Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Ocak '15

 
Kategori
Öykü
 

Demokratik deliler devleti-11

Demokratik deliler devleti-11
 

-Delilere her gün bayram!

-Akıllı geçinenlere ise yılda sadece birkaç gün bayram!

-Bayram günlerini artırmak için delirmeye var mısın?

**

Tam sekiz gün boyunca hiç durmadan kar yağdı. Hastane bahçesi kara gömüldü. Kar yağışı bittikten üç gün sonra da yağmur yağmaya başladı. Bu da iki gün devam etti. Yağmur suyu ve ısınan havanın erittiği kar suları birikince hastane bahçesi adeta bir göle dönüştü. Suların tamamıyla çekilmesi bir haftadan fazla sürdü. Ve en sonunda yerler kurudu, güneş yavaş yavaş yüzünü göstermeye başladı.

Günlerce hapis hayatı yaşadık. Hava şartları bunu gerektirdi. Sıkıldım, hem de çok. Sıkılan tabii ki sadece ben değildim. Benim gibi olan çok kişi vardı. Bilhassa Küfürbaz bunu açıkça belli ediyordu…

Küfürbaz, adından anlaşılabileceği gibi herkese, her şeye durmadan küfür eden biridir. Ana avrat dümdüz gider. Laflarının yarıdan fazlası küfürden ibarettir. Onun ettiği küfürlerin binde birini bir başkası etse insanlar, hemen kavga çıkarırlar, hatta cinayet bile işleyebilirler. Ama Küfürbaz’ınkilere sadece gülüp geçerler.

Ve bir gün baharın müjdecisi tomurcukların açıldığını görünce kışın bittiğinden kesin olarak emin oldum. Hemen karıncalarımın olduğu yere koştum. Görüşmeyeli çok olmuştu. Selam verdim. Yüzlerindeki gülümsemeden selamımı kabul ettiklerini anladım. Üstelik bana eskisi gibi düşmanca bakmıyorlardı. Onlara kışın çektiğim sıkıntıları anlattım. Dinlediler mi bilmem, çünkü o kadar çok işleri vardı ki başlarını kaldırıp bana bakmaya bile zamanları yoktu.

Karıncaların yanındaki çimenlerin üzerine uzanıp gökyüzünü seyretmeye başladım. Birkaç küçük bulut vardı gökyüzünde. Sayıları daha sonra arttı, onları sürü halinde uçan martılara benzettim. Uçuşuyorlar hatta dans ediyorlardı. Bunları yaparken sanki bilinçli olarak güneşi kapatmaktan kaçınıyorlardı. Güneş bütün tatlılığıyla doğayı ısıtıyordu.

Bir ses duyup yattığım yerden kalktım. Gelen Dedikoducu’ydu. Haberler oldukça birikmiş olmalı ki sabahtan beri beni aradığını söyleyerek söze başladı:

-İmparator ve adamlarını kış etkilemeseydi, şimdi bir devletimiz olacaktı. Darbe için ne gerekiyorsa hazırlanmıştı, sadece harekete geçmek kalmıştı.

-Her şey hazırsa, kış olmasının darbeden vazgeçmede ne etkisi var ki…

-Hava şartlarının elverişsiz olması nedeniyle hastanedeki birçok görevli işe gelemediler. Onlar tüm personelin burada olduğu bir zamanda darbe yapıp hepsini gözaltına almak istiyorlar.

-Hazırlıklarını tamamladılar, diyorsun. Nasıl hazırlık yaptılar?

-Mali sorunlar için çözüm üretildi. Tüm personelin maaşlarına, kredi kartlarına, telefonlarına, kıymetli eşyalarına el koyacaklar. Bir diğer önemli konu, emniyet birimini oluşturmaktı. Bunun için de yüze yakın kişi tespit edildi. Bunların bazıları ile görüşülüp mutabakat sağlandı.

-Desene yakında darbecilerin postal seslerini duyacağız!

