Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Kasım '18

 
Kategori
Dünya
 

Demokrasi Maskesinin Miadı ve Gelişmekte Olan Ülkeler?

Demokrasi Maskesinin Miadı ve Gelişmekte Olan Ülkeler?
 

Çizim: Yücel Evren


Avcıydılar, toplayıcıydılar. Zamanla ekip biçmeyi, davar, sığır evcilleştirmeyi öğrendiler. İşlerinin gerektirdiği alet edevat yapar oldular. Belki bir su başında, bir çayırlığın yanı başında konuşlandılar. Nüfus çoğaldı, iş bölümü pekişti, ev yaptılar, korktular, evlerin etrafına surlar ördüler…

Aslolan şehir devletleriydi. Şehirliler, bir araya gelir sorunlarını ve çözüm yollarını tartışır, kararlar alırlardı.

Tabii, bu toplantılara mal mülk sahibi, güç kudret sahibi kimseler, yani seçkinler (aristokratlar) katılabilir, söz söyleyebilir, şu ya da bu karar, şu ya da bu görevlendirmeye dair oy kullanabilirlerdi.

Köylüler, köleler, kadınlar bu işlerin dışındaydı. Şehir devletlerinin sorunları ve çözüm yolları, çözümlerin gerektirdiği iş bölümleri, maliyetlerin nasıl karşılanacağı, yapılacak işlerin yürütülmesinden, gözetilmesinden  sorumlu ve görevli yöneticileri böyle belirlenir, işler yürür giderdi. Binlerce yıl önce böyle yerler vardı.

Bazan icap eder, bu kent devletlerinden bazıları bir ortak sorunu, tehdidi veya hamleyi görüşmek üzere bir araya gelir, bir üst iş birliği için organize olur, aralarından birini yetkilendirirlerdi. Böylelerine kral derlerdi. Yerel birimler bir üst çatı altında ve aralarından seçtikleri kralın etrafında kümelenmiş olurlardı.

Yine, icabı halinde bu krallar bir araya gelebilir daha yukarı bir benzer yapılanmaya giderlerdi. Kralların kendi aralarından seçtikleri bu yeni üst yönetici de imparator diye isimlendirilirdi.

Dünyanın her yerinde bu işler böyle yürümezdi. Bunlar Antik Yunan, Roma ve Avrupa’nın diğer bölgelerinde böyleydi aşağı yukarı…

Hep bir maliyet sorunu vardı. Ve yapı genişledikçe maliyetler yükselirdi.

Bir sürü askerin ihtiyaçları, yöneticilerin sarayları, savunma hendekleri, kale inşası, bunların, yemesi, içmesi, eti, unu, şarabı,  giyimi, araç gereci, silahı, gemisi… 

Bunların karşılanması gerekirdi.

Bunların karşılanmasından sorumlu olanlar köylüler, köleler, kadınlar, çocuklar olurdu genellikle… Ve bunlar nüfusun ezici çoğunluğunu oluştururlardı. Üretenler bunlardı, üretilenin nerede nasıl tüketileceğine karar verenler ise yukarıdakilerdi.

Üretilenlere, ölmemelerine yetecek kadarı üreticilere bırakıldıktan sonra,  toprak sahipleri, tüccarlar, krallar, imparatorlar, bunların maiyetleri ve kilise tarafından el konurdu.

Dünyanın neresinde bir “kıymet” varsa, aranır, bulunur, onlara da el konurdu.

Bütün kavgaların ve savaşların nedeni hep buydu. Sadece buydu.

Bu sistemde üretenin, yani kölenin, köylünün, zanaatkârın hükmü yoktu. Söz hakları yoktu. İtiraz hakları yoktu.

Ya istenileni üretecekler, ya öleceklerdi. Ortası yoktu.

Gel zaman git zaman, bu düzenin işleyişi içinde, deniz yolları keşfedildi,  ticaret gelişti, buluşlar oldu, bu buluşlar üretimde kullanıldı, makinalar icat olundu, esnaf dükkanları atölyelere, atölyeler fabrikalara dönüştü, buhar gücü keşfedildi, üretim çeşitlendi ve arttı…

Artan bu mallar dünyanın her tarafına satıldı.

Bu üretimi yapan tesislerin şehirli sahipleri ve bunların ticaretini yapanların ve bunlarla finansman işbirliği içinde olan çevrelerin (burjuvalar) servetleri arttıkça arttı. Zenginleştikçe zenginleştiler.

