Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

Hakan Karaduman (Akdenizli)

http://blog.milliyet.com.tr/akdenizli

15 Mart '07

 
Kategori
Blog
 

Dalya yüz!

Dalya yüz!
 

Evet, yüzüncü blog yazımdayım. Gelenektendir deyip yazmaya karar verdim. Ne mi hissediyorum, hiçbirşey...

Yeniler pek bilmezler, bizim Editörlerimiz eskiden çok sıkıydılar. Haklıydılar da çoğu kez. Düzene ve bir disipline girebilmek adına çok yararlı buluyorum. Fikirlerdeki ayrıntılar için söylemiyorum, yazım tekniği konusunda kendilerine müteşekkirim. Sağolsunlar var olsunlar.

"Dalya yüz" neden bende heyecan uyandırmadı derseniz, aslında daha önce bu sayıya ulaştığım için olsa gerek. Red edilen ve sildiğim yazılarımı da göz önüne alınınca daha önce bu sayıya ulaşmış olmam, sanıyorum heyecanımı yendi. Olsun, böylesi daha iyi.

Efendim, gelelim MB'a...

Öncelikle yeni katılan arkadaşlarımda belli bir düzey ve kalitenin varlığını görmekten ötürü mutluyum. Zaten Editörlerlerimizde sanıyorum onlara yardımcı olma adına ön planda tutmaya özen gösteriyorlar onları anladığım kadarıyla. Aramıza özellikle güzel sanatlar bölümlerinden çok güzel yazan insanlar katıldılar. Yazılarınızı takip etmeye çalışıyorum. Çoğu zaman okuduğum bir yazıya yorum yazamadığım oluyor.

MB genel olarak çıtasının yükseldiğini söyleyebilirim ama sayımız arttıkça niteliksiz denebilecek yazılarda dikkatimi çekmekte. Doğal karşılıyorum.

Burası mezun olunmayacak bir okuldur. Öncelikle MB'u ilk basamaklar gibi algılayan arkadaşlarımın yanılgı içinde olduklarını söyleyebilirim. Diyelimki, günün birinde bir arkadaşımız - ki bildiğim blog yazarı arkadaşlarım var- çok güzel kitaplar yazdı ve nobel aldı. Burada yazmaya devam edecektir. Önemli olan budur. Burası bizim evimiz, geçmişimiz ve geleceğimiz. Bazen kızdığımız anlar tabiki olucaktır. Hatta çekip gitmeyi istediğimiz anlar. Ama gitmek yerine düzeltmek, fikirler geliştirmek çok daha yapıcı olacaktır düşüncesindeyim.

Dün, çok hoşuma giden bir olay yaşadım. Çok değerli bir arkdaşımın yine çok güzel bir yazısına "soru" yazmıştım bikaç gün önce. Arada sayfasına bakayordum, soruma nasıl bir yanıt vermiş diye. Öyle çok hoşuma gittiki yanıtı, şöyle demiş, "sorunuzu iki gün boyunca düşündüm ve yanıtım..." İnanın öyle duygulandım ki.. İşte dedim, yaşamın anlamını sorgulayan bir insan. Üstelik bunu yaparken çevresindeki bireylere değer veren, saygı duyan, akıllı bir insan. Teşekkür ederim kendisine...

MB evimizdir. Evimize biz sahip çıkacağız. Evimizi temiz tutmaya özen gösterek bunu yapabiliriz.

Sayın editörlerimize bir küçük eleştirim olacak. Seçkilerini daha sık yenilemeliler. Bıkkınlık ve nefret oluşmaya başlıyor insanlarda. Bir yazımın orada olmasını doğrusu istemezdim, çünkü "ödüllendirmek diğerlerini cezalandırmak" anlamına da gelebilir. Bu benim fikrim, çünkü bir ödül peşindelik derseniz zaten burada bulunmak bir ödüldür. Üstelik benim yazılarım birşeye benzemez:)

Tüm renkleri aynı anda anlatmaya kalkarım, o yüzden. Küreği kalkıp anlatacaksam, sapından başlayıp, toprağa giren metal kısmına kadar anlatırken, topraktan neden bahsetmeyeyim de...Edebi eserlerde çoğu aynı kategorik hatalar içinde. Sıkıcı olmaktan öte gidemiyor çoğu kitap o yüzden. Adam yazmışda yazmış. Bekliyorsun, farklı olan ne? Onca zamanını yiyip bitiriyor. Zaman çok önemli. Bir eleştirmen yere göğe koyamamış adamı, şaşırıp kalıyorsunuz. Aynı Oscar ödülleri gibi. Kanlı elmas gibi bir film dururken saçma sapan polisiye bir filmi-sırf müziği güzel diye- ödüle boğmak gibi. "Babil'e ne oldu" demezler mi adama? Aynı düşünce tarzıyla ödülleri verenler, dünyayı yönetiyor.

