Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Ekim '13

 
Kategori
Öykü
 

Delirten köfteler

Delirten köfteler
 

Günlerdir aklımı kurcalıyor. Tam bir hafta önce getirmişlerdi. Birkaç tetkikten sonra gözetim altında tutulmasını ve zorunlu ilaç tedavisi notumu dosyasına ekledim. Hastanın adı Salih. Otuz beş yaşında kendi halince bir adam. Kahve köşlerinde oturur, iş buldu mu çalışır, üç beş kuruş kazanırsa kumar oynar, şarap içer ve kavga çıkarır. Kopardığı son gürültüden sonra polis gözaltına almış, ardından durumun vehametini anlayan sosyal hizmetler onu bana sevk etmişti. Salih ne mi yapmış? Sabaha karşı elinde bir sopa, çarşıdaki dükkanların, araçların cam çerçevesi neyi varsa aşağı indirmişti. Bunları yaparken, aslında siz yoksunuz, ben de yokum, hiçbirimiz yokuz, diyerek etrafa saldırmış. Bana getirdiklerinde hiçbir saldırgan tavır göstermemişti.

“Ne oldu Salih? Anlat bakalım.” 

“Doktor, beni sana getirdiklerine göre aklımı kaçırdığımı düşünüyorlar.”

“Yo, buraya sadece aklın kaçıranlar gelmez, aklı başında iş adamları, makam mevki sahibi insanlar çok sık düzenli olarak gelirler.”

“Doktor, aslında hiçbirimizin olmadığı dünyada yaşıyoruz.”

Dolma kalemimle alnımı kaşıdıktan sonra, “Sence, biz yok muyuz?” diye sordum. “Yani şu an bak burada seninle karşılıklı oturmuş sohbet ediyoruz.”

“Doktor, bir çocuk parkındaki kum havuzunu düşünün. Çocuklar orada oyunlar oynuyorlar, aslında olmayan, hayali bir dünya içindeler, o dünyada neler görmüyorlar ki? O an için çocukların gözü gerçek dünyayı görmüyor. Ancak havayı soluyor, güneşi hissediyor, rüzgarın serinliğini anlıyor, bütün duyu ve organları çalışıyor. Bir savaş oyunundaysalar, canlarını yakan darbeleri sanki hissediyorlar. Oysa onlar sadece hayallerinde bir dünyanın içindeler. İşte biz de bu dünyada öyleyiz.”

“İlginç bir yaklaşım Salih. Peki seni bu düşüncelere iten ne oldu?”

“Köfteci Hasan.”

“Anlamadım?”

“Bir ay önce cebim biraz para görünce çok sevdiğim için köfte yemek üzere köfteci Hasan’a gittim.”

“Ee nerede bu köfteci Hasan?”

“Aksaray.”

“Devam et. Sonra ne oldu?”

“Dükkanın iki kapısı vardır. Birinden girer, yemeğini yedikten sonra diğerinden çıkarsın. Her zamanki gibi bir buçuk porsiyon köfte sipariş verdim.”

Salih, anlatırken ağzımın sulandığını hissediyordum. Dolma kalemimi kemirdikçe ağzıma yağlı köfte tadı geliyordu.

“Yemeğimi afiyetle yedim, ardından ikram edilen bir bardak çayı içtim, sonra hesabı ödedim. Dükkandan çıkacağım sırada bir şey oldu.”

“Ne oldu?”

“Hani yaz sıcağında bir ovadaysanız ve ufka baktığınızda sıcağın buğu yaptığını, ufuktaki  dalgalanmalarını görürsünüz. İşte öyle bir şey. Köfteci Hasan’ın duvarlarında aynı şeyi gördüm. Elimle yüzümü ovuşturdum. Tekrar baktım, hiçbir şey yok.”

“Ya sonra?”

“Kapıdan çıktım. Ama ne göreyim?”

“Ne?”

“Başka bir mahalledeyim! Heralde akşam içkiyi fazla kaçırdım, dedim. Etrafa bakıyorum, ne tanıdık bir yüz ne tanıdık bir sokak var. Koşmaya başladım. Köfteciden birkaç kilometre uzakta bir yerde olduğumu anlayınca içimi bi şüphe kapladı.”

“İlginç.”

