Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Şubat '19

 
Kategori
Felsefe
 

Demokrasi Üzerine Bir Söyleşi

*Demokrasi nedir?

Bu da sorulur mu?

İlkokul çocuğuna sorsan söyler.

"Halkın kendi kendini yönetmesi" diye.

Tanım bir tane de iş uygulamaya gelince rivayet çeşitleniyor. Bir türlü anlaşamıyoruz neyin demokratik olup neyin olmadığı üzerinde.

"Demokratik" ve "Klasik" üzerine kurulu güzel bir anekdot vardır.

Türkiye'de uzun süre görev yaptıktan sonra ülkesine dönen ve emekliliğinde ziyaretimize gelen bir Amerikalı diplomat Türk meslektaşlarıyla sohbet ediyormuş.

Söz eski yöneticilerden açılmış. Adam rahmetli Ecevit ile Demirel'i sormak istemiş ama isimlerini hatırlayamamış. "Hani sizin iki muhterem lideriniz vardı. Birisi "demokratik" ti diğeri "klasik". "Onlar nasıl, ne yapıyorlar" demiş.

Türk diplomat anlamış soruyu.

Onlar iyi demiş. Birinin "demokratlığı" gitti "tik" i kaldı. Diğerinin ise "klası" gitti biz şimdi O'na "baba" diyoruz.

Allah rahmet eylesin. Doğrularıyla yanlışlarıyla ikisi de ülkeye ve demokrasiye hizmet etmişlerdi. Bence ikisi de özünde demokrattı.

Bugün ne durumdayız dersiniz?

*Demokrasinin "iyisi-kötüsü" olur mu?

Duymuşluğunuz vardır. Demokrasi üzerine ahkam kesenler söze, "gelişmiş demokrasilerde" diye başlarlar ve bizim demokrasimizin henüz gelişmemiş olduğunu söyleyerek devam ederler. Gelişmiş-gelişmemiş demokrasiden ne kastetttiklerini ve  bu ayırımı hangi ölçeği kullanarak yaptıklarını bilmek isterdim.

Bence demokrasinin gelişmişi-gelişmemişi olmaz. Demokrasi vardır veya yoktur.

Birazdan açıklayacağım.

Bir de sıkılmadan eklerler. "Efendim halkın kültür düzeyi demokrasiye uygun değil". 

Hayatımda duyduğum en demokrasi dışı söylem. Demokrasinin ne olduğunu bilmeyen bir insan ancak bunu söyleyebilir.

Bir bilen bana söylesin halkın kültür düzeyinin demokrasiye uygunluğunun nasıl anlaşıldığını. Nasıl ölçüldüğünü. Kimin ölçtüğünü. Kimin böyle bir hakkı ve yetkisi olduğunu.

Böyle bir ölçüm yapılamaz. Her insan insan oluşuyla peşinen demokrasiyi hak eder ve her zaman hazırdır. Her toplum bir diğerinden farklı olduğundan demokrasileri de farklı olur. Karıştırılan bu olsa gerek.

Kimse benimki seninkinden daha iyi diyemez. Herkesinki kendine. Kimseninki kimseye uymaz ki.

*Bekledim de gelmedin.

Halk demokrasiye uygun hale gelsin diye 1946 yılına kadar bekledik. Daha da bekleyecektik ama, baktık pabucun fiyatı çok artmış. Batı ülkeleri demokrasimiz yok diye bizi aralarına almıyor. Rusya ise habire sıkıştırıyor yukardan. İkinci Dünya Savaşını kazanmış, kabına sığamıyor, saldıracak yer arıyor. Korku dağları bekliyor. Birden demokrat oluverdik.

Ne olduğunu anlamadan ve inanmadan, içimizden gelmeden. Şeklen.

Batının da işine geldi. Rusya'yı güneyinden kuşatmanın yolunu yine bulduk diye sevindiler. Birlikte kazandıkları savaştan sonra, Almanya tehdidi ortadan kalkınca, işler değişmiş komünist Rusya hür dünya için yeniden tehdit olmuş, Soğuk bir Savaş başlamıştı.

1950'li yıllarda tarihin saati 1880 yılına geri çekildi. Osmanlı anılan yıla kadar, diğer bir deyişle, mecali tükeninceye kadar, Batının müttefiki olarak, Rusya'nın güneye inmesini engelleyen güçtü. Bu kez aynı işlevi Türkiye Cumhuriyeti üstlendi.

