Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Haziran '11

 
Kategori
Siyaset
 

Demokrasi maskesi altındaki mutaassıp diktatörlük

Demokrasi maskesi altındaki mutaassıp diktatörlük
 

Haşlanan bir kurbağa gibi usul usul gidiyoruz yok olmaya… 

Mayo reklamları kaldırıldı, ruhumuz bile duymadı. İçkili mekânlara fiilî baskılar başladı, kulak arkası ettik. 

Kılık kıyafet adeta bir bayrak halini aldı umursamadık. 

Millî egemenliğimiz tartışılır oldu ama adına muhafazakâr denen kitlenin keyfi baskısı alabildiğine arttı. Millî egemenliği etnik baskı olarak görenler, günlük hayatın her alanını dine atıflı resmi emirlerle düzenlemeye başladı, çelişkiyi öremedik. 

Türkiye’nin ekseni kaydı, son derece doğru. Ama bu jeostratejik demiryolları hattında bir değişiklik değil. Hayır. Çünkü toplumu ve devleti kafalarındaki dini doğrulara göre şekillendirenler bunu sürekli batılı değerleri kullanarak yapıyorlar. “Demokrasi” diyorlar, etnik veya dinî ayrıştırma ile millet gerçekliğimizi yıpratırken öte yandan siyasi egemenlik sahasını, dini veya etnik bir “cemaatler özerk” bölgesi haline getiriyorlar. “Temel haklar” diyorlar, muhalefeti en şiddetli şekilde fiilen cezalandırırken, “ Kürtler hayatınızı cehenneme çevirecek!” gibi bir sözün “nefret suçu” olup olmadığına, ifade hürriyetinin kötüye kullanımı olup olmadığına dikkat bile etmiyorlar. 

Türkiye bir aşırılıklar memleketi olarak sürekli gerginlikle yaşıyor. Bunun sebebi, son bir kaç yıldır yanlış ve cahilce “muhafazakârlık” diye adlandırılan “taassubun” artık normal hale gelmeye başlaması. Taasup, “tututculuk” diye yenileştirilmeye çalışılan ama bana göre daha ziyade “aşırılığa eğilim” olarak tarif edilmesi daha uygun olan bir kelime. Eş anlamlıları bağnazlık, yobazlık, softalık gibi kelimeler… 

Tassup “mevcudu tutmanın” ötesinde, mevcut değerleri , mümkün olan en uç şekilde yaşamaya çalışmak aslında. Bir sınırsızlık, muhakemesizlik, tapınma ve kibir hali. 

Bu kanaate nereden vardım? Birkaç yıl evvel “muhafazakâr” dendiğinde, belki beş vaktini kılan, kılmıyorsa cumaya giden, ona da gitmiyorsa bayram namazını kılan, onu da yapmıyorsa küçüklerine al öptürüp, büyüklerinin elini öpen, belki akşamdan akşama bir duble içen ama kepengini muhakkak besmeleyle açıp Allah’ı Rezzak bilen, “Allah bereket versin..”, “Allahaısmarladık!” diyen, yemeğe sesli veya sessiz besmeleyle başlayan, sıradan Türk insanı gelirdi, aklımıza. “Türklüğü” etnik kökenine de, dinine de engel saymayan, belki tek parti dönemine soğuk ama Atatürk’ü kınamayı aklından bile geçirmeyen, ölmüşlerin hiç biri için Allah’ın rahmetini dilemekten imtina etmeyen, iyin niyetli, aşırılıktan hoşlanmayan insanlara” muhafazakâr” denirdi. 

İran’da bile gevşek uygulanan bir giyinme şeklini, cemaatinin bayrağı gibi kullanan; dinini, bıyığının, saçının şeklinden, pantolon kesimine kadar her şeyle ilişkilendirip her an kaybediliverecekmiş gibi yaşayan insanlara ise “mutaassıp” denirdi. 

Bu insanların dindarlığı, sıradan insanımızınkine benzemez, ve ağzımızın tadını kaçırırdı. Çünkü bizim muhafazakârlarımız için her an gözetilmesi gereken şeyler, pantolon kesimi, bıyık biçimi, örtünme biçimi vs değil, bir zarar vermemek iradesi anlamında “ahlâk” ve bunun yanı sıra nezaketti. Aşırıya kaçmayı, hangi yöne olursa olsun ayıplardı, muhafazakârlarımız. Binlerce insanımızın hayatını kaybettiği yüzyılın felâketini “ 7.4 Yetmedi mi?” hırçınlığıyla karşılamazdı. Birilerinin kendi devletine “ İşgalci TC Kürdistan’dan defol!” diyebileceğini asla düşünemezdi. İnsanların etnik kimliklerini, Atatürk’ün kurduğu bu güzel Türk yurdunda, ancak büyük Türk adının parlak renkleri olduğunu düşünür ve bundan sevinç duyardı. 

