Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Ocak '12

 
Kategori
Güncel
 

Danıştay davasında Dink cinayeti şifreleri: Danıştay davası doğru okunsaydı Dink öldürülmeyecekti!

Danıştay davasında Dink cinayeti şifreleri: Danıştay davası doğru okunsaydı Dink öldürülmeyecekti!
 

Resim internetten alınmıştır.


Provokatif eylemler yapan bir örgütün geride bıraktığı suç delilleri, örgütün bulmanızı özellikle istediği delillerdir. Bu delillerle karar vermeye kalkıştığınızda örgütün amaçlarına hizmet etmiş olursunuz.

Bunun en bariz örneği Danıştay saldırısıdır. Sözüm ona laik cumhuriyeti islamcı iktidardan kurtarmak için  örgüt şeriatçı kisvesine bürünmüş ve yaptığı her eylemin arkasında imza atarcasına şeriatçı dökümanlar, simgeler ve sloganlar bırakmıştır...

Önce Cumhuriyet gazetesi hedef alınmıştır. Çünkü şeriat tartışmalarında türban simgesel olarak öne çıkmıştır. Cumhuriyet gazetesi de türbanlıyı domuza benzeten bir karikatür yayınlamıştır. Cumhuriyet gazetesine peş peşe bombalar atılmıştır. Görünen sebep bu karikatürdür.   

Daha sonra türbanlı bir anaokulu öğretmeni hakkında aleyhte karar veren Danıştay 2. Dairesi hedef alınmıştır. Yapılan silahlı saldırıda üyelerden Mustafa Yücel Özbilgin ölmüş, dört üye de yaralanmıştır. Sanık Alparslan Arslan'ın arabasında yapılan aramada arka koltukta, "İşte o üyeler" manşetiyle Danıştay 2. Dairesi hakimlerinin resimlerinin bulunduğu Vakit gazetesi bulunmuştur. Vakit gazetesi Şubat 2006 tarihlidir. Olay 17 Mayıs 2006'da meydana gelmiştir. Yani gazete özellikle saklanmış ve özellikle vitrine konulmuştur.

Diyebilirsiniz ki, katil yakalanmasaydı o gazete de bulunamamış olacaktı. Hayır! Şeriat kisvesine bürünmüş olan katilin özellikle yakalanması programlanmıştır. Çünkü o yakalanacak, kendisini tanıtacak ve cinayetin sebepleri hakkında birinci ağızdan senaryoyu oynamaya devam edecektir, ki kamuoyu iyice gaza gelsin.

Nitekim sanık Alparslan Arslan hep şeriatçı görüntüsü çizmiş, ilk ifadesinde, türbanlıları domuza benzettiği için Cumhuriyet gazetesine, türban konulu kararı için de Danıştay'a saldırdığını söylemiş, sanki önceden namazını kılıyormuş gibi duruşmalarda iki de bir namaz için izin istemiştir, Allahın kanunlarına uymak lazım, buna uymayanlara itaat etmemek lazım gibi radikal şeriatçı söylemlerde bulunmuştur. 

Dink cinayetinde de sanığın henüz yakalanmadığı bir zamanda dinlemeye takılan iki kişinin telefon konuşmalarında bir tanesi "Yakalanması gerekiyordu, neden kaçmış ki?" diye sormaktadır. Zaten kendisi de verdiği ifadede, Trabzon'da teslim olacağını, oradaki komutanlarla arasının iyi olduğunu söylemiştir.

Olay gerçekten tam bir senaryodur. Bu senaryoda esas trajik olan ise laikliği kurtarma adına laikçilere saldırılmasıdır. Yani sözüm ona kutsal dava uğruna yoldaşlar, rizaları ve haberleri olmadan, feda edilmektedirler.

Bu senaryoda şeriatçı rolü verilen katil ve yardımcılarının cinayet planını içkili bir mekanda yapmaları ise başka bir trajikomik hadisedir.

Tiyatro, kamuoyuna ve tabii ki son kararı verecek olan hakimlere karşı oynanmaktadır. Hakimler oyunu gerçekçi bulup onaylamaları halinde amaca ulaşılmış olacaktır. 

Maalesef Danıştay davasında akıl ve mantıkla izah edilemeyecek büyük hatalar yapılmıştır. Davaya bakan Özel Yetkili Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi'nin Başkanı, uzun yıllar DGM hakimliği yapmış ve kamuoyunda çok tartışmalı kararlara imza atmış olan Hakim Orhan Karadeniz'dir. 

