Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Mart '07

 
Kategori
Alternatif Tatil
 

Dalyan, İztuzu, caretta caretta

Dalyan, İztuzu, caretta caretta
 

Yolculuktan döneli iki gün oluyor ama bavulumu hâlâ boşaltmış değilim.

İçimdeki gitme tutkusu sürüyor mu acaba diyorum... Gitmek, niçin ve nereye kadar?...

Kalbin mantığa sığmayan apayrı bir mantığı vardır... Buna “ayrılık” denir...

Hiçbir şeyi kendisi kadar sevmeyen insan; her şeyi kendi için arar, ama en çok kendinden kaçar...

Kendini bulmak istemez...

Çünkü kendini iyice görebildiği zaman, istediği gibi olmadığını anlar...

Aynada daima daha iyi bir “yansıma” vardır.

İçinde müthiş bir zavallılık, hiçbir zaman dolduramayacağı uçurumlar, boşluklar bulur...

Eğer gitmeyi bir yerlere gidip gelmek olarak görürsek, hayatın şöyle dediğini duyabiliriz: “Bu iş epey çalışma gerektirecek…

Devam eder konuşmaya: “Buna eğitim dairesi denir. Efendinin halkası... Bu daire senin dünyan olacak, bütün hayatın olacak... Ben söyleyene kadar bunun dışında hiçbir şey olmayacak... Bunun dışında hiçbir şey yok... Ben var diyene kadar... Yeteneğin kendini ispat ettikçe, daha küçük bir daireye geçeceksin. Yeni bir daireye her geçişinde dünyan daralacak, amacına ve zaferine o kadar yaklaşacaksın...”

İşte o son cümleyi duyduğunuz an, siz de Zorro gibi, “Bu kısım hoşuma gitti” diyeceksiniz...

Ve en büyük günahın, yüreğinizin buyruklarını yerine getirmemek olduğunu fark edeceksiniz...

Gitmek, cesaret etmektir... Beklerseniz, gidemezsiniz. Ve gitmezseniz, burada kalırsınız. Burada kalarak ilerleyemeyiz...

Ben de öyle yaptım ve gittim... Hiç görmediğim yerlere, günlük hayatı canlandıran duygulara doğru...

Arkadaşım ve ben, bayram tatilinde Barcelona’ya gitmek yerine, bir Likya turuna çıktık... Bağımsızlığımızı ilan ederek.

İzmir’den çıkıp, yol boyunca bakmaya doyum olmaz yeşilliklere, kış güneşinin yumuşak ışığıyla parıldayan dağlara karışarak, tertemiz havayı içimize çekmeye başladık.

Köyceğiz sınırına girdiğimizde, “İşte karşımızda Akdeniz!” dedim... Yeşillikleri narenciye bahçeleri kaplamış, yol boyunca portakallar, sarısı güneşle parıldayan limon ağaçları ve kokulu limonlar.

Dayanamayıp, ikişer kilo portakal aldık. Kabuklarını soydukça, şehirde unuttuğumuz portakalın mis gibi kokusu yayıldı havaya. Daha kabukları soyarken, taptaze portakaldan fışkırdı suyu...

Uzun uzun yeşillikleri seyrederken, Dalyan yoluna sapıyoruz. Yol arasındaki ağaçlar bile portakallarla yüklü. Her bahçede o kadar portakal var ki, sanırım yoldakiler yazın olgunlaşıp düşüyor.

Dalyan, göl kenarındaki sazlıklardan bir ev sanki... Nereye giderseniz gidin, su sizi bırakmıyor. Sanki içinize doğru akıyor. Kışın loş güneşinde uyuyan teknelerin sesine pinekleyen kedilerin mırıltıları, yazın biraz öteden kayıkçıların sesi, mavi suların sesine karışıyor...

Meydandaki anne-yavru caretta caretta heykelini gördükten sonra, kıyı boyunca yürürseniz, bir yeşilliğin içine düşersiniz. Daha da ilerlerseniz, palmiye yetiştiren bir bahçeye rastlarsınız. Yol boyunca döne dolaşa devam eden suyun dibine kurulan banklara oturup suyun ve yeşilin tadını çıkarabilirsiniz.