Kanmayın siz batılıların demokrasi masallarına, onlar için esas olan kendi çıkarlarıdır. Öyle olmasaydı 12 Eylülcülerle sarmaş dolaş olurlar mıydı. NATO'ya üye olduk da Avrupa Birliğine neden üye  olamıyoruz dersiniz.

Laf aramızda her ülkenin kendi çıkarını gözetmesinde ve politikasını ona göre düzenlemesinde yanlış bir şey yok aslında. Biz bu konularda biraz "katıyız" galiba. Sevip bağlandık mı dostlarımıza, kara sevdaya düşüp, gözlerimiz değişen dünya gerçeklerini görmez oluyor. Oysa dünya her gün yeniden kuruluyor. Politika açısından biraz esnek olmakta fayda var. Ülkelerin dostları değil çıkarları vardır diyen adam ne güzel söylemiş.

*Demokrasiyi biz mi istedik?

Yurdum insanına gelince,1946 yılında çok partili demokrasiye geçelim diye bir talebi yoktu. Çünkü içinde öyle bir duygu yoktu. Bu ilgisizlik sürdükçe demokrasiye yapılan "tasallutları" hep görmezden geldi. Demokrasi onun değildi ki. Demokrasiye kastedenleri alkışladı bile.

İnanmadığımız öylesine belliydi ki...

27 Mayıs 1960 da darbeler süreci başladı. Demokrasinin bağrına ilk hançer saplandı.

Siyasi partiler kapatıldı. Siyasetçiler idam edildi.

Demokrasilerde partileri oy vermeyerek halk kapatırdı ama kimin umurunda.

12 Mart, 12 Eylül, 28 şubat ve 27 Nisan'la sürdü demokrasi cinayetleri. Nasıl gelişseydi ki demokrasimiz. Artık olmaz herhalde derken bir de 15 Temmuz gelmez mi? 

Halkımın darbelere karşı umursamazlığı nihayet 15 Temmuzda sona ermiş görünüyor. 15 Temmuzdaki karşı duruş demokrasiyi sahiplendiğimizin göstergesi ve bir dönüm noktası olabilir.

Çok geç kaldık diye düşünebilirsiniz. Tartışılabilir. Demokrasi öyle nazlı bir çiçektir ki çok yavaş büyür. İyi bakmak gerekir. Ama ne kadar iyi bakarsanız bakın sürecin kendi doğası ve akışı vardır ve hızlandırmak olası değildir.

İnsan davranışlarına bağımlıdır. Demokrasinin yapı taşı insandır.

En temel davranış değişiklikleri için bile, örneğin; ortak yaşamın kurallarına uymak, içinde hasta olan ambulansa yol vermek, kitap okumak, hoşgörülü olmak, şiddete başvurmamak, hak yememek, sanattan zevk almak gibi, nesiller gerekir. 

İnsanın özüyle ilgili, tebaalıktan vatandaşlığa geçiş gibi, temel anlayış değişiklikleri ise asırlar alır.

Biz de çok çok önceden başlayabilseydik keşke. 1215 yılında başlayanlar var. Magna Carta'yı okuyun lütfen.

*Demokrasinin tanımından hareketle.

Demokrasi halkın kendi kendini yönetmesidir dediğimizde tanım doğru ama yorumunu da doğru yapmalıyız.

Demokrasi halkın kendi kendini iyi yönetmesidir demiyor ki tanım. Yönetmesidir diyor sadece. İyi ve kötü göreceli kavramlardır. Herkese göre değişir.

Halk kendisini yönetiyorsa rejim demokratiktir.

Esas olan halka iradesini özgürce ortaya koyma fırsatı verilip verilmediğidir. Sonrası halkın bileceği iştir.

Hiç kimse halkın ortaya koyduğu iradeyi sorgulama ve yargılama hakkına sahip değildir. 

Halkın iradesini, bize oy vermediği için, beğenmeyip hoşumuza gidecek başka bir irade ortaya koymasını istemenin demokraside yeri yoktur. Buna başarısızlığa kılıf aramak da denebilirse de esasında demokrasi anlayışımızın özürlü olduğunu gösterir.

Halk ancak kendi özünde var olan bir iradeyi ortaya koyabilir. Hekes buna saygı duymak zorundadır.

Demokrasi iki tane kuralı olan basit bir sistemdir.

Kural 1: Halk her zaman haklıdır.

Kural 2: Halkın haksız olduğu durumlarda birinci madde uygulanır.