Şimdi de Danıştay davasında yapılan hukuk ve hukuk usulü hatalarını sıralayalım;

1- Bizim ceza hukukumuzda soruşturma aşamasında savcı, yargılama aşamasında ise hakim bütün delilleri arayıp bulmak ve olayı şüpheye yer bırakmayacak şekilde ortaya çıkarmak zorundadır. Danıştay olayında olay gününün ve bir gün öncesinin kamera kayıtları gönderilmemiştir. Arızalı olduğu bildirilmiş ama mahkeme bu konunun üzerine gitmemiştir. Şimdi ise kayıtların silindiği ortaya çıktı. Bu kadar önemli bir delilin neden üzerine gidilmediğiyle ilgili Orhan Karadeniz'e soru yöneltildiğinde, "Katil suçüstü yakalanmıştı. Gerek görmedik. Mahkeme boş işlerle uğraşmaz" cevabını vermiştir. Oysa tam da dolu olan bir konuydu. Silinen kayıtlarda kimler vardı, ne yapmışlardı, bunlar çok önemliydi.

2- Cumhuriyet gazetesine bombayı atanlar, bu iş için Alparslan Arslan'la 30 bin lira üzerinden anlaştıklarını söylemişlerdir. Sadece bu paranın bile izi sürülseydi piyonların yada tetikçilerin arkalarına ulaşmak mümkün olacaktı. 

3- Dava devam ederken Vatansever Güçbirliği Hareketi Derneği'ne Gırdap adıyla bir operasyon yapılmıştır. Sanık Süleyman Esen'in vekili bu olayın da davayla ilgili olabileceğinden bahisle dosyanın istenmesini talep etmiştir. Sanık Alparslan Arslan ise bu talebe karşı çıkarak, "Bunlarla ilgisi yoktur. Allahın dinine, Peygamberine, müslümanlara yapılan alçakça hareketlerdir. Yakalanmasaydım Cumhurbaşkanı Sezer, bazı iş adamları, emekli Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur'u öldürecektim. Olayın Ayhan Parlak, Veli Küçük, Muzaffer Tekin'le hiç bir ilgisi yoktur" demiştir. Bu talep reddedilmiştir. Oysa sanık Alparslan Arslan'ın üzerinden bu derneğin kartviziti çıkmıştır. 

4- Danıştay saldırısından hemen sonra, yani laiklik hassasiyeti ile Türkiye'nin ayağa kalkmasından, Danıştay, Yargıtay, Sayıştay, YÖK üyelerinin ve vatandaşların toplu halde sloganlarla Anıtkabire yürümelerinden, ölen Danıştay üyesinin cenazesinde de bakanların saldırıya uğramalarından hemen sonra o zamanki Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül, olayın arkasında emekli Yuzbaşı Muzaffer Tekin'in olduğu açıklamasını yapmış, bilahare bu kişi intihara teşebbüs etmiş ve sonra da göz altına alınmıştı. Daha sonra ise olayla ilgisi olmadığından bahisle serbest bırakılmıştı. Oysa Alparslan Arslan'ın bu kişiyle ve bugün Ergenekon davasında tutuklu bulunan başka kişilerle çok sıkı ilişkileri olduğu ve defalarca telefon görüşmeleri yaptığı ortaya çıkmıştır. Mahkeme gerekli titizlikle araştırmalarını yapsaydı bu ilişkiler ortaya çıkacaktı. Adeta bir karartma uygulanmıştır.

5- Dava devam ederken Ümraniye'de ve Eskişehir'de bulunan bombalar ve silahlar sonrası Ergenekon adıyla bir soruşturma başlatılmıştır. Eskişehir'de bulunan bombaların Cumhuriyet gazetesine atılan bombalarla aynı olduğu ortaya çıkmıştır. Yine sanık Süleyman Esen'in vekili, Danıştay davasının Ergenekon'la ilişkili olacağından bahisle soruşturmanın genişletilmesi talebinde bulunmuştur. Ergenekon dosyası getirtilmiş, ilgisi yok diye bu talep reddedilmiştir. Oysa aynı tarihlerde İstanbul'da soruşturmayı yürüten Savcı Zekeriya Öz, Danıştay saldırısını Ergenekon sanıklarının yaptığını açıklamakta ve hazırlamakta olduğu iddianameye de bu olayı koymaktadır. Bu kapsamda bilahare Ankara'ya gelmiş ve Danıştay sanıklarının ifadelerini almıştır.

