Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Ocak '13

 
Kategori
Felsefe
 

Decarte samimi bir Filozof muydu?

Decarte samimi bir Filozof muydu?
 

Decartes, Tanrı'nın Varlığını Kanıtlaması, Ne Kadar Samimi ya da Cesurdu?

Decarte, meşhur bal mumu örneğini vererek düşünceyi, zihnin farkındalığını, aklı masaya yatırmakta. Bal mumunun ısıyı görmesiyle değişime uğramasının ama sonuçta değişime uğrasada aynı bal mumu olduğunu vurgulayarak çıkarımlarda bulunur. Bence bunu yaparken aynaya baksa daha iyi ederdi. Çocukluk, gençlik orta yaşlılıkta zamanın ısı gibi bizi nasılda fiziksel, ruhsal olarak değiştirdiğini söylese daha iyi ederdi.

Bal mumcu Decarte, şunu sorgular: Bu değişimden sonra karşımızda olan balmumu aynı balmumu mudur?

Balmumunun ateşle tanışmadan önceki özellikleri ve ateş sonrası özelliklerinin aynı olmamasını duyular sayesinde biliriz. Bununla beraber duyular bize balmumunun aynı bal mumu olduğunu belirten etmen olamaz.

Descartes bu soruya cevabı zihinle verir; iki balmumu imgesinin aynı balmumuna ait olduğunu söylememizi sağlayan şey duyularla ilgili olması mümkün değildir; zira duyular iki farklı imge meydana getirmiştir. Birinci durumdaki balmumundan geriye kalan salt esnek ve değişebilir olan bir şeydir. Bu nedenle ikinci durumdaki balmumu parçasının aynı balmumu parçası olduğunu söyleten şey imgelem olamaz; o halde bu zihindir.

Descartes’in bu örnekle anlatmaya çalıştığı açık ve seçik olarak duyularımızla doğru olarak kabul ettiğimiz bir bilginin salt doğru olarak kabul edilse de o bilginin zihinle değerlendirilebileceğini işaret eder. O çeşitli yeni şartlarda yeniden ele alınarak irdelenmesi gerektiğini amaçlar. Zira bu sayede bir bilgiyi doğru ve değişme olarak kabul etmeden önce o bilginin diğer şart ve durumlarda da geçerli olup olmadığını göz önünde bulundurmamız gerektiğini anlamalıyız. Descartes’in burada şüpheciliği amaçladığını ve açık seçik bilgilere şüpheci zihinle ulaşılabileceğini hedeflediğini düşünmekteyim.

Balmumundaki değişimi ve balmumunun yeni halinin hala ateşten önceki bal mumu olmadığını duyularla değil zihinle imgelem yapıldığını görerek İkinci meditasyon ve 16. önermede zihnin duyuların yerine geçtiğini anlatmayı amaçlar. Duyular bilgilerin açıklığının anlaşılmasına katkı sağlasa da seçikliğin zihinsel çıkarım ve imgelemle kendisi ve zihnini bilmesine yol açması nedeniyle balmumu örneği önemlidir. O kendi farkındalığına ve var oluşuna kanıtına temel olarak zihni işaret etmektedir.

Tanrının Varlığını İspata Kalkması ve Samimiyeti

Üçüncü meditasyon da Decrates Tanrının varlığını kanıtladıktan sonra kendi argümanına yöneltilebilecek üç olası eleştiriyi değerlendirir ve cevaplar.

“Düşünüyorum o hâlde varım” önermesini bulan Descartes, üçüncü Meditasyon’da da Tanrı üzerinde düşünür; zihni üzerindeki incelemesi onu tanrı üzerinde düşünmeye sevk eder. Descartes insan zihninde üç tür idea olduğunu savunduğunu görüyoruz.

1- Doğuştan gelen ideler (ideae innatae),

2- Zihnin kendi ürettiği ideler (ideae factitiae)

3- Dışarıdan gelen ideler (ideae adventitiae).

Dışarıdan gelen ideler duyu verilerine dayanır. Zihnin kendi ürettiği idelerde ise imgelem devrededir, bunlar gerçek ve saf olmayan idelerdir. Doğuştan gelen ideler ise kesin ve apaçıktır, bunların nesnel olgusallığı vardır. (Üçüncü Meditasyon 7. önerme) İmdi Descartes nesnel olgusallığı dış dünya da değil; insan zihninde görür. Bu noktada tanrı idesinin ve tanrıya ilişkin idelerin nasıl bir şey olduğunu dert edinir; nitekim sonsuz, mükemmel ve sınırsız ideleri duyumlama yoluyla elde edilmiş olamaz; dış dünya da bu idelerin herhangi bir nesnesi yoktur. Bunları zihin de üretmiş olamaz; nitekim sonlu bir tözden bu idelerin çıkması mümkün değildir; eğer bu mümkün olsaydı ben’in tanrı olması gerekirdi. İmdi geriye tek bir seçenek kalır: tanrı idesi ve tanrıya ilişkin ideler doğuştan gelir ki bu da tanrının zorunlu olarak var olduğu sonucuna götürür. (Üçüncü Meditasyon 22. önerme) Nitekim tanrı ben’e bir imza atmıştır; duyulur şeylerin ideleri kendilerini dışsal yoldan bilmeye sunarken, tanrı idesi ve tanrıya ilişkin ideler kendilerini başka bir biçimde bilmeye sunar (Üçüncü Meditasyon 37. önerme).

