İşin en kötü tarafı başka hamalları işe çağırınca, birbirlerinin bölgesinden iş almıyorlardı. Neticede dayımın 7,5 lira vermekten başka çaresi yoktu. Kara kara düşünmeye başladı. Bir müddet geçtikten sonra dayım hamalları yine çağırdı konuşmak için, hamallar Nuh diyor, peygamber demiyorlardı. Bu durum beni de üzdüğü kadar aynı zamanda sinirlendirmişti. Hamalların yanında; “Dayı, sen bize ver çuval başına 5 lirayı, biz indirip bindirelim.” Dedim. Dayımın gözleri açılıp, yüzünü bir sevinç kaplamıştı. “Taşıyabilir misiniz” çocuklar dedi, dayımın yanında çalışan diğer arkadaş benden büyük olmasına rağmen pek ses çıkarmadı ama ben yine “Taşırız tabi, neden taşıyamayalım. Neyimiz eksik!” deyiverdim. Böylece çuvalları diğer arkadaşla beraber taşımaya başladık. Bizim hamallar gibi semerimiz olmadığından çuvalların içindeki iplik sarılı masuraların sivri yerleri sırtımızda bir yere denk geldiğinde orayı çuvalın ağırlığıyla ezip, orta boy bir düğme büyüklüğü kadar morartıyordu. Kolay olmuyordu, aksine çok zor oluyordu taşımak. Çuvalların en küçüğü 45-50 kg. en büyüğü 70 kg. çekiyordu. Haftalıklarımızla beraber, taşıdığımız çuvalların hamaliye bedellerini dayım cumartesi günleri ödüyordu. Hamalların evdeki hesapları çarşıya uymadığı için bu sefer onların morali çok bozuktu ve ağır çuvalları taşıyamayıp dayıma isyan etmemizi sabırsızlıkla bekledikleri yüzlerinden okunuyordu. Ama biz yılmadık, semersiz de olsa işi bırakmadık, sırtımızın her yeri morarıncaya kadar yaklaşık iki ay boyunca taşımaya devam ettik. Sonunda hamallar beyaz bayrak kaldırıp dayımın yanına geldiler ve “Bizi bu çocukların hali çok üzüyor, bu yüzden 5 lirayı kabul ediyoruz ağabey, eğer izin verirsen biz taşıyalım.”  Dediler. Ben hemen atılıp, “Gerek yok dayı, biz taşırız.” Diye ısrar ettiysem de dayım; “Siz de taşıyın, ama çocuklar da taşısın.” Hepiniz taşıyın.” Dedi. Dayım böyle söyleyince herkesin içinde bir şey diyemedim. Hamallar gidince; “Dayı, ne güzel biz taşıyorduk, neden onlara da ‘taşıyın’ dedin?” diye sorunca, “Yeğenim siz okula başlayınca kim taşıyacak benim çuvallarımı? Ben onlara da iş vermek zorundayım, onlar bana kışın lazım, yoksa gelip kimse taşımaz. Ama siz okul açılıncaya kadar onlarla beraber taşımaya devam edin.” Dedi.

Bir müddet sonra Ramazan ayı başladı. Herkes oruç tutuyordu. Ben tutmuyordum. Daha doğrusu tutamıyordum, bir gün tuttuğum orucu bir sürahi su ile bozmuş, iftarda hiç yemek yiyememiştim…  Gerçi dayım biliyordu tutmadığımı ama kimsenin yanında da bir şey yemiyordum canları çekmesin diye.

Bir gün dükkân, dayımın arkadaşlarıyla doldu, oturacak yer yoktu, ben de masanın karşısındaki duvarın yanında bulunan çuvalları tarttığımız büyük baskülün üzerine oturmuş, ateşli bir şekilde yaptıkları konuşmaları dinliyordum. Siyaset konuşuyorlardı. Üç beş kişi bir araya geldik mi, lafı evirir çevirir, çok usta bir şekilde siyaset rayına oturtur ve o rayın üzerinde aynı hızla devam etmez miyiz?  O gün de öyle oldu. Şu parti yapamadı, bu parti yapamadı, şu başbakan olsa daha iyi olur, bir de şunu denesek nasıl olur… Dayımın dükkânında hükümet kuruluyor, hükümet yıkılıyordu. Bir ara aşırı sağcı bir partinin denenmesi, iktidar olması gerektiğini konuşulmaya başlayınca,  birden lafa karışıp karşı çıktım. Şu an ne dediğimi hatırlamıyorum ama saygısızlık gibi anlaşılacak bir şeyler söylemediğimden eminim. Bir de, dalmışım, oruçlu olduklarını unutmuş, sakız çiğniyordum. Bunu gören dayım, “Sen ne bileceksin küçücük yaşınla, ne karışıyorsun böyle işlere, bir de ramazan ayında geçmiş karşımda sakız çiğniyorsun, defol git buradan!” dedi…

 Şok olmuştum, hiçbir şey söyleyemedim… Sokaklarda gezmeyeyim diye beni yanına çağıran dayım, aşırı sağcı bir siyasi parti ile ilgili olumsuz bir görüş beyan ettiğim ve Ramazanda oruç tutmayıp sakız çiğnediğim için, beni dükkânından kovmuştu.