*Demokrasinin ölçeği nedir?

Halkın sosyal-kültürel dokusuyla yönetenlerinki özdeşse o ülkede demokrasi vardır. Halk yönetimde demektir. Özdeşliğin derecesi demokrasinin gelişmişlik derecesinin ölçeğidir. Başka ölçek yoktur.

Beylik sözdür.

"Her halk kendisine layık olan yönetimlerce yönetilir" diye. Öyle de olmalıdır.

Yönetenlerle halkın sosyal- kültürel dokusu arasında uyumsuzluk varsa ülke demokrasiyle yönetilmiyordur. Çünkü halk kendini yönetmiyordur. Birileri yönetime el koymuştur.

Ülkelerin halkının tümü elbette ki bire bir aynı sosyal-kültürel değerlere sahip değildir. Ancak ortalama değerleri en azından uzlaşabilir olmalıdır.

Bakmamız gereken bir arada yaşamayı mümkün kılacak asgari ortak sosyal-kültürel değerlerin toplumda var olup olmadığıdır.

Varsa o toplumun önü açıktır. Demokrasisi vardır ve olacaktır.

Yoksa, farklılaşmalar uzlaşmaz boyutlara varır ve konu yönetim sistemi konusu olmaktan çıkar, varlık sorununa dönüşür. Çünkü böyle bir durumda sorunlar tartışılıp ortak akılla çözümler üretilemez. Üretilemediği için de sorunlar katlanarak artar ve iş içinden çıkılamaz hale gelir.

1970-1980 yıllarını hatırlayın. Yaşınız yetmiyorsa okuyun.

Vatandaşlar arasındaki ortak değerlerin zayıflığı ülkenin varlığının idamesi açısından yaşamsal boyutta bir tehlikeye işaret eder. Kutuplaşma başlar.

Toplum kutuplaştığında önyargılar aklın önüne geçer. Hamaset ön plana çıkar.

Hamasete dayanan bir siyasi mücadelenin olduğu yerde demokrasi olmaz. Bütün siyasi aktörlerin ülkenin iyiliği için çalışıyor olmaları demokrasinin ön kabulüdür. Siyasi aktörlerin hedefi birdir. Ülkenin emniyet ve refahını sağlamak. Ancak hedefe varmak için önerdikleri gidiş yolları farklıdır. Halk hangi yolun daha iyi olduğuna inanırsa o yolu önerene oy verir.

Aralarında ülkenin iyiliğini istemeyenler varsa halk onları ayıklamasını bilir.

Demokrasi toplumun sorunlarını çözen sihirli bir değnek değildir. Sorunların tanımlanıp çözümler geliştirilebilmesi için uygun ortam ve mekanizmaları sağlar. Sorunlarını toplum kendisi çözecektir. Demokrasi, bilinenlerin içinde, sorunların uygun ve kalıcı çözümüne ortam sağlayan en iyi sistemdir.

Bu yargı onun kusursuz olduğunu göstermez. Kusurları vardır. Ancak kusurlarının demokrasi içinde giderilmesi mümkündür.

Kusurlarına da bakarız.

*Demokrasinin kriterleri nedir? Çekirdeksiz köyü (bizim köy) Kopenhag'a karşı.

1960'lı yıllarda başlayıp halen süren bir çabamız var. Batının sosyal ve siyasal sisteminin bir parçası olmak istiyoruz. Osmanlı dönemine dönersek çok daha öncesi de var. 1856 Paris Anlaşmasına kadar gider süreç. Uzun çabalardan sonra o anlaşmayla "Avrupa Devleti" sayılmıştık. 

Sayılmakla olmadı bir türlü de olmuyor.

Neden acaba?

Şimdi bize, "muktesebatınız" bize uymuyor. Yani toplumsal edinimleriniz bizimle aynı değil. Onları değiştirin, bize benzetin, öyle gelin derler.

Demek istedikleri şu; Sizin sosyal-siyasal dokunuz bize benzemiyor. Demokratik değilsiniz. O nedenle sizi aramıza alamayız. Değişin.

Peki değişelim de nasıl? Toplumun varoluşundan beri benliğinde olan, tarihsel süreçler sonucu gelişip  şekillenen dokusu nasıl değiştirilir ki. Toplumun özünden söz ediyoruz. Onu çıkarıp yerine batının istediğini şırınga etmek mümkün mü?

Olacak iş değil.

