Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Nisan '15

 
Kategori
Öykü
 

Demokratik deliler Devleti-16

Demokratik deliler Devleti-16
 

 -Bir gün gezegenimizi ziyarete gelen uzaylılar, bizi gördükten sonra diyecekler ki:

-“Bunların hepsi deli!”

**

Şaşkınlığım geçince dışarı çıktım. Bir güvenlik elemanı Mucit’i döverek götürüyordu. Demek ki patlamada onun suçu vardı.

Mucit, bugüne kadar gözle görülür, elle tutulur bir icatta bulunmamış olmasına rağmen, gelmiş geçmiş en büyük icatları yaptığı iddiasındadır. Neredeyse tekerleği bile kendisinin bulduğunu sanmaktadır.

Dedikoducu’yu aradı gözlerim. Haber kaynağımdan olayın detayını öğrenebilirdim. Ancak ben onu değil de, o beni buldu. Birden yanımda bitivermişti. Neler olduğunu sordum. Anlattı.

Mucit, çok önemli iki keşifte bulunduğunu ve bunları açıklayacağını bağırarak ilan etmiş. Çok sayıda kişi merak ettiğinden etrafını sarmış. Yeterince kalabalık toplandığı kanaatine vardıktan sonra Mucit,  izleyicilerin gözleri önünde dizlerini bükerek yere eğilmiş, ağır bir cismi kaldırıyor gibi yapmış ve bu görünmeyen cismi bir masa üzerine koymuş.

-Bu gördüğünüz, çağımızın en etkili silahıdır. Birkaç dakika içinde bununla binlerce hatta yüz binlerce düşmanı öldürebilirsiniz. DDD’nin düşmanlarını yok etmek amacıyla üretilmiştir. Üstelik bu silah, öldürdüklerinden geriye en ufak bir iz bile bırakmıyor. Yakında Sayın Başkanımızın huzurunda deneme atışları yapılacak ve herkese bu silahın gücü kanıtlanacaktır. Demiş. Bir seyirci:

-On binlerce insanı öldürdükten sonra nasıl ve nereye gömeceğiz? Hem, hani silah nerede? Görünürde silah milah yok. Deyince;

-Söylediklerimi iyi dinle! Bu silahın öldürdüklerinden geriye gömülecek bir şey kalmıyor ki gömme sorunu yaşayalım. Ölenler adeta buharlaşıp kayboluyor. Bu teknoloji harikası silahı herkes göremez. Görebilmek için ileri zekâlı olmak gerekir. Maalesef geri zekâlılar baktıklarında silah yok sanırlar. Şimdi sizlere soruyorum: Buradaki silahı kimler görüyor?

Seyircilerin yarıya yakını gördüklerini belirtmek için ellerini kaldırmışlar. Bunlardan biri de Dedikocu’ymuş. Neden böyle yaptığını sorduğumda, zekâsından kuşkuya düşülmesini istemediğini söyledi.

Mucit, masa üzerindeki olmayan silahı gene zorlanarak elleriyle almış yere indirmiş. Bu sırada alnından terler akıyormuş. O nedenle birçok kişinin zihninde “Acaba?” sorusu belirmiş. Mucit, daha sonra bir kutunun içinden füzeye benzer bir cisim çıkarıp onu da masanın üzerine koymuş. Füzenin üzerinde “İmparator” yazıyormuş.

-Bu DDD’nin ilk uzay aracının prototipidir. Yakın bir gelecekte dileyen yurttaşlarımız aya, marsa hatta diğer güneş sistemlerindeki gezegenlere bu uzay aracı ile yani İmparator’la seyahat edebilecekler. Bunun müjdesini şimdiden sizlere vermek istiyorum. Deyince gene bozguncunun biri:

-O araç, bırak uzaya gitmeyi, şu ağacın boyu kadar bile havaya çıkamaz. Deyince Mucit:

-Nasıl gittiğini size kanıtlayacağım. Bakın, görün! Diye cevap vermiş ve aracın altındaki fitili ateşlemiş.

İşte bu ateşlemenin hemen ardından benim de duyduğum o şiddetli patlama meydana gelmiş. Neyse ki kimseye -korkunun dışında- yaralanma gibi herhangi bir zarar vermemiş.

Haberleri aldığıma göre bu kadarı yeterdi. Şimdi Dedikocu’dan kurtulmanın bir yolunu bulmalıydım. Ama Dedikoducu, benden haber çekmek niyetinde olduğundan yanımdan ayrılmamaya kararlıydı. Sohbet açmak istiyordu. Sordu:

-Nasıl yeni işinden memnun musun?

-Sen de mi duydun, bana yeni bir iş verildiğini?

-Oooo, duymayan kaldı mı ki? Sağır sultan bile duymuştur. Herkes forslu biri olduğunu söylüyor.

-İnsanların işi gücü olmayınca böyle işlerle uğraşıyorlar. Laf, dedikodu, aslı astarı olmayan birçok şey anlatıp duruyorlar.