Çok güçlendiler.

Hem zenginleşip güçleniyorlar ve hem de dünyanın diğer tüm insanlarıyla etkileşim içinde bilgileri, zevkleri, beğenileri, vizyonları, din algıları, hukuka, bilime ve sanata ilgileri… yani düşünce yapıları ve biçimleri değişiyor, gelişiyordu.

Bu işlerin kolaylaşması ve devamlılığının sağlanması gerekiyordu.

Ancak bir sorun vardı. Bakış açıları ve dünya görüşleri farklı geleneksel yönetimler karşısında burjuvaların söz söyleme hakları yoktu. Bu gelişmeyle ortaya çıkan işçilerin ve geleneksel üreticiler olan kölelerin, köylülerin, esnafın, işsizlerin, dilencilerin böyle haklarının olması zaten söz konusu değildi.

İtiraz etmek gerekiyordu.

Gümrükler, vergiler, sınırlar, kralların ve kilisenin keyfilikleri ve katı kuralları, yöneticilerin üstünlükleri… bu yeni ve güçlü sınıf için ayak bağıydı. Serbestlik, eşitlik, özgürlük, laiklik, demokrasi, halk egemenliği, hukukun üstünlüğü… olmalıydı. Bu fikirleri yaydılar. Bu düşünceler Fransız İhtilaliyle birlikte dünyayı etkisi altına alacaktı.

Burjuvazinin iktidarda söz ve karar sahibi olma ihtiyacı vardı.

Hiçbir toplum kesimi mevcut düzenden memnun değildi. Köylüler, işçiler, tüm orta ve alt sınıflar kurulu düzenden hoşnutsuzdu.

Yöneticilerin; halkın tamamının oylarıyla seçilmesi fikri egemen kılınabilirse mevcut yönetim alt edilerek yerlerine burjuvaların geçmesi mümkün olabilirdi.

Kralın, kilisenin egemenliği yerine gücünü ve yetkisini halkın iradesinden alan yönetimin egemenliği olmalıydı.

Hatta, “halk”ın dahi değil “millet”in egemenliği esas alınmalıydı.

Halk, belli bir anda yaşayan topluluktu. Oysa millet, vatan bellediği topraklarda, geçmişten geleceğe uzanan şanlı, şerefli, yüce ve kutsal bir varlıktı[1].

Kraldan alınacak yetkinin bu varlığa devri gerekirdi.

Burjuvazi iktidara talipti. Başarı, iyi organize olmaya, kurnazlıklara paraya pula ve güçlü ittifaklara bağlıydı.

Bu kutsal yetkinin sıradan insanlara değil, üreten, vergi veren, yani dikili ağacı olana verilmesi gerekirdi. 

Burjuvalar kurulu düzene itiraz ederken, işçiler de ağır çalışma koşulları altında burjuvaziye itiraz eder oldular.

Kurulu düzenden memnuniyetsizliği olan tüm diğer toplumsal ve sınıfsal kesimlerin desteklerini de arkalarına alarak ve işçilere bir miktar “sus” payı vererek, ayarına ve dozuna dikkat ederek biraz hukuk, biraz ifade özgürlüğü sosuyla tatlandırarak demokrasiyi tesis ettiler.

Ve bu rejimler ABD, İngiltere ve Fransa’dan başlayarak dünyaya yayıldı.

Başlangıçta oy hakkı sınırlıyken sonradan genel oy kabul edilse bile millet egemenliği fikri, burjuvazinin yüksek ikna(!) gücünün de etkisiyle, sosyalist fikirlere kaynaklık eden halk egemenliği fikrine hep baskın ola geldi.

Çünkü güçlü olanın, yani burjuvazinin çıkarı bundaydı.  Genel ve eşit oy olsa dahi burjuvazinin istediği kişilere seçim kazandırtarak isteklerinin yerine getirilmesini temin edebilmeye yetecek organizasyon yeteneği, para gücü ve becerisi vardı.

Bundan yararlanmasını bildiler.

Kimi zaman kimi yerde bu işleyişin tehlikeye düştüğü anlarda silah kullanmak da dahil her türlü yol ve yöntemi kullanarak sorunları aşıp küresel egemenliklerini tesis ederek bugüne kadar geldiler.

