Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Ağustos '17

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

Deliliği mi Koruyalım Yoksa Aklı mı? Kafamda Michel Foucault!

Deliliği mi Koruyalım Yoksa Aklı mı? Kafamda Michel Foucault!
 

Okul, iş, ev, hastane, hapishane, çalışmak, suç, düşünmek, kurallar koymak ya da kurallara uymak… Yaşamın bize sunduğu tüm kavramları sindirdik gibi görünüyor. Peki onların içinde yer alan bireyleri (her kim olurlarsa olsunlar) sahiden kabul ettik mi? Fransız düşünür Michel Foucault, toplumdan dışlanan bireyleri uzun yıllar inceledi. Foucault’nun seçme yazılarından oluşan Büyük Kapatılma kitabını bu yazımda incelemeye çalışacağım. Deli kavramını tarihsel bir süreçle ele alan Foucault, perde arkasındaki hapishane ve hastanelerin doğuşunu da harmanlayarak gözlemlerini bizlere sunuyor…

“Benim için söz konusu olan, bir toplumda doğrulanan ve değer verilen şeyin ne olduğunu bilmek değil; reddedilen ve dışlanan şeyi incelemekti." M.Foucault

*Delilik ve Toplum

Hepimizin bildiği üzere toplumda tanımlanmış belli kurallar söz konusu. Çalışma veya ekonomik üretim, cinsellik, aile, dil, oyun ve bayramlar gibi kavramların üstüne olan kurallar… Foucault’nun üzerinde durduğu ise bu kurallara uymayan marjinal bireyler. Eski zamanlardan bu yana, her toplumda bulunduğu pozisyona göre dışlanan bireyler muhakkak olmuştur; yeniden üretimin dışında kalan bekarlar, İbranilerin tehlikeli kabul ettikleri için başkalarının suçunu üstlerine atarak kurban ettikleri günah keçileri gibi… Fakat tüm bunların dışında kalan ve her toplumda dışlanan tek bir birey var; deli. Ve esasen Foucault’nun üzerinde durmaya çalıştığı mesele bu…

Freud’a göre ne çalışmaya ne de sevmeye uygun deliler, Avrupa’da, ortaçağda, varlığı kabul edilen ve orada burada dolanmalarına izin verilen bireylerdi. Foucault, sanayi toplumu ile birlikte bu tür kişilerin varlığına izin verilmediğini ve onların kapatıldığını savunuyor. Sadece deliler değil, işsizler, sakatlar, yaşlılar ve çalışmayacak durumda olan herkes…

17.-19. Yüzyıl arasında bir delinin kapatılmasını isteme hakkının aileye ait olması, onu dışlamasıyla başlıyordu. Fakat 19. Yüzyıldan itibaren bu durum ailenin kontrolünden çıktı ve hekimlere bırakıldı... Libido düzensizliği ve cinsel anormallikleri nedeniyle deli kategorisine giren bireylerin dil karşısındaki statüsü Avrupa’da ilginçti. Ortaçağ Avrupa’sında soytarı dediğimiz bu bireylerin, sıradan insanların dile getiremeyecekleri hakikati simgesel bir biçimde anlatması gibi…

Onları soytarı ya da deli diye bir kategoriye koymasam da,  prototip insanın dışında dilediği gibi giyinen, her sokağı dilediği saatte yürüyen ve kimseye zararı olmadan, düşündüğü hiçbir gerçeği saklamadan dile getiren insanların varlığını görüyorum.

Sinema sektörüne bir göz attığımda, Ortaçağ zihniyetinin kalıntılarını taşıdığımızı söylemeden geçemeyeceğim. Bir film içinde bulunan tüm aktör ve aktrislerin göremediklerini ve söyleyemediklerini ufak roldeki bir figüran haykırabiliyor. Özellikle Bilim-kurgu filmlerinde sıkça karşılaştığımız bu insanların, dünyaya/insanlığa dair bulundukları kehanetleri, isabetli sözleri, doğru çıkarımları ve tavsiyelerinin bir kenara atılıp deli doktor damgası yediklerini fark ediyoruzdur…  The İnvisible Ray filminde doktor rolü oynayan Rukh karakterinin obsesyonel tavırları en eski örneklerden biri... 2036 yılını anlatan The Shape Of Things Come filmindeki Theotocopolous adlı sanatçının, var olan steril konformizme karşı bir başkaldırı düzenlemesi... Ve elbette Theotocopolous karakterinin megolomanyak biri olarak sunulması da şaşırmayacağımız nokta. Yerli yapımlarda bu ne yazık ki doktor statüsüne kavuşamamış ve her zaman bir köyün delisi/mahallenin evsizi olarak kalsa da neticede algılar hep aynı yöne.