Üçüncü meditasyonda iki problemle karşılaşıyoruz.

1-Kavramlar ve prensipler bazıları ilginç ve önemli olsa da açık, anlaşılır değil ve eskidir.

2- Descartes’ın bu metafiziksel varsayımları ileri sürebiliyor olması (onun kullandığı ifadesiyle) “açık” değildir.

Descartes’ın, kesin olanın dışında, her şeyden şüphe duyuyor olması gerekmiyor mu? Duymadığı ve bazı Hıristiyanlık ve vahye bakışı konusunda samimi olmadığını aşağıdaki açıklamalarımla izah etmek isterim.

Descartes şüpheci bir yaklaşımla bilimsel açıklıkların ve zihinsel seçikliklerin imgelemesinde tanrının araya girip kendisini yanıltması olabileceği şeklinde bir sorgulama getirdiğinde de tanrının ahlaki ilkelilik bazında kötü olamayacağı ve iyi olabileceği bu yüzden tanrı olduğunu ifade eder.

Descartes, tanrının insanı yanıltabileceğinden şüphe etmişti. Bu korkusu her şeyden şüphe ettiği zaman ortaya çıktı. Eleştirilerin temelinde bu korku ve şüphelerin olduğu inancındayım.

Mükemmel bir tanrının var olduğunu ileri sürüp temellendirdikten sonra, filozof, bu mükemmel varlığın yanıltıcı olamayacağını ileri sürer; çünkü yanıltıcı olsa mükemmel olmaz. Öyleyse, dış dünya vardır ve hakkında sağlam bilgiler elde edebilirim. Böylece, filozof, felsefesinin öteki araştırma alanlarına geçer.

Gelelim sadede ve Decartes'in samimiyetine, lütfen aşağıdaki yazıyı dikkatle okuyunuz....

Descartes tanrının varlığını ortaya koyan düşüncelerinde ve bu düşüncelerinin çıkarımlarında haklı olsada kendisinin vurgu yaptığı ahlaki ilkelilik kapsamında davranmadığını rahatça söyleyebiliriz. Zira kilisenin ağır tepkisini üzerine çekmemek için gittikçe yoğunlaşan Katolik ve Protestan din anlayışı polemiklerinde suya sabuna dokunmayan ve Hıristiyanlığın temel prensiplerinden olan Meryem’in bir Tanrı doğuran (İsa) tanrı kadın (Katolik inanışına göre) olmasını ve bir insan olan Hanne’den dünya gelişine, tanrının (İsa’nın) kendisini haçın üzerinde kullarının günahlarına feda edişine, neden başkasının günahı için Tanrı kendi evladını (isa’yı) çarpıhta cezalandırması konusunu ve bunun adalet ve ahlaki yönünü irdeleme cesareti gösterememiş olması üzücüdür. “Bir şeye cevap ararken otoriteye sorulmaz” gibi cesur görünen bir söz söylemiş olsa da bunu pratikte uygulamadığı görüşündeyim.

Bu durum düşünceyi var olmanın temelinde bilgiye ulaşmanın yolu gören Descartes’in yeterince cesur davranmadığını, Kiliseyi karşısına alma konusunda Martin Luther’den daha az cesaret gösterdiğini halbuki gerçeğe ulaşmada ve var oluşun temelinde nasıl ki duyular ve zihin varsa buradan yola çıkarak duyular ve zihnin meditasyonlarının bulgularının daha cesur bir tarzda ele alınması kendisinden beklenen bir durumdur. Filozoflar, yazarlar, düşünürler insanlığın yolunu açan karanlık bir caddenin lambaları gibidirler. Onların cesur düşünceleri, söylemleri ve yazıları bu aydınlanmayı getirmiştir.

Kendisinin tanrının var oluşunu ve onun iyi yönlendirmelerini ahlaki ilkelilik olarak görürken Eski Ahit’te geçen Lut’un kendi kızlarıyla zina etmesi, Nuh’un ayyaş gösterilmesi ve tanrının ahlaksız ve ayyaş sorumsuzlara sorumluluk yüklediği gibi doğruluğu kesinlikle şüphe götüren konulara el atmamış olması neyle açıklanabilir?

Descartes’in söylemlerinde ileri gitmesi gerekirken inancın kendi kendini ne denli mitleştirdiği göremeyip, iyi olan Tanrının Davut gibi başkasının karısına göz koyup onla zina eden ahlaksız peygamberleri (haşa) yollaması zerre sorgulanmamış bu olmadan Tanrının varlığının ve kişiliğinin ana hatlarının sorgulanmasını da ele alması samimi ve ilkeli durmamıştır.

Ben kişisel olarak bunu kesinlikle Kilise korkusu ve baskısına bağlamaktayım. Belki decartes samimi olabilirdi ama kesinlikle yeterince cesur olmadığını düşünüyorum.

 
Toplam blog
: 722
: 3755
Kayıt tarihi
: 23.01.09
 
 

A.Ü İktisat Fakültesi mezunuyum, daha önce Kazakistan ve Hollanda'da eğitmenlik ve tercümanlık iş..