Muhafazakâr Türk insanı, sahip olduğu dini, kalbinde korur ve ne kendi imanından ne de komşusunun imanından şüphe ederdi. 

Oysa mutaassıplar için din ve iman, her günahta kaybediliverip her tövbede yeniden elde edilen şeylerdi. Mutaassıplar, aşırılıktan ayrılmanın dinden kopmak olduğu, imanı kaybetmeye yol açtığı kanaatini insanımızın kafasına zerk etti. Mutaassıplar “takva” kelimesini “aşırılıkla” özdeşleştirip bunu, sıradan Müslümanlar arasında bir üstünlük yarışı haline getirdiler. Yalnızca Allah’ın bilebileceği iman sahasını, Müslümanlar arası bir zahirde/görünürde aşırılık yarışı haline getirdiler. 

Bugün Türkiye’de sanıldığı gibi “muhafazakâr demokrasi” yoktur. “Mutaasıp çoğunluk diktası” vardır. Türkiye’de Alevi adının kötülükle eşleştirilmesinden, “ Dindar cumhurbaşkanı…” veya “Kürt halkı..”diye başlayan söylemlerin, ortak paydası olan aşırılık, işte bu taassup iktidarının/diktasının zemininde yeşerdi. Temel hakların, “çoğunluk iktidarının” dinine göre görmezden gelindiği Türkiye’de, sayısal güçleriyle her sosyolojik “cemaat” kendi fiilî egemenlik alanını kurdu. 

Eskiden bir bürokratın herhangi bir reklâmı, kitabı, blogu vs keyfine göre yasaklaması düşünülemezken bu gün, mayo reklamları kaldırılmış, “Efes Pilsen” takımı kapatılmak üzere olan, filmlerinde sözel ve görsel sansür bulunan, kitapları her gün yasaklanma tehlikesi yaşanan, çevirmenlere sık sık dava açılan bir ülke haline geldik. 

Eskiden, uğruna ölünecek ve gözümüzden sakındığımız Türk bayrağının tartışıldığı, yıpratıldığı, gönderden indirildiği, ezildiği, yakıldığı, “Türk milleti adına karar veren mahkemeleri tanımıyoruz!” demenin kınanmadığı hatta artık ayıp bile sayılmadığı bir ülke olduk… 

Çünkü bir kez aşırılığı meşrulaştırırsak, aşırılığın, önce kendi aşırı muhalifini değil, aklı, terbiyeyi, nezaketi, itidali ve ahlâkı ezeceğini düşünemedik. Bu bizim akılsızlığımız değildi. Bizim muhafazakârlığımız “başkası hakkında kötü düşünmeyi” ayıp bilen ve bunu en başta kişinin vicdanında yargılayan bir erdemdi. 

Taassubun yükselmesiyle, kafası takkeli, bıyığı bademli, yanakları pençe pençe, içe basan esnafın duvarlarında “Hakkımda ne düşünüyorsan Allah sana iki katını versin!” gibi çirkinlikler peydah oldu. Can düşmanlarının mezarı başında “Onlar bilmiyorlardı ki...” diye göz yaşı döken bir peygamberin ümmeti, takva diye “Zalimler için yaşasın cehennem!” gibi sözleri benimsemişti artı. 

Taassubun kin, öfke, aşırılık hali geçici bir siyasî iktidar hevesi olsa belki endişe etmezdim. Ama görünüyor ki artık mutaassıplar iktidarın servetinin tadını aldılar ve bunu paylaştırarak taassubu memleketin sathına yaydılar. Unuttukları şuydu, bir kötülüğü herkese uygulamak onu “adalet” haline getirmediği gibi aşırılığı yaygınlaştırmak da aslında ahlâkın özünü değiştirmiyordu. 

İşte taassup diktasının bütün kıyıcılığına ve keyfiliğine rağmen geleceğe duyduğumuz güven, ahlâkın değişmez özünün, milletin vicdanında yanan sönmez ateşindendir. Türk Milleti, Allah ile arasına girmeye çalışan bu kibri, aşırılığı ve öfkeyi kendine özgü nezaketi, adalet duygusu ve derin tarihî tecrübesi ile elbet bir gün aşacaktır. 

 
Toplam blog
: 153
: 503
Kayıt tarihi
: 11.02.11
 
 

Eczacıyım, memlekete meraklıyım.....