Onlar biliyorlar böyle bir şeyin olası olmadığını. Biz biliyor muyuz emin değilim.

O zaman madem özünüzü değiştiremiyorsunuz bari kanunlarınızı değiştirip bizimkilerle uyumlu hale getirin dediler. Laf ola beri gele. Oyalamaca. Biz bu yaklaşımla Tanzimatta tanışmıştık. Artık "gavura" "gavur" dememeye karar vermiştik.

Kopenhag'da Kriterlerimiz var alın onları sizin olsun diyorlar.

Onların ne olduğunu biliyor musunuz? Nereden bileceksiniz ki? Özü itibariyle benim çocukluğumdaki bizim köyün kriterleri.

Çekirdeksiz Köyünde kaybettiğimiz kriterleri Kopenhag'da aramaya başladık.

*Dışarıdan kriter alınır mı?

Dışarıdan kriter alınmaz. Bünyeye uymaz. Sakil durur.

Pratik bir değeri olmaz. Kağıt üstünde kalır.

"Kopenhag Kriterlerini" alıp, üzerine "Ankara Kriterleri" yazabiliriz ama onlar asla bizim olmaz.

Başkasının kriteriyle demokrasi olmaz.

Her toplum kendi kriterini ve kriterine uygun demokrasisini yaratır.

Taşıma suyla değirmen dönmez.

Bu noktada durumu anlatan daha güzel bir sözümüz var ama yazmak yakışık almaz.

Toplumu kendi kriteri ve demokrasisiyle başbaşa bırakalım.

İçinden geldiğinde onlara istediği şekli verecektir.

Toplumun içinden gelen değişiklikler sağlıklı ve kalıcı olur. Demokratik olur. Demokrasi budur.

Yeter ki darbe gibi abuk-sabuk işlerle süreci sekteye uğratmayalım. Bırakalım toplum kendi yolunda gitsin. Siyasi bilinci özüne uygun olarak gelişip şekillensin.

Toplumların siyasi bilincinin gelişmesi çocuğun gelişmesine benzer. Çocuk emeklemeden yürümez, yürümeden koşmaz.

Toplumlar da öyledir. Süreci bir yerinde zorla keserseniz bilinç değişimi o noktada durur. Örneğin 1960 yılında darbe yaparsanız takvim yılı 1980'e de gelse, siyasi bilinç yılı 1960'ta yani kesintiye uğradığı yerde kalır. Önü açıldığında gelişmesine kesildiği yerden devam eder. Takvim yılını kendiliğinden takip etmez.

Darbeler ve zorlamalar toplumları geriye götürür denmesinin altında bu gerçek yatar. Aslında doğru söylem geri götürür değil de "geri bırakır" şeklinde olmalıdır. Çünkü dünya dönmeye devam eder ve duran geri kalır. Kendimizi durdurabiliriz ama zamanı durduramayız.

2500 yıl önce, Efes'te yaşayan Herakleitos adlı bir adam demiş ki:

"Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir"

Ne aklı evvel bir adammış.

*Batının dediklerini yapmaya çalışalım mı?

Bugüne kadar Batının özendirmesi ve zorlamasıyla yaptığımız hiç bir sosyal-siyasal düzenleme anlamlı ve kalıcı olmamıştır.

Bundan sonra da olmayacaktır.

*Klasik itirazlar.

Duyuyorum sizi.

Şartlandırılmış demokratlar.

Olur mu canım böyle demokrasi diyorsunuz. Nerede güçler ayrılığı, hukuk devleti, yargı bağımsızlığı, basın özgürlüğü vs. Batıda hepsi var. Onlardan alalım olsun bitsin.

Yazıyı baştan okumanızı öneririrm.

Bir derdiniz varsa bana değil halka anlatın.

Halk hukuk devleti isterse devlet öyle olur.

Halk bağımsız yargı isterse yargı bağımsız olur.

Halk özgür basın isterse basın özgür olur.

Sizin veya benim dememle olmaz.

Halk uygun gördüğü sürece milletvekillerini ve yerel yöneticileri parti genel başkanları belirlemeye devam eder. 

Biz de gidip onlara oy veririz.

Demokrasilerde seçenler seçilenlerin sorumluluğunu taşır. Sevabıyla günahıyla.

Halk adaylarını seçme sorumluluğunu üstlenmek isterse üstlenir, istemediği, diğer bir deyişle, sorumluluk altına girmeye gönüllü olmadığı sürece mevcut seçme-seçilme düzeni sürer.