Bu arada kendi modaları olan ve dünyada sayıları her geçen gün çoğalan ulus devletler artık ayaklarına dolanmaya başlıyordu.

Ulus kavramının, millet olma ülküsünün, bağımsız vatanda ulusal egemenliğin devri kapanmalıydı.

Demokrasi, millet ve ulus devlet, günümüzde artık küresel bir organizasyon haline gelmiş olan burjuvazinin ilk başlardaki egemenliğinin tesisi için o zamanlar bir ihtiyaçtı ancak bugün artık böyle bir ihtiyaç yoktu.

Özellikle gelişmekte olan dünyada, Asya’da, Afrika’da bir ölçüde yerleşmeye başlamış olan bu sistem artık küresel kapitalistin dünyanın her hücresine nüfuz edebilmesinin önünde büyük bir engel oluşturuyordu.

Orda burada siyasi sınırlar, dış ticaret rejimleri, gümrük tehditleri, devletçilik eğilimleri, çeşitli düzeylerde örgütlülükler, ittifaklar, bloklar can sıkıcıydı.

Her bir millet; bünyelerinde yer alan ırklar, dinler, mezhepler, cemaatler, tarikatlar, kavimler ve bunların her birinin çoğunlukta oldukları toprak parçalarına bağlılıkları ekseninde bölünür, parçalanır, bir birine düşman edilir, birbirine kırdırılırsa, küresel egemenlerin ayaklarına dolanan engeller rahatlıkla ortadan kaldırılabilinirdi.

Daha olmadı, demokratik işleyiş yozlaştırılır, etnik, dinsel, mezhepsel ayrılıklar kaşınabilirdi. Demokrasi bu iş için de eşsiz fırsatlar sunuyordu. İç siyasetleri buna göre dizayn etmek mümkündü. Böylece çoğunluk olan grubun diğer gruplar üzerinde egemenliği tesis olunabilirdi.

İşte Sovyetler Birliğinin ve Yugoslavya’nın dağılması sonrasında Balkanlarda ve Kafkaslarda başlayan Ortadoğu’ya ve Afrika’ya yaydırılarak İran üzerinden sürdürülmesi planlanan kanlı ırk – mezhep – din eksenli kamplaşmaların ve çatışmaların, yani güncel küresel saldırıların temelinde bunlar vardır.

Küresel egemenlere, daha doğrusu emperyalist güçlere göre, Fransız İhtilalinin ürünleri olan millet,  ulus devlet, bağımsızlık ve laiklik kavramlarının miadı dolmuştur. Bunlar tedavülden kaldırılacaktır.

Bugün her kim ırkçılık, dincilik, mezhepçilik, kavimcilik yapıyorsa, bilerek veya bilmeyerek bu değirmene su taşımaktadır.

Saldırı küresel egemenler kaynaklıdır.

Çözüm nedir peki… derseniz, en başta Atatürk çizgisinde ulusal birliğin muhafazası ve saldırını esas hedefi olan dünya emekçilerinin dayanışması, birlikte mücadelesi, yani “enternasyonalizm”, diyeceğim de, ona da çekiniyorum, çünkü, en başta emekçiler olmak üzere hep bir ağızdan; “dinozor, bunların devri çoktan kapandı…” itirazlarına muhatap olacağımı artık çok iyi biliyorum.

Ama şurası kesin; Gelişmekte olan ulus devletlerden başlayarak, milli iradeyi esas alan burjuva demokrasisinin çağı kapanmış olup bu gerçeğin ırklar, dinler, mezhepler arası iç kamplaşmalar, kargaşalar, iç çatışmalar, ve iç kaoslarla dünyaya kabul ettirilmesi sürecinden geçiyoruz. Ve Türkiye olarak biz de bu tehditten bağışık değiliz. Hatta belki bu tuzağa çoktan çekilmişiz, saflarımızı tutmuşuz  ama haberimiz yok… kimbilir?

Kenan IŞIK

 


  • [1] Mümtaz Soysal – Anayasaya Giriş İmge Yayınevi 3. Baskı s. 76
 
Toplam blog
: 432
: 2964
Kayıt tarihi
: 16.05.07
 
 

Mülkiye mezunuyum. Emekli müfettişim. Ankara'da yaşıyorum. S'oligarşi isimli kitabı yazdım. Kitap..