Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Haziran '15

 
Kategori
Öykü
 

Demokratik deliler devleti-20

Demokratik deliler devleti-20
 

Hayret! İnsanlar delilerden korkuyorlar da kendilerinden korkmuyorlar.
 
***
 
Devrimin on dördüncü günü...
 
Bugünün zor bir gün olmayacağını umuyor ve kendime iyimserlik telkin etmeye çalışıyordum. Olayların ve insanların iyi taraflarını görmeliydim. Kafamdaki bu pozitif düşüncelerle bahçede dolaşıyorum, biraz ileride çimenlerin üzerine oturmuş insanların yüzlerine bakıyorum. Hepsi de hayatlarından çok memnun görünüyorlar. İyice yanlarına sokuluyorum. Tam sekiz kişiler. Bir daire şeklinde, bağdaş kurarak yere oturmuşlar. Dairenin tam ortasında sempatik görünüşlü, orta yaşın üzerinde, güzel ve etkileyici konuşan bir adam var. O ayakta. Konuşuyor, diğerleri de dinliyor. Arada soru soranlar da oluyor.
 
-Hiçbir şey gördüğümüz gibi değildir. Algılarımız bizi çokca yanıltır. İşin aslını bilebilmemiz için bir yol göstericiye ihtiyacımız vardır. Mesela, şu üzerinde yaşadığımız dünya gerçekte bize göründüğü gibi midir? Değildir. Biz bu dünyaya baktığımızda neleri görebiliyoruz? Bulutları, kuşları, diğer hayvanları, ağaçları, insanları v.s... Dünyamız bu bizim algıladıklarımızdan mı ibarettir?
 
-Bence evet, o kadardır. Göremediğimiz şeyler hakkında nasıl fikir beyan edebiliriz ki?
Adam, soruyu soran kişiye tebessüm ederek baktı. O sırada yanıma Dedikoducu geldi. Bana bilgi vermeye başladı. Bu adamın üç tane üniversite bitirdiğini, bir tarikat şeyhi olduğunu, aslında bu tarikatın dışarıda da binlerce müridinin bulunduğunu anlattı. Daha konuşacaktı ama elimle işaret ederek Dedikoducu'yu susturdum. Biraz bozuldu, ters ters yüzüme bakarak oradan ayrıldı. Gücenmişti ama ben o adamı yani tarikat şeyhini dinlemek istiyordum.
 
-Görebilmek için bir yola girmek, o yolda yürümek gerekir. Yol çetindir, zahmetlidir, tehlikelidir. Ama gerçeklere ancak bu zorlukları aştıktan sonra ulaşılabiliriz. Dünyamızda üstte görünenin binlerce hatta milyonlarca kere daha fazlası ateş halinde yer altında bulunuyor. Gün gelecek bu ateş yeryüzüne çıkacak. İşte o zaman kıyamet kopacak.
 
-Bu ateş, şimdiye kadar yeryüzüne çıkmamış da bundan sonra neden çıksın?
 
-Çıkmamış değil, çıkmış; ama hepsi değil, azı... Dünyanın çeşitli yerlerinde lav püskürten yanardağlar milyonlarca sene önce de vardı, şimdi de var. Yanardağlardan çıkan ateşler gerçek ateş miktarının küçücük bir parçası. Gün gelecek dünyada binlerce hatta milyonlarca, belki de milyarlarca yanardağ yeraltındaki ateşi aynı anda püskürtmeye başlayacak.
 
-Bu ne zaman olacak? Olduğunda canlılar ne yapacak? Dünyadaki hayat sonlanacak mı?
 
-Fazla zaman kalmadı, yakında çok yakında olacak. Yeraltında bulunan ateş yeryüzüne fışkırınca ağaçları, hayvanları, insanları, binaları cayır cayır yakacak; hatta demiri bile eritecek. Akarsular, göller, denizler sıcaklığın etkisiyle fokur dokur kaynayacak. Çıkan buhar, yanan maddelerin dumanı ile birleşerek dünyanın etrafını siyah bir örtü gibi saracak. Ay, yıldızlar, hatta güneş görünmez olacak. Bu simsiyah bulut tabakası asırlar sonra aşağıya çökecek ve dünya simsiyah bir balçık tarlasına dönüşecek. Tabii bu şartlar altında insan dahil dünyada hiçbir canlı kalmayacak. Uzaydaki diğer gezegenlerden araştırmacılar güneş sistemimizi incelemeye geldiklerinde dünyamızı görüp hayret edecekler. Böyle bir gezegende hayatın neden oluşmadığı sorusuna cevap aramak için dünyamızdan numuneler alıp laboratuvarlarında inceleyecekler.
 
-Bizi bekleyen bu kötü sondan kurtuluş için bir yol yok mu?
 
-Tabii ki var. Ben işte size bu yolu göstermek için konuşuyorum. İnananlar, bizim yolumuza girenler kıyamet öncesi bu dünyadan uçarak uzaklaşacaklar ve kendilerini kurtarabilecekler. İnançlı, itaatkar ve sadık olmanız sizi kurtuluşa götürecek.
 
Şeyh gözlerini kıstı, sol elini havaya kaldırıp gökyüzünü işaret etti. Müritlerin hepsi başlarını gösterdiği noktaya doğru çevirdi. Bir dakika kadar hiç konuşmadı. Ötekiler bu suskunlık nedeniyle daha da meraklandılar.
 
-İçinizde oraya gidip gelmek yani kısa bir seyahat yapmak isteyen var mı?
 
Hepsi istekliydi. Heyecanlanmışlardı. Ellerin tamamı havaya kalktı.
 