“Ertesi gün köfteciye tekrar gittim. Aynı masaya oturdum. Aynı siparişi verdim. Yemekten sonra çayımı içtim. Hesabı ödedim, kapıdan çıkacağım sırada aynı duvarda bu kez deniz manzarası olan tabloda parlak bir ışık gördüm. Işığa yaklaştığım sırada garsonlardan biri yanıma geldi. İyi misiniz, diye sormuştu ki o gencecik adam bir kare içine hapsolmuş gibi olduğu yerden koparak uzaklaştı benden. Ardından bütün duvarlar karelere bölündü, sadece duvar mı? İçerideki her şey onlarca kareye bölünmeye başladı, ve havalanıp uçtular. Doktor ölüyorum sandım! Delirmekten fazlasıydı! Yüzlerce kare etrafımda uçuşuyor, içinde insanlar yemek yiyor, sohbet ediyorlar, ancak hiçbirinin olanlardan haberi yok…”

“Sonra  ne oldu?”

“Sonra karanlık bir yerde olduğumu anladım. Havada küçük kareler bir girdaba tutulmuş gibi dönüyorlardı. İncecik aynalardan oluşan kare parçaları, köfteci sanki bir yapboz gibiydi. Bütün parçaları birbirine karışmıştı. Kendime geldiğimde kaldırımda yatıyordum. Etrafımda insanlar toplanmıştı. Sarhoş galiba, diyorlardı. Bazıları açlıktan bayılmış olduğumu sanıyordu.”

“Sence bu dünya bir kurgu mu?”

“Doktor, her gün gittim o köfteciye. O kapıdan her çıktığımda başka bir yerde buldum kendimi. Bazen birkaç kilometre uzak bir sokakta kendimi buluyordum, ancak çok normal bir şeymiş gibi bunu hiç umursamıyor, neden orada olduğumu unutuyor, yapmam gereken günlük işleri yapıyordum. Günler sonra aklıma bir fikir geldi. Köfteciye tekrar girdim ve hemen çıkmadan önce saati ve hatırlatma notunu koluma yazdım.”

“Ne oldu?”

“Bir saniye bile sekmeden kendimi başka bir caddede buldum. Doktor otomobil ile o yere gitmem en az yirmi dakika alır.”

“Anlıyorum.”

“Hayır. Anlamıyorsunuz! Burada bir yalanın ortasında, yaşadığımızı sanıyoruz doktor! İnsanların bunu bilmesi gerekiyor. Dikkatlerini çekmeliyim!”

Bu cümleden sonra Salih, odadan koşarak çıktığı için seans yarım kaldı. Koridorda güvenlik görevlileri onu yakaladı ve yere yatırıp kelepçelediler. Bir rehabilitasyon merkezine götürülmek üzere ambulansa bindirildiğinde hemen yanıbaşındaydım. Salih'in ardından sonra yaptığım ilk iş köfte siparişi vermek oldu.

Evet, bir haftadır onun anlattıklarını düşünüyorum. Düzenli olarak her hastama yaptığım gibi Salih’in durumunu öğrenmek için sevk edildiği kliniği aradım. Ancak orada bu isimde birisi yoktu. Birkaç telefondan sonra Salih Kuzgun adında bir hastanın ülkenin hiçbir kliniğinde olmadığını öğrendim. Nereye gitmişti bu adam? Ortadan kaybolmadı ya! İşte bir haftadır bunu düşünüyordum. Onu ellerimle ambulansa bir sedye içinde yerleştiren ben olmasaydım, Salih adında bir adamın var olmadığına inanacaktım. Sonra aklıma Salih’in bahsettiği şu Aksaray’daki köfteci Hasan geldi.

Soluğu Aksaray’da aldım. Sorduğum ilk esnaf yerini tarif etti. Demek gerçekten böyle bir yer vardı. Ana cadde üzerinde, kaldırım kenarında boydan boya camekanı olan sıradan bir köfteciydi. Bir süre uzaktan izledikten sonra içeri girdim. Ocak başında beyaz önlüklü bıyıklı bir usta vardı. Ocaktan yükselen oldukça lezzetli koku iştah kabartıyordu. İçeride birkaç kişi yaz sıcağına aldırmadan yağlı köfteleri götürüyorlardı.