-Başka türlü vakit nasıl geçecek? Bunları bırak da söyle bakalım: Nasıl bu işten yolunu bulabiliyor musun? Para musluğunun başında olduğuna göre ucundan kıyısından sebepleniyorsundur.

-Benim bu işten hiçbir kazancım yok. Yap diye emir verildi, yapıyorum.

-Bal tutan parmağını yalarmış, derler ya…

-Parmak filan yalamıyorum, paraya ihtiyacım da yok. Üstelik para, burada yalnız benim değil hiç kimsenin işine yaramaz. İsterse oda dolusu olsun, işe yaramadıktan sonra!

Dedikoducu’nun konuşmaları ve soruları beni, iyice sıkmıştı. Ne yapıp edip başımdan savmalıydım. O konuşurken etrafa bakınmaya başladım. Aralarında 15-20 metre mesafe bulunan iki ağaçta birer korkuluk asılı olduğunu gördüm. Birkaç kişi bu korkulukları birbirlerine iteleyerek oyun oynuyorlardı. Bir ara güvenlik geldi oraya, hepsi kaçıştılar. Güvenlik gider gitmez döndüler ve oyunlarına devam ettiler.

-Benim bildiğim korkuluklar ağaca asılmaz, toprağa çakılmış bir sopanın ucuna geçirilip tarla ya da bahçelerde kuşları korkutmak için kullanılırdı. Yoksa bu uygulama yeni bir oyun çeşidi mi? Baksana oynayanlar ne kadar eğleniyorlar? Dedim, Dedikoducu’ya.

-Kargacı, galiba para saymaktan yorulan gözlerin etrafı iyi görmemeye başladı. Dikkatli bak! Diye cevap verdi.

-Gözlerimden herhangi bir şikâyetim yok. Her şeyi çok iyi görebiliyorum. Korkuluklar insana çok benziyor. Bravo doğrusu, yapan kimse çok becerikliymiş. Ayakkabıları bile var. Şurasını anlamadım: O güzelim elbiseleri kendileri yerine neden korkuluklara giydirmişler?

Dedikoducu alaylı bir şekilde bana bakıp bir kahkaha attı. Bozulmuştum.

-Çok iddiacısın Kargacı. Elbiseleri neden onlara giydirmişler? Çünkü onlar korkuluk değil; senin benim gibi insan. Aramızdaki fark şu: Biz canlıyız, onlar ise ölü…

-Benimle dalga geçmeyi bırak!

-Gel, yanlarına gidip bakalım! Sonra da dalga geçip geçmediğime sen karar ver!

Gittik. Oyuncular bizim hızlı adımlarla yaklaştığımızı görünce kaçıştılar. Ağacın bir tanesindeki korkuluk zannettiğim cisme iyice yaklaşıp baktım. Sararmış bir yüzden çıkmış kocaman bir dil, yana yatmış bir baş görünce çığlık atıp iki adım geri sıçradım.

Dedikoducu gülümseyerek bana baktı; haklı çıkmanın verdiği bir galibiyetin gururunu yaşıyor gibiydi.

-İstersen diğerine de bak!

Ona da baktım. Evet, artık hiçbir şüphem kalmamıştı. Ölülerin kim olduklarını da biliyordum. İmparator’un en yakın adamlarıydılar. En çok güvendiği kişilerdi.

-Biri mi öldürüp asmış bunları? Diye sordum Dedikoducu’ya.

-Hayır. Mahkeme edilip asılmışlar.

-Suçları neymiş? İmparator onların idamına nasıl izin vermiş

-Onları mahkemeye sevk eden, zaten İmparator’un kendisiymiş. Karşı bir darbe yapacaklarından şüphelendiği için onları mahkemeye vermiş. Mahkeme de vatana ihanetten suçlu bularak idamlarına hükmetmiş. Bu sabaha karşı da hüküm infaz edilmiş.

-Olanlara inanamıyorum! Bu adamlar, devrim için tüm varlarını yoklarını ortaya koyup, kelle koltukta mücadele etmediler mi? Ödülleri bu mu olmalıydı?

-Sen galiba şu sözü duymadın, derler ki: Her devrim, kendi evlatlarını yer! Demek ki doğru bir sözmüş. Çünkü bu olayla da bir kez daha kanıtlandı.

-Desene Dedikoducu, bizim devrim ağacımız da çocuklarının kanıyla sulanıp büyüyecek ve gelişecek…

Dedikoducu’nun yanından ayrıldım. Bir tuhaf olmuştum. Çünkü kafamın içinde oluşan dönme dolapta; dört tane kavram döndü, döndü, döndü…

Devrim, kan, ağaç, evlat.

(Devam edecek...) 

 
Toplam blog
: 1081
: 980
Kayıt tarihi
: 30.07.10
 
 

Uzun yıllar çeşitli sitelerde Oruç Yıldırım adı ile yazı yazdım. Dört tane romanım ve çokca da de..