Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Temmuz '12

 
Kategori
Güncel
 

Demokrasi, Özel Yetkili Mahkeme ve savcı

Demokrasi, Özel Yetkili Mahkeme ve savcı
 

Mahkeme


Tanrı'yı reddetmek kolay oldu.

"Kendi işlerini daha iyi bildiğini" idda eden insan, gün geldi onu hayatından çıkarıverdi.

O gidince, gök yarılıp yer çatlamadı... kıyamet te kopmadı. Güneş her zamanki gibi doğmaya, dünya  dönmeye devam etti.

Ancak, geçen yıllara rağmen insan onun yerine,  neyi veya kimi koyacağına dair kesin bir karara varamadı.

Önce güç, Tanrısaldı ve tekti. Onu kullanan (kiliseydi)  kraldı, padişahtı, şahtı. İnsan, bir yandan güç sahibi olmayı isterken, öbür yandan eskiden kurtulmanın hesabını yaptı. Teslis inancındaki Baba, Oğul, Kutsal Ruh üçlemesini, "yasama, yürütme, yargı" şeklinde, yönetim biçimine taşıdı.  Adına da "güçler ayrılığı" dedi. Belli ki, Tanrı'nın yerinde gözü vardı. Güç istiyordu ama tek kişilik güç arzusu, ortaya koyduğu erkler ayrılığıyla çelişiyordu. Ayrıca bu durum, yeni sistemi adapte ettiği kutsal üçlemeye de uymuyordu. Yani kurduğu düzen daha doğarken bir yerinden yara almıştı ama buna rağmen uygulamaya girmişti.  

Yani, işlem tamamdı. Seçiyorduk, atıyorduk, yönetiyorduk. Yalnız bir problem vardı. En büyük, kim olacaktı? Nihai gücü kim temsil edecekti? Yani kuvvetler ayrılığı ilkesine göre, en üste kim oturacaktı? Yargı mı, yasama mı, yürütme mi?
 
Zira, erklerde söz sahibi olanların hepsi insandı ve hepsi ölümlüydü. Yaratılışta birinin diğerine üstünlüğü yoktu. Her biri bir anadan doğmuş, yiyip içen, gülüp ağlayan, sevinip üzülen, seven ve nefret eden sıradan varlıklardı. Okul ve eğitim konusunda da eşitlerdi. Hepsi tahsilliydi. Üstelik, zaafları da vardı.

Açıkçası ortada, bu üç gruptan birinin, ötekiler üzerindeki hükümranlığını haklı kılacak somut bir alâmet bulunmuyordu. Yani erkleri temsil eden yargıcın, vekilin veya bakanın en üstte olmayı hak edecek insanüstü bir niteliği yoktu. Başka bir deyişle hepsi birbirinin aynıydı. O zaman,  bunlardan biri hangi hakla diğer ikisinin üzerine çıkacaktı?

Ana problem, gerçek horoz kim olmalıydı? En fazla seçilmişlerin mi, yoksa atanmışların mı borusu ötmeliydi? Kanaatimce bu çekişme, tüm demokratik (!) yönetimlerin baş sorunudur. Büyük ihtimalle bu ülkelerin parlamentoları da bizdeki gibi yeni sorunları çözmek için olduğu kadar, yargı engelini aşmak için de kanun yapmaktadır.

Yargı, "benim elim uzundur, her yere ve her şeye uzanır" derken yürütme, (yasama yoluyla) onun önünü kesmeye çalışmaktadır. İktidar, belki de haklı olarak, yönetim sorumluluğu taşımayan, oy kaygısı bulunmayan yargının kendi işine burnunu sokmasını istememektedir. Halka hesap vermek zorunda olmayan birilerinin işine karışmasını, yani bir anlamda tasarruflarına taş koymaya kalkmasını hazmedememektedir.

Demokrasilerin görünen yüzü adalet, insan hakları, dürüstlük, güven, emniyet vs. dir. Kamera arkasında kalan kısmı ise bunun tam tersidir. Burası, ülkeler arası ayak oyunları, hileler, desiseler, kirli ve gizli hesaplarla doludur. Fakat demokrasi bize bu yanını değil, her zaman iyi ve güleryüzlü tarafını göstermektedir.

Evet görünüşte her şey süt limandır, dost düşman net olarak bellidir ama gerçek hiç te öyle değildir. Aslında, demokrasi denilen bu garip ve anlaşılmaz düzenin bizim göremediğimiz derin mahfillerinde akla hayale gelmedik işler kotarılmaktadır. Buralarda başka ülkelerin başına nasıl belalar açılacağının hesapları yapılmaktadır. Üzerlerine çeşitli terör ve şiddet grupları salınmakta, "Sivil toplum" adı altında kurulan örgütler eliyle büyük şehirlerin altı üstüne getirilmektedir. Caddeler, sokaklar delik deşik edilmekte, dükkanlar, arabalar ateşe verilmekte, merkezi yerlerde bombalar patlatılmaktadır.

Yönetime talip olan siyasilerin görevi ise, ülkelerini bu belalardan kurtarmaktır. Bunun için iktidar ve onun başı olan başbakan, kendisine biçilen rolu gerektiği gibi oynamaktadır. Durum buyken bir ÖYM Savcısı, yönetimde büyük riskler almış başbakanı tufaya getirmeye çalışmaktadır.