-Evet yakındır. Birkaç gün sonra belki

Dedikoducu biraz daha konuşup, sessizce yanımdan uzaklaştı. O gidince olacakların kendim için hayır mı şer mi olacağını düşünmeye başladım. Bir cevap bulamadım. Hem korkuyordum, hem de seviniyordum. Korkuyordum çünkü İmparator’un eline düşmek hiç de hoş değildi. Seviniyordum çünkü bir devletim olacaktı. Belki devletim olunca herkes tarafından horlanmaz, daha iyi bir hayat standardına kavuşabilirdim. Ne bileyim işte, aklıma ilk gelenler bunlardı. Belki de hiçbiri doğru değildi…

Bu konuda daha fazla kafa yormak istemiyordum. Karıncalarıma döndüm.

Hayret! Karıncalarım telaşla yuvalarına kaçıyorlardı. Acaba bir tehlike mi sezinlemişlerdi? Son karınca yuvasına girinceye kadar izledikten sonra odamın yolunu tuttum. Odaya gelince cam kenarına oturup etrafı seyretmeye devam ettim. Gökyüzündeki ufak bulutlar arkalarından biri kovalıyormuş gibi hızla uzaklaşıyorlardı. Evet, onları kovalayan vardı: Daha koyu renkli ve oldukça büyük bulutlar. Ama bunlar da gökyüzünde kalıcı değillerdi, çünkü kısa bir süre sonra yerlerini çirkin, öfkeli bir insan suratına benzeyen siyah bulutlara bırakmak zorunda kalıyorlardı. Ortalık gece kadar olmasa bile karanlıktı. Çirkin suratlı bulutlar ağızlarından tükürükler saçmaya başlayınca cama iri su damlalarının çarptığını gördüm. Şimşek çakıyor, gök gürlüyordu. Derken şiddetli bir yağmur başladı. Bir ara yerle göğün birleştiğini zannettim.

Karıncalarımın neden telaşla yuvalarına kaçtıklarını şimdi anlamış oldum. İçgüdüleri sayesinde bu tehlikeyi fark etmişlerdi.

Gene şimşek çaktı, bir daha ve bir daha… Son çakmanın ardından şiddetli bir gürültü koptu, sanki top patladı! Galiba çok yakın bir yere yıldırım düştü. Biraz sonra ormanlık alandan yükselen dumanlar bunu doğruluyordu. Buraya da yıldırım düşer diye korktuğum için cam kenarından uzaklaştım, kendimi yatağa attım. Çok değil beş-on dakika sonra yağmur sesi kesildi, ortalık aydınlandı. Bitmişti. Gene cam kenarındaydım. Güneş çıkmıştı bile. Orman tarafındaki duman azalmamış aksine çoğalmıştı. İtfaiyenin siren sesini duyuncaya kadar camdan ayrılmayıp dumanın hızla göğe yükselmesini izledim. Birazdan duman kesildi, yangın söndürülmüş olmalıydı.

Postal seslerini birkaç gün sonra duyacağımızı umuyorduk; yanılmışız. Aksilik bu ya yeni bir engel çıkmıştı: Sağlık Bakanı bir hafta sonra hastaneyi ziyarete gelecekmiş.

Bu nasıl bir Sağlık Bakanı’ymış ki delilerin mekanını ziyarete geliyordu. Başka işi yok mu acaba? Ben bu güne kadar bir akıl hastanesini ziyaret eden bakan duymadım! Bu galiba bizden biri!

Haber hızla yayıldı. Zaten teyakkuz durumuna geçilmesinden de olağanüstü bir durum olduğu anlaşılıyordu.