Başım önümde çıktım dükkândan. Doğruca Sirkeci’ye, Eminönü’ ye gittim. Galata köprüsünden yürüyerek Karaköy’e geçtim. İskeleden Jeton aldım. Kitaplara bakacak halim yoktu, çok yorgun ve bitkin hissediyordum. 60-70 kg.lık çuvalları kaldırıp istif ettiğim anlarda bile böyle halsiz hissetmemiştim kendimi. Konuşmaya bile halim yoktu. Adeta omuzlarım çökmüştü. Doğruca vapura yöneldim, her zaman oturduğum üst kata dahi çıkmaya mecalim yoktu. Alt katta boş bir yere oturdum… Bir müddet sonra sıkıldım, bunaldım ve alt güverteye çıktım. İyotlu havayı ciğerlerime derin derin çektim…

Eve geldiğimde annem neden erken geldiğimi sorunca “Dayım kovdu beni.” Dedim. Annem başından kaynar sular dökülmüş gibi mosmor oldu yüzü. Elinden soğan doğradığı bıçak düştü ama hiç aldırış etmedi. Beş altı saniye gözlerimin içine, gözlerini hiç kırpmadan öylece baktı, gözlerimin içinde dalıp gitti. Neler gördü bilmiyorum. Başka hiçbir şey sormadı, “Kovduysa bir daha gitme.” Dedi. Başka da hiçbir şey söylemedi. Ve bu konuyu annemle bir daha hiç konuşmadık.

Bir hafta sonra dayım geldi, ben evin üst katındaydım. Annem, dayımın gelişine her zamanki gibi çok sevinmişti. Kırgın olduğum için alt kata inmedim ama konuşmalarına istemeden de olsa kulak misafiri oldum. Dayım, benim gelmediğimi söyleyip, neden gelmediğimi sorunca. Annem,

“Kovmuşsun onu o yüzden gelmiyor.” Dedi.

“Gelsin abla, sen yine yolla onu.”

“Sen kovulduğun yere gider misin?”

“Olsun, sen gönder abla.”

“Ben de gelmesini istemiyorum. Dayısının yanında çalışıp da kim adam olmuş? Otursun evde derslerini çalışıp tekrar etsin. Sırtının her yeri düğme düğme mosmor olmuş çuval taşımaktan. Çuval taşımak için daha çok küçük o, gelmesin, otursun dersleriyle ilgilensin. Ben oğlumu tanıyorum, içlidir, gururludur o, git desem de kovulduğu yere çalışmaya bir daha gitmez… Nasıl kovdun benim biricik oğlumu, hiç mi hatırım yoktu sende. Annemiz öldüğünde sen üç yaşındaydın, kim baktı sana? Kim yedirdi, kim içirdi,  kim giydirdi seni? Sana kim annelik yaptı?  ‘Benim annem sensin’ diyen sen değil miydin?”

**

O günden sonra ne ben bir daha dayımın dükkânında çalıştım. Ne de dayım beni çalışmam için tekrar çağırdı… Bu benim iş hayatımdaki ilk işten kovuluşumdu…

Hayatın zorluğunu sırtımda epey hissettikten sonra derslerime çok çalıştım. Arzu ettiğim üniversiteye girdim. Okuyup çok çabaladım. Gazete ilanlarına müracaat ederek bulduğum işlerde çalıştım. Kamu sektöründe hiç çalışmadım. Çalıştığım hiçbir işyerine torpille girmedim,  Kimse beni çalıştığım yerlerde terfi ettirmedi ama genç yaşta müdür olmayı başardım. Yanımda iyi çalışan, sıkı çalışan hiç kimseyi işten kovmadım. Hatta patronun, işten çıkart, kov bunları dediklerini dahi kovmadım. Yıllarca müdürlük yaptıktan sonra emekli oldum. Şu an dayımın öldüğü yaştayım…

Dayım elli dört yaşında kalp krizi geçirip hakkın rahmetine kavuştu. O öldüğünde ben başka bir şehirde, üniversitede okuyordum. Haber alamadım, bu yüzden cenazesine de katılamadım. Bana çok hakkı geçti. Sağlığında helal etmiş midir? Bilmiyorum. Ama benim en ufak bir hakkım geçmiş ise, helal olsun! Dayımın mekânı cennetin en güzel yeri olsun!

**

Dükkânı temizlerken bir kenara koyduğum fare yavrularını merak edenler mutlaka olmuştur. Daha çok küçük ve tüyleri olmadığı için üşümesinler diye dükkândaki diğer çalışanların ve hamalların tişört ve gömleklerinin ceplerine çaktırmadan birer ikişer koymuştum. Dayımın cebine koymuş muydum? İnanın hiç hatırlamıyorum.

 

Adnan Şişman

29 Nisan 2014, Salı, 16.30, İzmir

 
Toplam blog
: 177
: 9
Kayıt tarihi
: 21.08.15
 
 

1961 yılının sıcacık Temmuz ayının 12. Günü sabah serinliğinde, Üsküdar Zeynep Kamil doğum hastan..