Tabi ki, bu durumda ortalık allak bullak olmakta, Özel Yetkili Mahkemeler bir gecede tarihe gömülmekte, bu ülkede horozun kim olduğunu cümle aleme gösterme ihtiyacı duyulmaktadır.Madem başladık, artık lâfı dolandırmayalım da maksadımızı açıklayalım.

Her şey, ÖYM savcısı Sadrettin Sarıkaya'nın, Mit Müsteşarı Hakan Fidan'ı ve bazı eski/yeni görevlileri, "şüpheli" sıfatıyla sorguya çağırmasıyla başladı. Demokrasinin bilinen yüzünden baktığımızda savcı Sarıkaya haklıydı. Çünkü elinde, bazı görevlilerinin yasadışı faaliyetlerde bulunduğunu gösteren deliller vardı. Suç şüphesi olan her insan makam ve mevkiine bakılmaksızın yargı karşısında hesap vermeliydi. Burası tamam.

Ancak demokrasilerde bir de öbür yüz vardı ve bu kısım birinciden farklıydı. Burada gizli servisler, terör örgütleri, mafyalar, çeteler cirit atıyordu. İçinde yalan, dolan, hile, desise velhasıl aklınıza gelen her çeşit sahtekarlık mevcuttu. Aralarında sıkı dostluk olduğunu sandığınız iki demokratik ülkeden biri diğerini el altından yemeye çalışıyordu. Bunun için de mafyayı, terör örgütlerini, çeteleri hatta sivil toplum örgütlerini kullanıyordu.

Demokratik dünyada (!) işlerin böyle yürüdüğünü öğrenen Erdoğan da her başbakan gibi geçerli yönteme uydu. Mit'e müsteşar atadığı Hakan Fidan'ın örgütlerle görüşmesine, aralarına ajan sokmasına izin verdi. Deneyimli bir savcı olan Sadrettin Sarıkaya'nın bunları bilmemesi imkânsızdı. Ancak o, kendini veya bizi aptal yerine koyarak, tüm demokratik (!) devletlerde uygulanan ve sır kategorisine giren garip ilişkileri ortaya döküverdi. Bununla da kalmadı Başbakan'ın sağ kolu kabul ettiği Hakan Fidan'ı "şüpheli" sıfatıyla mahkemeye çağırdı. Belki gizli bir niyeti vardı, belki de "güç bende" demek istemişti. . 

Bu savcının asıl maksadını bilmiyoruz ama bu tavrıyla ÖYM'lerin sonunu getirdiğini görüyoruz. Başbakan'ın başını yemek mi, yoksa birilerinin iddia ettiği gibi cemaate yer açmak mı istiyordu anlamak zordu. (Not:Dün gece 3. Yargı Paketi üzerinde yapılan görüşmeler esnasında, bu mahkemelerin şu an baktıkları davalar sonuçlanıncaya kadar görevlerini sürdürmeleri ile ilgili bir düzenleme yapılmış.)

Kimler tarafından devreye sokulduğunu bilmediğim ayak oyunlarının zaman zaman iktidarı sarstığını ve Başbakan'ı bazan kızdırıp, bazan da paniklettiğini görebiliyorum. Özel Yetkili Mahkemelerin varlığına ani bir kararla son verilmesi yukarıda bahsetiğim endişenin sonucudur. Başbakan kızdığı zaman da benzer kararlar verebiliyor. Sporda şike yasası bunun açık örneğidir. Ceza süresini indiren yasayı Cumhurbaşkanı veto ettiğinde, üzerinde hiç bir değişiklik yaptırmadan tekrar göndermişti. Büyüklerimiz, "korkunun ecele faydası yoktur, öfkeyle kalkan zararla oturur" demişler.

Eğer başbakan bu biçimdeki icraatlarını, "endişe ve kızgınlık" dışında başka bir şeyle izah edemiyorsa bence yanlış yolda gidiyor demektir.

Sonuç: Örnekte görüldügü üzere insan, Tanrı'yı hayatından ve yönetiminden dışlayınca dünya işleri şak diye yoluna girmiyor. Yöneten ve yönetilenler arasındaki sorunlar artarak devam ediyor. Sanılanın aksine Tanrı, kimsenin düşünmesini, üretmesini ve ürettiğini meşruiyet çerçevesinde kullanmasını yasaklamıyor. Kılıfına uydurarak bile olsa çalıp çırpmayı yasaklıyor. İdarede, sosyal hayatta, ailede hak ve adaleti birinci sıraya koyuyor.

Tanrı'dan boşalan yere koyarak kutsadığımız demokrasiye gelince: Onun, son zamanlarda iyice görmeye başladığım ön yüzü, kıymetli taşlarla süslenmiş sanal bir alemdir. Arka yüzü ise, her türlü acının yaşandığı, hukuksuzluğun, münafıklığın zirve yaptığı, güç sahiplerinin kral, zayıfların da köle hayatı yaşadığı gerçek bir dünyadır. İnsan çok güzel bir heykel yapabilir. Ancak iş bittiğinde, arkasında yığınla kırıntı bırakır. İşte bugünün dünya demokrasisi, yapay güzellikten (yani heykelden) artakalan bu çöptür.

Bu dünyada açık, temiz ve dürüst bir düzeni ikame etme yerine güç için mücadele edenlerin aklına şaşayım.

Resim: Beyaz Tv İzlenme

 
Toplam blog
: 462
: 707
Kayıt tarihi
: 28.04.07
 
 

Emekliyim. Herkes gibi benim de bir dünya görüşüm var. İnsanların farklı fikir ve inançlara sahip..