Teyakkuz durumuna geçildi de ne mi yapıldı? Ne yapılmadı ki! Tüm personelin izinleri kaldırıldı, izinde olanlar göreve çağırıldı. Herkese mecburi gece nöbeti konuldu. Kısacası tüm personel yirmi dört saat görev başında olacaktı. Gece nöbetlerini uykuya tutturan o güvenlikçileri görmeliydiniz! Hepsinin suratlarından düşen bin parça…

Bu ziyaretin bize hem faydası hem de zararı vardı. Faydası: Yatak çarşaflarımız, yastık kılıflarımız yenilendi. Hepimize yeni alınmış pijamalar verildi. (Yalnız, bu pijamaları bakanın geleceği son güne kadar giymememiz tembihlendi. Bu tembihi tutan kişi azdı, daha o gün eski pijamaları atıp yenilerini giyen çok oldu.) Zararı: Bizden elinden iş gelenleri de çalıştırdılar. Temizlik işlerinde ve yemekhanede görev verdiler. Son iki gün ortalık kirlenmesin diye bahçeye çıkışları yasakladılar.

Mutfaktaki kap kacak kalaylandı, ocaklar pırıl pırıl oldu, yemekhanedeki masalara örtüler serildi, yeni perdeler takıldı.

Beni odalarımızın bulunduğu binanın arkasındaki meşguliyetle tedavi ünitelerinin bulunduğu yerde görevlendirdiler. Düzenleme ve temizlik işlerinde yardım edecektim. Burası önem verilen bir yerdi ve büyük bir ihtimalle bakan geldiğinde önce buraya yönlendirilecekti. Dört katlı binada müzik odaları, atölyeler, spor salonları yer alıyordu. Hastalar el işleri, resim, müzik, spor, çiçek, nakış, dikiş, demircilik, marangozluk, takı gibi işlerle uğraştırılıyordu. Ortaya çıkan eserleri görünce hayretler içinde kaldım. Şahane tablolar, yapma çiçekler, dikilmiş giysiler, ilginç takılar, demir ve tahtadan yapılmış eşyalar, daha neler neler… Her taraf hastaların yaptıkları eserlerle doluydu. Biz bunların tozunu alıp, ziyaretçileri etkileyecek bir düzen içinde sergiyi düzenlemeye çalıştık.

Bakan bu binayı görünce, gerçekten hastane hakkında olumlu düşüncelere sahip olabilirdi, vaktinin önemli bir kısmını burada harcayacağı için de diğer yerleri etraflıca inceleyemezdi. O nedenle bakanı öncelikle buraya yönlendirmenin yolları düşünülüyordu.

Derken beklenen gün geldi; ama bakan gelmedi! Yanlış duymadınız evet, bakan gelmedi. Çünkü daha önemli bir işi çıktığı için son anda bu ziyaretini iptal etmiş.

Artık her gün darbeyi bekliyordum. Bu arada hastanede iki kişi aynı gün öldü. Yani aynı gün hastaneden iki kişi çıktı, ama ölmüş olarak. Ölenlerden biri çok yaşlıydı, kalp krizinden gitmiş. Diğeri ise genç bir adam ve merdivenlerden düşerek ölmüş. Yani bir kaza. Buna herkes kaza dese de işin gerçeği şu: Dedikoducu’dan öğrendiğime göre kaza değil, cinayetmiş. Öldürülme emrini İmparator vermiş. Öldürülen kişi, darbecilerin seçtikleri emniyet ekibinden biriymiş.

İmparator, adamlarına bu elemanı gözünün tutmadığını, bakışlarını hiç beğenmediğini, her an ihanet edebilecek birine benzediğini ve icabına bakılmasını söylemiş. Onlar da infazı gerçekleştirmiş. Merdivenlerden düşerek öldüğünü gören tanıklardan ikisinin de İmparator’un adamları olması Dedikoducu’nun söylediklerini doğruluyordu. Böylece İmparator ihanete karşı ne kadar acımasız olabileceğini göstererek diğer elemanlarına da gözdağı vermiş oluyordu.

Bunları düşünürken bizim Psikiyatrist’in seslendiğini duydum:

-Kargacı, gel biraz sohbet edelim!

Psikiyatrist dediysem hastanedeki doktorlardan biri zannetmeyin. Eskiden öyle idi, şimdi değil. Sanırım tam anlatamadım, sizin de aklınızı karıştırdım.