Farkındasınızdır umarım, biz böylece sorumluluktan kaçıyoruz. Liderlerimize bizi sorumluluk almaktan kurtardıkları için yatıp kalkıp dua etmeliyiz. Ya seçimi bize yaptırırlar ve seçtiklerimiz başarısız olursa.

Az konfor mu bize sağladıkları?

Bu demokrasi olmadığı anlamına gelmez.

Böyle demokrasi olmaz diyen şartlanmışlara son bir sözüm var.

Demokrasi tam da böyle olur.

Demokrasi halkın kendi kendini yönetmesidir. İyi yönetmesi (o da neyse) değildir. İyi ve kötü göreceli kavramlardır.

Nasıl göründüğü baktığınız açıya göre değişir.

Çok mutsuzsanız açınızı değiştirin.

*Demokrasinin kusurları-İstanbul deprem çıkmazı.

Demokrasi çok iyidir demedim. Bilinen sistemlerin içinde en iyisidir dedim.

Çok kusuru var. Bir tanesinden söz edelim.

İstanbul'u soktuğumuz deprem çıkmazından. Sorun İstanbul'la sınırlı değil elbette. Örnek olarak düşünün.

1946 yılında çok partili sisteme geçtik. 

Yurdum insanı kendisine "bahşedilen" "oy gücünün" farkına çabucak vardı.

Başladı siyaseti kendi kısa vadeli çıkarlarına göre yönlendirmeye.

Siyasetçiler de buna teşneydi. Aklı ve bilimi boşverdiler.

Ülke yoksuldu. Osmanlı'dan miras aldığımız yüksek çoğalma hızı sürüyordu. Doğduğumuz ortamlarda doyunamaz olduk. Kimse bir durun ne yapacağımızı düşünelim demedi. 

Köyünde kasabasında barınamaz olan insanlar şehirlerin yolunu tuttu. Şehirlerin derelerine yamaçlarına "gece" leyin "kondular". Ne güzel anlatır olayı "gecekondu" sözcüğü.

Doyunma göçü ülke içiyle sınırlı kalmadı. Avrupa'ya uzandı. Bizim köyün bir ucu İstanbul'da diğer ucu Almanya'da.

Ben okula başladığımda halkımın yüzde sekseni köyde yaşardı. Şimdilerde yüzde onun altına düşmüş. Öğrenci olmadığı için köyümün okulu kapanmış.

Şehirdeki yapılaşma doğal olarak ilkel oldu. Bir kültürümüz öyleydi iki ekonomik gücümüz ancak ona yetiyordu.

Konan kalkmadı yerinden tabii ki ve giderek yayılıp yerleşti. Yol, elektrik, su istemeye başladı.

"Yarim İstanbul'u mesken mi tuttun"?

"Gördün güzelleri beni unuttun" diye türküler yakıldı Anadolu'da.

Gecekondulara hizmet ve tapu vaadleri seçimlerin ana temalarından birisine dönüştü.

Sonuçta gele gele bugünkü İstanbul'a geldik. Deprem olmaksızın bile ayakta duramayıp kendiliğinden yıkılan binalara.

Plansız programsız, kaçak yapılaşmadan dolayı deprem tedirginliğiyle yaşayan bir şehre.

Şehrin büyük bölümüne şu anda bile yolların darlığından ve park eden araçların işgalinden dolayı ambulans ve itfaiye giremiyor.

Depremde nasıl girecek?

Deprem kaçınılmaz diyor bilim adamları.

İnşallah yanılıyorlardır.

Olursa da büyük yıkım bekleniyor. 

Bina kalitemizin biz içindekileri koruması mümkün görünmüyor.

Yemeyip içmeyip bu olası felaketi ülke olarak en az kayıpla atlatmanın yollarını bulmalıyız. Elimizdeki her kuruşu yapılarımızı sağlamlaştırmak için kullanmalıyız. Seferberlik ilan etmeliyiz. Olay o kadar yaşamsal ki, çocuklarımızı doyuralım, büyükler açlıktan ölmeyecek kadar, bir-iki öğün yiyip idare edelim.

Olmaz öyle şey mi diyorsunuz? Siz bilirsiniz. Umarım kötü sonuçlarla karşılaşıp keşke dinleseydik adamı deyip bana hak vermezsiniz.

Boşa geçirdiğimiz her saniye kayıp hanemize yazılıyor.