Üstte Köyceğiz Gölü’nün suları, aşağıya doğru Akdeniz’e doğru usul usul akar. Kimi yerde dokuz metreyi bulur derinlik. Nehrin akıntısı, denizden gelen gelgitlerle günde iki kez değişiyor. Gelgitler ve rüzgârın etkisiyle, denizin tuzlu suları nehre karışıyor...

Uzun, dolambaçlı bir yol izleyerek Akdeniz’e ulaşan nehirde, direkler arasına gerilen ağlardan oluşan “dalyan”la balık avlanıyor. Kefal ve levreklerin, kayıklara eşlik etmeye devam edebilmesi için, suların temizliği şart. Bu da yöre halkına ve turistlere düşüyor.

Kıyı boyunca yürürken, karşı yakada, yamaçtaki kayalara oyulmuş Likya Anıtmezarları’nı görüyorsunuz. Gözleriniz takılıveriyor anında... Altı büyük anıt mezar var burada. En büyüğü yarım kalmış... Sağındaki küçük de öyle. Dört tanesi iki sütunlu, büyük ve yarım olan ise dört sütun üstüne oturtulmuş. Gerçekten hayret verici. İnsanın azmi, çalışması, inancı, önce anıtın yapılacağı kayaların düzleştirilmesi, üçgen üstü oluşturmak, sütunlardaki incelik, yukarıdan aşağıya ve dıştan içe doğru yapılan mimari, kısaca her şey...

Kaunos Antik Kenti ise biraz ileride. Kent surları, antik tiyatro, hamamdan arta kalanlar, çeşmeler ve tapınak, uzak bir zamanı sayıklıyor gibi. Eski ve güzel günleri...

Efsaneye göre, kentin kurucusu Kaunos, Miletos kralının oğludur. Bir de ikiz kız kardeşi vardır. Kaunos öylesine güzel, yiğit ve güçlüdür ki, ikiz kardeşi bile ona derin bir aşkla bağlıdır. Bu aşk Kaunos’u rahatsız etmeye başlar zamanla ve kız kardeşinin bu sevgisinden kaçan Kaunos, buraya gelerek Likya ile Kayra arasındaki bu kenti kurar.

Kaunos’un aşkıyla yanan kız kardeşi ise, tüm Anadolu’yu dolaşır, kardeşini bulamaz. Saf ve temiz aşkıyla yanarken, Kaunos’a bir türlü kavuşamayacağını düşünerek bir kayadan aşağı atlar. Periler de onu bir pınara dönüştürürler... Akan gözyaşlarından sular yol yol olurken, Kaunos’un önünden geçerek, sazlık bir bataklık oluşmuş...

Vakti zamanında Kaunos’un limanına gelen gemiler, tuz, balık, çam sakızı ve reçine yüklermiş. Kadın ve erkek köleleri tüm Akdeniz’de ünlüymüş.

Kölelerin ününü Miletos kralının oğlu’na bağlayabilir miyiz bilmiyorum ama, bir sınır kenti olan Kaunos, Kayra ve Likyalıların izini taşıyor. Likyalılara özenen, onlar gibi olmak isteyen halk, anıtmezarlarında da etki altında kalmış. İnanç konusunda ise, atalarının tanrılarını bırakmamışlar. Kaunoslu gençler, ülkelerine gelen yabancı tanrıları kovmak için silahlanmışlar. Havada kılıçlarını sallayarak tüm yabancı tanrıları topraklarından kovmuşlar. Tarihçi Herodot’dan bu yana da Kaunoslular için bu efsane anlatıla gelmiş...

Dalyan’dan İztuzu’na doğru giderken bir soru takılıyor kafama: “Acaba gitmek, yabancı bir Tanrıça mıdır?” diye...

 
Toplam blog
: 353
: 3712
Kayıt tarihi
: 28.02.07
 
 

"29 Temmuz 1980’de İstanbul’da doğdu. Celal Bayar Üniversitesi, İşletme mezunu. Şiir, deneme, öykü, ..