Bizim Psikiyatrist, uzun yıllar bu hastanede görev yapmış bir doktor. Buradaki hastaların çoğu onu tanır. Çok iyi bir doktor olduğu söylenir. Bizim Psikiyatrist, ölünceye kadar burada çalışma arzusundadır; ancak yaşı nedeniyle zorunlu olarak emekliye ayrılır. Birkaç ay evine çekilir, kendini oyalayacak bir şeyler yapmaya çalışırsa da olmaz.

Hastanede hasta olarak kalmak için başvurur. Doktorlar arkadaşı oldukları için onun bu isteğini reddedemezler. Ayrıcalık istemez, diğer hastalara nasıl davranılıyorsa kendi için de bunu talep eder. Burada da hastalarla ilgilenir, onların sorunlarını dinler. Hastalarla beraber geçirdiği bu günlerde çok mutludur.

Psikiyatrist kâğıtlarını ve kalemini hep yanında taşırdı. Bunun nedeni eskiden kalma bir alışkanlığından vazgeçememiş olmasıdır. Çünkü o, derdini dinlediği, konuştuğu herkese hâlâ bir reçete yazardı. Ağır hareketlerle önce bir kâğıt çıkarır, cebindeki kalemi alır, reçeteyi yazıp imzaladıktan sonra hastaya verir. Bitti mi? Hayır. Uzun uzadıya ilaçları ne zaman ve nasıl kullanması gerektiğini de anlatır. Tabii bu yazdığı reçetelerle ilaç alan hasta olmadığını da söylemeden geçmeyelim.

Yanına gidip, oturdum. Bana:

-Moralin mi bozuk? Diye sordu.

-Evet, biraz… İki kişinin birden cenazesini görmek beni etkiledi.

-Nasıl ki doğuma hayret etmiyor ya da üzülmüyorsak, ölüme karşı da aynı tepkiyi vermeliyiz.

-Hastane ve hastalık da canımı sıkıyor. Artık buradan ve hastalıktan kurtulmak istiyorum.

-Hastalıklarla yaşamayı bilirsen fazla sıkıntı çekmezsin. Sadece sen değil birçok insan hasta. Organik rahatsızlıklar olduğu gibi ruhsal hastalıklar da var.

-Dışarıda iken herkes “deli” deyip benimle alay etti. O yüzden buradan ayrılmaktan da korkuyorum.

-Aldırma. Kimin deli kimin normal olduğu çok kesin olarak belli mi ki? İleride bir gün dünyada “deli” dedikleri insanların sayısı ötekileri geçecek. O zaman ne olacağını ben sana söyleyeyim: İçeridekiler dışarı çıkarken, dışarıdakiler de mecburen içeri girecek. Böyle olunca kime deli, kime akıllı dememiz gerekecek?

Bu konuşmadan aklımda kalan önemli bir şey de bizim Psikiyatrist’in iyi bir doktorun nasıl olması gerektiği konusunda anlattıklarıydı:

-Doktorun hastaya saygı göstermesi, zaman ayırması, söylediklerini iyi dinlemesi elbette önemlidir. Ancak, bunlarla beraber ayrıca empati de yapması gerekir. Çünkü o hastanın yerine kendimizi koymadan, içselleştirmeden onun duygu ve düşüncelerini anlayamayız.

Onun bu açıklaması, ömrünün kalan kısmını neden bir akıl hastanesinde geçireceği sorusuna tam bir cevaptı! Hani çok söylediğimiz fakat üzerinde fazla düşünmediğimiz bir söz vardır: “Üzüm üzüme baka baka kararır”mış.

Kalkmak için niyetlendiğimde, eliyle beni durdurdu. Kalemini, kâğıdını çıkardı, reçetemi yazacaktı…

(Devam edecek...) 

 
Toplam blog
: 1081
: 980
Kayıt tarihi
: 30.07.10
 
 

Uzun yıllar çeşitli sitelerde Oruç Yıldırım adı ile yazı yazdım. Dört tane romanım ve çokca da de..