6- Yine dava devam ederken sanık Osman Yıldırım mahkemeye bir mektup yazar ve Ergenekon'u itiraf eder. Bu mektup da dikkate alınmaz.

7- Bu kadar gelişmeleri, delilleri yok sayan mahkeme, yaptığı olayların, işlediği cinayetin arkasında hep şeriat imzası bırakan ve duruşmalarda da şeriatçı rolü oynayan Alparslan Arslan'ın ifadeleri doğrultusunda alelacele kararını vermiştir. Bu, yangından mal kaçırır gibi olmuştur. Basit davalar bile yıllarca sürerken ve Ergenekon soruşturması da devam ederken, Anayasa'yı ortadan kaldırma gibi bir dava 1,5 senede karara bağlanmıştır!  Esas hukuk komedisi de bundan sonra başlamıştır;

a) Cinayet iddiasıyla açılan dava Anayasa'yı ilga kararıyla bitirilmiştir.

b) Kararda türban yasağı tepkisinden hareketle anayasal düzeni yıkmak amacıyla örgütlenmiş bir örgütten bahsedilmektedir.

c) Örgütün lideri Alparslan Arslan'dır. Yardımcıları ise diğer iki sanıktır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Alparslan Arslan dışındaki sanıklar işi para için yaptıklarını söylemişlerdir. Ücretle örgüt üyeliği olabilir mi? Liderinin cinayeti bizzat işlediği, yeri yurdu, bütçesi, silahları olmayan bir garip örgüt koca Türkiye Cumhuriyeti'nin anayasasını nasıl yıkacakmış?

d) Belki de bütün bu saçmalıkların hepsinden önemlisi, türban yasağına kızıp laik cumhuriyeti yıkarak yerine şeriat devletini getirecek bu üç kişiden oluşan şeriatçı örgüt üyelerinin dinle imanla da bir ilgileri yoktur. Biri  uyuşturucu bağımlısı, diğeri adı suçlarla içeri girip çıkmış kişilerdir. Zaten olayı da bir içkili mekanda planlamışlardır. Mahkeme, bunları değerlendirip hayatın olağan akışını da gözetmek zorunda değil midir?

8- Senaryo gereği oynadığı oyunun kabul görmesi üzerine karar sonrası mahkeme salonunu terk etmeden  Alparslan Arslan, "Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan Erdoğan ve tüm imanlı insanlardan şeriatı ilan etmelerini talep ediyorum. Genelkurmay'ı da uyarıyorum. Şeriatın önüne geçmeye çalışmasınlar. Yoksa oluk oluk kan dökülür." diyerek bir bakıma karara teşekkürlerini bildiriyor ve son mesajlarını veriyordu! 

Kılıçdaroğlu hukuk tiyatrosu arıyorsa önce Danıştay davasına bakmalıdır. Her konuşmasında Danıştay davasını örnek gösterip "Laik Cumhuriyet aşındırılıyor, adım adım şeriata gidiyoruz" diyen selefi Baykal da, Danıştay davasının Yargıtay'da bozulmasından hayal kırıklığına uğramış ve "Neden bozuldu ki? Olayın asli faili her şeyi itiraf etmişti." diye itirazlarını bildirmişti. Oysa esas mesleği avukat olan Baykal çok iyi bilmeliydi ki, sadece failin itirafıyla ceza davaları sonlandırılamaz. 

Konumuza tekrar dönecek olursak, karardan hemen sonra Hakim Orhan Karadeniz yaş haddinden emekliye ayrılmıştır. Kendisiyle röportaj yapan gazetecilere hâlâ, "Danıştay davasının Ergenekon'la bir ilişkisi yoktu, neden birleştirildi ki?" demektedir. Davadaki çelişkilerle ilgili sorulan sorulara ise verdiği tek kelimelik bir yanıt vardır: Hatırlamıyorum! 

Dink davasına geçecek olursak bu davada da Danıştay davası gibi benzer bir süreç yaşandığı ve sonunda da yine kamuoyunu tatmin etmeyen bir karar verildiği görülmektedir.