Sıra ellerimizle yarattığımız çıkmazın konumuzu ilgilendiren yönünde. Bu duruma nasıl geldik?

*Kim suçlu?

Halkın "sağlıksız yapılaşma" eylemini 1946 yılından bugüne kadar engellemeyen, yapıları ağlamlaştırmaya çalışmak yerine gecekondu afları, imar barışları ilan ederek cesaretlendiren yöneticilerimiz mi?

Yöneticileri oy vermemekle tehdit ederek onları kısa vadeli haksız çıkarlarımızı meşrulaştıran kanunlar çıkarmaya zorlayan bizler mi?

Durduğu yerde yıkılan binalarda kaybettiğimiz ve .Allah korusun, olası depremde kaybedeceğimiz canların hesabını öteki dünyada kim verecek?

Neyse ki bu zor sorunun cevabını ben vermek zorunda değilim. Ne aklım buna yeter ne de kendimde böyle bir yargıya varmaya hakkı görürüm.

Ama inanıyorum ki Yaradan er-geç bu hesabı bizden soracak. İlahi adalete inanırım.

Konumuza dönüp demokrasi açısından olaya bakarsak şu değerlendirmeleri yapabiliriz.

Demokrasilerde ülkede yapılan ve yapılmayan her şeyden halk sorumludur. Yani biz.

Yöneticileri seçen, yönlendiren, denetleyen-denetlemeyen bizler.

Sen, ben, o, biz, siz, onlar.

Yönetenlerin hiç mi günahı yok diye sorarsanız. Var.

Lider olamadılar.

Yöneticilik başka, liderlik başka şeydir. 

Lider halkın özünü içinde hisseden ancak fikirleriyle halkın bir adım önünde olan kişidir.

Lider büyük resmi önceden görebilen kişidir.

Gördüğü resmi halkla paylaşıp, ikna edip, işlerin çıkmaza girmesini önleyebilen kişidir.

Halkı doğru davranışlara özendirmek de O'nun temel görevleri arasındadır.

Sonunda halkın dediği olursa da liderin yol göstericiliği önemlidir.

Dilerim zamanla içimizden liderler çıkarabiliriz.

*Geçmişe bakarsak.

Bugünkü aklımızla geçmişe bakmak pek doğru olmazsa da ders almak açısından bazı çıkarımlarda bulunabiliriz.

Sorunlarımızın temelinde yoksulluk oldu hep. 

Her işin başı "yokluk" der Anam.

Cumhuriyet, Osmanlı'dan hastası, yaralısıyla 11-12 milyon kişi devraldı. 

Okuma yazma oranı yüzde beşlerde, kişi başına yıllık milli gelir 50 doların altındaydı.

Sanayi yoktu. Toplu iğne yoktu. Cam yoktu.

Az iş yapmadık.

Ama kolay değildi yoksulluğu aşmak.

Nüfusun hızla artması yoksullukla mücadeleyi çok güçleştirdi.

Yoksulluğu aşıncaya kadar yüksek nüfus artış hızını düşürelim mi diyen liderlerimiz olabilirdi geçmişte. Olmadı.

Barınabilecek kadar nüfusun köylerde yaşamaya devam etmesi özendirilebilirdi.

Tarıma bilimsel destek sağlanabilirdi.

Eğitim ve sağlık hizmetleri yaygınlaştırılabilrdi.

Şehirlere göçte doyunmadan sonra gelen en önemli etken çocuk okutmaktı.

6-8 yıllık temel eğitim herkese doğduğu ve ait olduğu yerde verilebilirdi.

Ne söylesek artık faydası yok. Geçmişi ardımızda bırakmak zorundayız. Ne yapalım gücümüz bu kadarına yetti.

Karamsarlığa gerek yok.

Başladığımız yere bakarsak çok iş yaptık.

Demokrasi içinde yaptık bunları.

*Demokrasiden vaz mı geçelim?

Tam tersine. Daha sıkı sarılalım ona. 

Geçmişte çok zor şartlar altında neler neler başardık.

Türkiye 1923'lerin yoksul ülkesi değil bugün.

Çok daha iyisini yapabiliriz demokrasiye sımsıkı sarılarak.

Başka yol yok.

 

 
Toplam blog
: 82
: 1739
Kayıt tarihi
: 04.05.13
 
 

Emekli pilotum. 1950 yılında Polatlı Çekirdeksiz köyünde doğdum. İlkokulu köyde ve Polatlı'da, li..