Ben kategorize olamam, olmadımda. Yapım bu. Dünyayı tüm renkleriyle kavrayıp algılamayı seviyorum. Evlerine kapanmış yazanlara güvendiğim kadarıyla, yaşamı engebeli yollarda öğrenene da çok saygı duyar güvenirim.

MB yeni katılan arkadaşlarımın eski yazar arkadaşlarımın yazılarına zaman buldukça dönüp okumalarını öneririm. Bizi en çok yaralayan, daha ikinci blog'unda ortaya ahkam kesici, yaralayıcı yazılarla çıkanlar olmakta.

Yazımı çok sevdiğim dostum Levent'in bir yazısıyla noktalamak istiyorum. Dostum olmasından herzaman gurur duyduğum ve lise yıllarımızda da yazılarıyla bizi mest eden bir ozandı hala da öyledir. Kendisi şu sıralar yoğun iş temposunda. Sanıyorum yakında blog sayfalarımızda kendisini okuyacağız. Nam-ı değer "yeşil soğan"dan, bir akdeniz esintisi; o ancak bu kadar güzel anlatabilir...

sağlıcakla kalın.

"On beşli yaşlarımın anılarındadır o soru… Adalı diye bir balıkçıdan duymuştum. Önümde koca Akdeniz, Atlantik okyanusu gibi dururdu. Zaten ufka baktığında o yiğit mavilikten başka bir şey görmüyorsan, ha Pasifik, ha Akdeniz, ne fark eder ki.

Kekemeydi Adalı. Konuşmayı seven kekemelerden di. Rıhtımda eski sandıkları yakar, közlere patatesleri atar, kâğıda sarılı tuzlara bandırarak yerdi.

Közden çıkan patatesleri insanların söylemek istedikleri sözlere benzetirdim, ne kadar soğuduğunu sansanız da içlerinde bir alevi saklarlardı hep. Patates sadece şarabı içmenin hazzını arttırırdı ve alevli alevli anlatırken ama hep geçmişten gelen hikâyeleri anlatırken, ağızlardan tükürüklerle saçılır, anlatılan hikâyelerin heyecanını arttırırdı.

Akdeniz’in bütün kirli sakallı balıkçıları, Chars Bukowski’ nin bir gece önceden yarılanmış şaraplarını içerdi.

Hiç aşık olmazlardı. Askerlik çağlarındayken bir kızı kafalarına takar ve kaçırırlardı. Belki daha sonra âşık olurlardı. Hiçbir zaman yeteri kadar balık avlayamazlardı. O yüzden kaçırırlardı kızları ve aşık olabilecek kadar güven duymazlardı hayata…

Meltem, poyraz, gündoğu ve karayel… Akdeniz denilen meydanda bir türlü yenişemeden çarpışırlardı. Yenilen hep kirli sakallılardı.

Ben sübyeyi kalamardan daha çok severim. Eti biraz daha serttir ama daha lezzetlidir. Hele sabaha karşı, şarap mahmurluğuyla kazınan mideye ne de iyi gelir. Fırına gitmelisin önce, sıcak somun kokusunu içine çekip açlığını azdırmalısın. O an o koku, eteklerini sıvayarak çello çalan bir kadına benzer. Fırıncıyla sohbet etmelisin biraz, zaten sübyeleri gördüğünde fırına atacaktır.

İnsanın içindeki acı nasıl çıkar? İlk kez Adalıdan duydum bu soruyu. Münasebetsizce dolaştı yıllarımın içinde, ne zaman gülüşsem, hınzır bir kramp gibi beynime girdi. Ne zaman sevişsem hançer gibi kalbime…

Mayası hüzündür kiminin. Yapacak bir şey yoktur. Bozuktur, arızalıdır, yanıktır. Yıllarca koşar bir sorunun ardından. Elinde olsa birkaç ömrü harcar. İnsanın içindeki hüzün nasıl açığa çıkar… "

 
Toplam blog
: 470
: 551
Kayıt tarihi
: 28.08.06
 
 

Ateşten denizleri mumdan gemilerle geçmeye" benzer hayatımız. Mutlaka mavi gökyüzü görünecektir. Gid..