Kamuoyundan gelen tepkiler üzerine Dink  davasının Özel Yetkili İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı'nın, "Karar beni de tatmin etmedi. Cinayetin arkasında örgüt var ama yeterli delil bulamadık" sözleri olağan dışılığı göstermektedir.

Dosya onların ellerinde olduğu için davayla ilgili esas bilgilere de onlar sahiptirler. Karar verilinceye kadar herkes masumdur gibi, "Şüpheden sanık istifade eder" şeklinde başka bir evrensel Ceza Usul hukuku kuralı da vardır. Mahkeme Başkanı bu kurala gönderme yapmış. Olayda kuvvetli şüpheler bulunabilir ama, kesin delillerle yüzde yüz ispat edemediğinizde aleyhte karar veremezsiniz. Bu nedenle karar hakkında kuşkularımız olsa da bizler için uzaktan karar vermek hariçten gazel okumakla eş anlamlıydı.  

Ama Dink davasında dosya hakkında en az hakimler kadar bilgi sahibi olan, davanın soruşturmasını yapıp iddianamesini hazırlayan ve duruşmalarda da bulunan Savcı çıkıp da Mahkeme Başkanı'nın sözlerine karşı, "Örgüt de var, delil de var" açıklamasını yapınca kuşkularımızda haklı olabileceğimiz sonucu çıkmıştır. 

Dink cinayetinin Danıştay davasındaki şifrelerine geçmeden önce Dink davasındaki hukuk hatalarına ve kuşkulu yargılama sürecine değinmek istiyorum;

1- Danıştay davasında 3 kişiyle örgüt kararı verilmişken Dink davasında çok sayıda kişilerin bağlantıları, telefon konuşmaları olmasına rağmen, "örgüt yok" kararı verilmiştir. İnsanın aklına, hukuk dışı sebeplerle Danıştay davasında örgüt olmalıydı, Dink davasında olmamalıydı mı acaba sorusu geliyor.

2- Danıştay davasında Alparslan Arslan dışındaki sanıklar Ergenekon örgütüne işaret etmişlerdi, Dink davasında da Yasin Hayal, "Beni devlet kullandı" açıklamasına ve Erhan Tüncel'in avukatı da yine Ergenekon'a işaret etmesine rağmen her iki davada da Ergenekon örgütü kabul edilmemiştir.

3- Dink davasında örgüt yok diyen Mahkeme, Mc Donalds saldırısı sebebiyle sanık Erhan Tüncel'i örgüt üyesi yapabilmiştir! Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu!

4- Savcı, örgütlü suç diyerek iddianamesini hazırlamıştı. CMK 250. maddede özel yetkili mahkemelerin görevleri belli iken ve bu konuda da Yargıtay içtihadı varken, Mahkeme, örgütü  bulamadığında neden Yargıtay içtihadı doğrultusunda görevsizlik kararı vermemiş ve davayı karara bağlamıştır?

5- Danıştay davası, bazı gerçeklerin ortaya çıkmasından kaçarcasına yada gereği yapılsın diye (Karar sıcağı sıcağına hemen Ak Parti kapatma davasının delilleri arasına girmiştir.) alelacele karara bağlanmışken Dink davasında duruşmalar arası uzun aralar verilerek zamana yayılma tercih edilmiştir. Acaba bilinçli olarak Dink cinayeti sonrası oluşan tepkinin unutulması mı amaçlanmıştır? Başlangıçta zaman hoyratça harcanmış, örgütsüz suçlarda 5 yıllık tutuklama süresi geçirilmesin diye de sonunda peş peşe duruşmalar yapılarak sürenin dolmasına bir hafta kala karar verilmiştir. Yasin Hayal ve Ogün Samast'la vicdanlar tatmin edilmeye mi çalışılmıştır? Bu arada aceleylen bir sanık hakkında da karar vermek unutulmuştur.

6- "Örgüt var ama bulamadık" sözü bir hakimin söyleyeceği söz değildir. Hakimin görevi olayı aydınlatmaktır. Aydınlatana kadar da aramaktır. Buna rağmen bulamadığında ise "yok" demelidir. Bu sözler, yoksa bunca delil arasında "örgüt yok" kararının ezikliğini giderme çabası mıdır?