Foucault, edebiyatın dahi belli bir zamana kadar toplum ahlakını destekleyip insanları eğlendiren bir kurum oluşundan çıkıp, günümüzde dilinin daha aykırı bir hal aldığı, delilik ile arasında bir yakınlık kurduğu gözlemine yer veriyor (bknz: Erasmus - Deliliğe Övgü). Edebiyatta yeni alanlar yaratabilmek adına deliliği taklit etmek ya da fiilen deli olmak gerektiğini onaylamak için Nietzsche’yi ve Baudelaire’i düşünmek yeter diyor Foucault…

Islah edilmek üzere kapatılan deliler sanayi gelişme hızının artması ve kapitalizmin temel ilkesi olarak proleter işsizler sürüsünün yedek işgücü ordusu olarak kabul edilmesi de farklı bir yöntemdi…  Artık bu bireyler yani çalışabilecek durumdayken çalışmayanlar kurumdan çıkarılarak bu orduya sürüklendi. Fakat çalışma yeteneği olmayanlar ikinci bir ayıklama sürecindeydi. Hastanede bırakılan bu bireyler deliydi ve psikolojik nedenler taşıyordu. Bundan böyle, zihinsel hastalıklar tıbbın nesnesi haline geldi ve psikiyatri denen toplumsal kategori doğdu. Bu süreçte Akıl hastalığı keşfedildi…

*Dünya, yöneticileri psikologlar ve halkı da hastalar olan büyük bir tımarhanedir

 Zamanla bunun bir hastane olarak kalmadığını ve bizimle birlikte varlığını sürdüren birçok kurumun ortak işlev gördüğünü dile getiriyor Foucault. Bentham’ın 1785 yılında tasarladığı panoptikon (içinde bulunan gardiyanın, etrafındaki her hücreyi görebileceği şekilde tasarlanmış olan gözetleme kulesi) hapishane inşa modelinin, günümüzde alternatif yöntemler yardımıyla (hapishane dışındaki birçok kurumla) etkisini sürdürdüğünü savunuyor.

Bahsedilen bu panoptikon sisteminin en ilginç özelliği ise, kulenin içinde gardiyan olmasa da, sürekli ordaymışçasına mahkumların, hareket ve tavırlarına dikkat etmesi… Bu duruma pek yabancı olduğumuzu sanmıyorum. İtiraf edelim ki mağazalardaki soyunma kabinin tavanına istemsizce gözlerimiz kayıyor… Zamanla insanoğlunun üzerine bırakılan koca bir paranoyaklık.

Michel Foucault’nun bahsettiğim bu Büyük Kapatılma kitabının arka planında elbette birden fazla eseri var. 1961 yılında doktora tezi olarak sunduğu Deliliğin Tarihi, ardından yayımlanan Kliniğin Doğuşu gibi çalışmalar bunlara örnek. Ayrıca Jean Paul Sartre ve birkaç arkadaşı ile insan hakları üzerine kurdukları G.I.P. (Hapishaneler Üzerine Haberleşme Grubu) ile, hapishanelere o zamana kadar yasak olan gündelik basının ve radyonun girmesi de buna dahil.

Büyük Kapatılma, geçmişte başlayıp, günümüzde devam eden (biz fark edelim ya da etmeyelim) “gözetilme” kavramını tüm boyutlarıyla ele alıyor. Tüm bu kurumsal düzenlemelerin perde arkasını anlamlandırmak adına iyi bir klavuz olduğu kanısındayım. Kitap bittiğinde ise Foucault’nun aklına takılan sorunun zihnimde yer edindiğini fark ettim;

Asıl üzerinde inceleme yapılması gereken, azınlıkta olup kapatılan bireyler değil de çoğunlukta kalıp kapatılmayan (!) toplum olabilir mi?