Bir porsiyon sipariş verdim. Ancak nedense ocakbaşından ayrılmak içimden gelmedi. Ustanın köfteleri hazırlamasına takıldım. Bunun nedeni sıradan yuvarlak köfteler olmamasıydı. Yoğrulmuş kıymaları yuvarlak değil uzunlamasına sanki kebap dizer gibi şişlere diziyordu.

“Kaç köfteye denk geliyor?” diye sordum.

“Altı.” Dedi.

“Belirli bir ölçüsü gramajı var değil mi? Yasal olarak daha azını veremezsiniz?”

“Elbette.”

O şişlerden damlayan yağlar küllenmiş kömüre düştükçe çıkan cızzz sesi içimi yakıyordu. Bir an önce köfteleri yemek için sabırsızlanıyordum. Üniversite yemekhanesine benzeyen masalardan birine oturdum. Taze ekmekleri hep en alta saklarlardı. Elimi ekmekliğin içine daldırınca en alttaki taze ekmekleri buluverdim. Demek racon her yerde aynıydı. Beş dakika sonra önümde iki uzun şişten yeni çıkmış dumanı tüten yağlı köfteler duruyordu, yanına ince kıyılmış maydonoz, soğan, közlenmiş domates ve yeşil acı biber tabağımı taçlandırıyordu. Ekmeğimi köftelerin üzerine banıp iştahla ağzıma götürdüm.

Çayımı içtikten ve hesabı ödedikten sonra böyle lezzetli bir köfteciyi bana öğrettiği için içimden Salih’e teşekkür ettim. Kapıdan çıktığım an ne göreyim? Fatih’te ana cadde üzerinde yürüyorum.

Az önce Aksaray’da değil miydim? Burada ne işim vardı? Karnımı şişiren köftelere aldırmadan koşmaya başladım. Nefes nefese köfteciden içeri girdim. Kasadaki adama yaklaştım. Az önce buradan çıktım değil mi, diye sordum. Hatırlamıyorum, beyefendi demez mi?

“Adam, elli lira verdim sana! Nasıl hatırlamazsın? Şu masada oturdum, hatta ocakbaşında ustayla ayaküstü sohbet ettim.”

Ocakbaşındaki usta beni hatırlamadığını söyleyen bakışlarla süzdükten sonra kafasını iki yana salladı. Delirmemek elde mi? İşte o sırada oldu. Bütün her şey ne varsa onlarca, yüzlerce küçük kareye bölünerek birbirinden uzaklaşmaya, farklı yönlere uçmaya başladılar. Kasadaki adam, ocakbaşındaki usta, garsonlar, içeride yemek yiyenler, tavandan kopan küçük kareler her şey benden uzaklaşırken o insanlar sanki bunun farkında değillermiş gibi günlük işlerine devam ediyorlardı. Sanki büyük bir perde üzerinde bir filmdi her şey. Onlarca kareye bölünmüştü  sahne, ve kareler birbirinden uzaklaşırken film akmaya devam ediyordu. Sonunda geriye karanlık ve ıssız bir oda içinde yalnız kalmıştım. Üşüyordum. Sonra, sonra o sesleri duydum. Alkışlar koptu… Bayılmış olmalıyım. Hocam! Ne olur bana inanın. Gidin o köfteciye kendi gözlerinizle görün!

“Anlıyorum Ahmet. Merak etme gideceğim. Biraz dinlenmen gerekiyor. Son günlerde fazla çalıştın.” Dedi profesör, ardından bir düğmeye bastı ve kapıdan giren iki görevlisi psikiyatri doktoru Ahmet’i kollarından tutup tüm karşı koymalarına aldırmadan onu odadan dışarı çıkardılar.

Profesör, sevdiği bir öğrencisinin haline üzülmüştü. Ardından telefonu kaldırıp bildiği bir numarayı tuşladı.

“Üniversite hastanesinden arıyorum, psikiyatri kliniğine bir buçuk porsiyon köfte. Profesörün odasına dediğinizde size tarif ederler. Bir de ayran istiyorum. Hayır, soğansız olsun. Teşekkürler…”

 

 
Toplam blog
: 57
: 122
Kayıt tarihi
: 25.04.12
 
 

İnsan ve hayvanı bir severim. Saygıdan hoşlanmam. Zımparalanmış köreltilmiş sevgiden de.. Kib..