Bütün bu soru işaretlerini eminim temyiz aşamasında Yargıtay hakimleri de kendi vicdanlarına soracaklar ve  kararı bozacaklardır. Dink davasının da Danıştay davası gibi Ergenekon'la birleştirilmesi sürpriz olmayacaktır.

Dink davası yargılama yönünden Danıştay davasının kaderini paylaşırken, aslında dikkatlice incelendiğinde Dink cinayetinin şifrelerinin de o davanın içinde olduğu görülecektir.

Her şey Ak Parti'nin 2002 seçimlerinde tek başına iktidara gelmesiyle başladı. Askeri kanatta darbe hazırlıkları yapılırken, sivil kanatta da darbeyi haklı gösterecek provokatif eylem hazırlıkları yapılmaya başlandı. Burada psikolojik yönlendirme hayati önemdeydi. 

Ak Parti'nin takiye yaptığı, gerçek gündeminin şeriat olduğu, tek taraflı haber bombardımanı için uydurulan "Yandaş Medya" tabiri hep bu amaca matuftu. Ve durmadan komplo teorileri üretiliyordu. Bir taraftan Ak Parti'nin şeriatı getireceği iddia edilirken, bu iddiayla çelişeceği düşünülmeden diğer taraftan da Ak Parti iktidarını İsrail ve Amerika'nın getirdiği söyleniyordu.

İşte üretilen bu komplo teorilerinden biri vardı ki, o, gelecekte infial yaratacak Danıştay saldırısı, Dink cinayeti, Malatya Zirve Yayınevi vahşetinin de temel taşları olacaktı...

Bu komplo teorisine göre 12 Eylül'ün "Yeşil Kuşak Projesi" solcuları yok etmiş, Türk-İslam sentezini getirmiş, bu da güçlenerek bugünkü Ak Parti iktidarını doğurmuştu. Tarihi gerçeklerle ve seçim sonuçlarıyla bağdaşmayan bu komplo teorisine, başta Ece Temelkuran olmak üzere birçok sol yazar ve ulusalcı yazar inanmışlar ve bu yönde yazılar yazmaya başlamışlardı.

Süreçte yaşanan başka bir çelişkili gelişme de, Taraf yazarı Emre Uslu'nun dünkü yazısında ifade ettiği 2004-2005 yıllarında yaşanan misyonerlik tartışmasıdır. Bir taraftan islamcılar iktidarı ele geçirip şeriatı getirecekken nasıl oluyordu da misyonerler de her apartmanda bir kilise kurarak hıristiyanlığı getireceklerdi?

Çelişki gibi gözükse de mantık şu olmalıydı: Mutaassıp olan Türk toplumuna misyonerler işi azıttı deyip ajite edeceksin, sonra da islam kisvesine bürünmüş kendi provakatörlerine toplumda öne çıkmış hıristiyanları öldürteceksin ve olayı islamcilara fatura edeceksin. Bu, dışa dönük bir provokasyondu.

Bir taraftan da aynı provakatörleri laiklik hassasiyeti olan kişilere yada kurumlara saldırtacaksın ve bu konuda hassas olan kişi ve kurumları ayaklandıracaksın. Bu da daha çok içe dönük bir provokasyondu. Sonu darbeye kadar gidebilecek esas hareket noktası buydu.

2006 yılında bu manevi iklimin sağlandığı kanaati oluşmuştur. Yani harekete geçme zamanıdır. Kaldı ki bekleyecek zaman da kalmamıştır. Çünkü 2007'nin Mayıs ayında Anayasa'ya göre olağanüstü yetkileri bulunan vesayet rejiminin can damarı olan cumhurbaşkanlığı seçimi yapılacaktır. Ak Parti'nin oyları tek başına seçmeye yeterlidir. 2007 sonunda da genel seçimler yapılacaktır.

Cumhuriyet gazetesine peş peşe bombalar atılarak işe başlanmıştır. Sonrasında ise 17 Mayıs 2006'da Danıştay saldırısı gerçekleştirilmiştir.

Dönemin Cumhurbaşkanı Sezer, Anayasa Mahkemesi Başkanlığı'ndan gelen tecrübeli bir hukukçu olmasına rağmen, elinde hiçbir delil ve belge olmadan, "Bu saldırı sade Danıştaya değil, laik devlete de saldırıdır." açıklamasını yapmıştır.

Bir gazetede ise bütün bu süreci özetleyen ilginç bir manşet atılmıştır: Türk-İslam sentezi yargıya saldırdı!

Kronolojik olarak gidersek, 19 Ocak 2007'de Dink cinayeti, 18 Nisan 2007'de de Malatya Zirve Yayınevi vahşeti gerçekleştirilmiştir.

Son iki olayın şifreleri Danıştay davasında bulunmaktadır. Danıştay davasıyla ilgili başlangıçta detaylı bilgiler vermiştim. Şeriatçı rolüne soyunan sanık Alparslan Arslan islami söylemler yanında sonraki olayların habercisi olan şeyler de söylemişti. Bakın neler demişti:

- "Ülkede adı Mehmet, Ahmet, Ali olan Rumlar ve Ermeniler varmış, laiklik adına bu ülkeye zarar veriyorlar."  Yine Arslan ifadesinde, otomobille bir alış veriş merkezinin önünden geçerken burasını havaya uçurmayı düşündüğünü, yanındaki Salih Hoca'nın da kendisini onayladığını söylemiş. Güya o alış veriş merkezinin sahibi sabeyatistmiş!

Alparslan Arslan, bu açıklamaları Ağustos 2006'da yapmıştı, yani Dink cinayetinden yaklaşık 6 ay önce. Davayla ilgisi olmayan bu sözleri söyleyerek adeta olayları deşifre etmiş, daha da açıkcası Dink cinayetini aylar öncesinden haber vermişti. 

Bu ifadelerden sonra Arslan'ın babası mahkeme çıkışı basın mensuplarına oğlunun ifadelerini teyit eden, hatta daha da ileri götüren açıklamalarda bulunmuş ve "Türkiye'de Türk, İslam, Bayrak, Kuran düşmanları olan birçok Ermeni ve Rum olduğunu, laiklik adı altında bu ülkenin değerlerine düşmanlık ettiklerini, bu milletin değerlerine hakaret edenlere bu milletin dersini vereceğini, herkesin yiğit olması gerektiğini" söylemişti.

Baba İdris Şahin Milli Eğitim Müfettişi'dir.

Görüldüğü gibi Dink cinayetinin ve Zirve Yayinevi vahşetinin şifreleri Danıştay davasındaydı. Danıştay davası sanık Alparslan Arslan'ın ifadeleri doğrultusunda değil de, gerçekçi bir soruşturma yapılarak yürütülseydi şifreler daha başından çözülecek ve sonraki cinayetler engellenmiş olacaktı.

Nitekim 12 Hazıran 2007'de Ümraniye'de bir gecekondunun çatısında bulunan bombalarla olaya el koyan cesur yürekli Savcı Zekeriya Öz şifreleri çözmüş ve oynanan oyunu bozmuştur. Bu tarihten sonra olaylar bıçak gibi kesilmiştir.

Savcı Zekeriya Öz olmasaydı Ümraniye'de, bilahare Eskişehir'de, daha sonrasında ise yer altlarında bulunan silah ve muhimmatlarla kimbilir ne korkunç cinayetler işlenecek, nice Dinkler öldürülecekti!

Aslında 1970'li yıllarda da, sonu darbeyle biten böyle bir filmi seyretmiştik. Son filimde başrol görevi "Türk-İslam" sentezine verilmişti. İktidarın uyanıklığı ve dik duruşu, Savcı Zekeriya Öz'ün de cesaretiyle filim tutmadı...

Çünkü rol yapmacıktı. Aktörlerin Türklüğünü bilemiyoruz ama, islamcılığı çok yapmacık kaçmıştı!

Yeri gelmişken ve adı geçmişken: "Teşekkürler Zekeriya Öz"

Kılıçdaroğlu bir taraftan Zekeriya Öz'ün soruşturmalarını yaptığı, iddianamelerini hazırladığı ve dolayısıyla cinayetleri durdurduğu davaların görüldüğü Silivri Mahkemelerine saldırmaya devam ederken, onları tiyatroya benzetirken diğer taraftan da  Dink cinayetine timsah gözyaşı dökmesi çelişkilerin en büyüğüdür.

 
Toplam blog
: 337
: 4184
Kayıt tarihi
: 03.08.07
 
 

Hukukçuyum... Hukukun üstünlüğünün ve hukukçunun saygınlığının ülkemde gelişmesini ve kalıcı olma..