-Anlaşıldı. Hepiniz benimle beraber uçmak istiyorsunuz. Şimdi gözlerinizi yavaş yavaş kapatın. Sakinleşecek, rahatlayacaksınız. Önünüze çıkan ışığa dikkat edin, onu takip edin. Size gideceğiniz yeri gösterecek. Görüyorsunuz değil mi orayı? Adeta cennet... Bütün güzelliklerin toplandığı, ölümsüzlüğün var olduğu tek yer.
 
Gözleri kapalı adamların hepsinin yüzünde mutluluk ifadesi vardı. Cennete benzeyen yeri görmüş gibilerdi. Yavaş yavaş nefes alıyorlar, o nedenle inip çıkan göğüsleri fark edilebiliyordu. Bunun dışında da zaten hareket eden başka organları yoktu.
 
-Kendinizi büyük yolculuğa hazır hissettiğiniz an ellerinizi yana açarak bekleyin.
 
Hayretler içindeydim. Çünkü iki dakika kadar bu şekilde durduktan sonra komut vermeden otomatik bir şekilde hepsininin kolları aynı anda yana doğru açılıverdi.
 
-Büyük yolculuğa yalnız çıkılmaz, yanınızda kardeşleriniz de olmalı. Tutun kardeşlerinizin ellerinden.
 
Mıknatısın zıt kutupları gibi birbirini çeken eller aynı anda birleşti. Birleşme sırasında ellerden şimşek gibi bir ışık çıktı. Bunu kısa devre yapan bir elektirik sesi izledi.
 
-Ayağa kalkın. Ellerinizi birbirinden ayırmadan havaya doğru kaldırın.
 
Söyleneni yaptılar.
 
-Hep birlikte dönmeye başlayın. Döne döne göğe yükseleceğiz.
 
Dönmeye başladılar. Şeyh de ortalarında dönüyordu. Önce ağır ağır döndüler, sonra hızlandılar. Daha da hızlandılar ve adeta bir fırıldağa dönüştüler. Tam o sırada düdük sesleri duyuldu. Bunları gören bir güvenlikçi anormal bir olay var düşüncesiyle uyarıda bulunuyordu. İlk düdüğü ya duymadılar ya da duyup aldırış etmediler. İkinci düdük sesi geldi, bir daha, bir daha...
 
Hepsi çakıldı kaldı. Donmuş bir film karesi gibi... Güvenlik elemanı dağılmadıklarını görünce başka bir yol deneyebilirdi. Nitekim bir tabanca sesi duyuldu ve mermi yanlarındaki ağaca saplandı. İyi bir nişancıya denk gelmemişlerdi.
 
Silah sesini duyunca tarikatçı grubun en başta şeyhleri olmak üzere bütün fertleri uçtular, evet uçtular.. Ama kanatlarıyla değil, ayaklarıyla!
 
Orada benden başka kimse kalmadı. Büroya yöneldim. Kapıda beni bekleyen görevli acele olarak Savunma Bakanı'nı görmem gerektiğini söyledi. Koşarak gittim.
 
Bakan bu sefer beni oturtmadı. Ayakta emirlerini bekledim. Silah almak için öncekinden çok fazla para getirmemi emretti. Büroya gidip istediği meblağı temin ettim. Kutulardaki paralar hemen hemen istenilen miktar kadardı. Paraları götürdüğümde Bakan bir kâğıt çıkarıp parayı teslim aldığını yazdı, imzalayıp bana verdi.
 
-Bu para ile mühimmat ve yeni silah alacağız. Önceki alınanlar güvenlik elemanlarının miktarı kadardı. Oysa artık yurttaşların bazılarını silahlı eğitime tabi tutmak istiyoruz. Dış tehditlere karşı koyabilecek bir askeri gücümüzün olması da lazım.Yani zorunlu askerlik uygulaması getiriyoruz. Dedi, ama bu açıklamaları bana neden yapma zorunluluğu duyduğunu anlamamıştım. Sonra sordu: Sen silah kullanmasını biliyor musun?
 
-Hayır efendim, bilmiyorum. Hayatta elime silah almış değilim.
 
-Öğrenmelisin.
 
Diyerek konuşmayı sonlandırdı ve çıkabileceğimi işaret etti.
 
Ertesi gün öğleden sonra...
 
Yurttaşların sahip oldukları banka kartlarını, paralarını, saatlerini, yüzüklerini ve her türlü değerli eşyalarını üç gün içinde muhasebeye getirip teslim etmeleri, aksi hareket edenlerin şiddetle cezalandırılacağı anonsu sabahtan beri yapılıyor. Bununla da yetinmeyip koridorlara, bina duvarlarına ve ağaçlara aynı konuda duyurular asıldı. Bu karar moralleri bozdu. Gerçi tutanakla teslim edilen bu eşya ve paraların daha sonra sahiplerine iade edileceği açıklamanın sonunda yer alıyordu, ama buna pek inanan da yoktu.
 
Bu uygulamanın nedeni, kölelerin banka hesapları tamamıyla boşaltıldığı için devlet hazinesine yeni kaynak yaratmak düşüncesi olmalı. Aslında devletin hazinesi para dolu. Anlaşılan daha çok paraya ihtiyaç var. Benim böyle akıl yürütmeme bakmayın, kendimce birkaç kanıt ortaya atıyorum. Yoksa devleti yönetenlerin akıllarından geçenleri bilebilecek durumda değilim.
 
Daha ilk günden kartlar, paralar ve kıymetli eşyalar getirilmeye başlandı. Bu üç gün çok yorucu olacaktı. Çünkü şimdi bile kapımın önünde biriken çok sayıda yurttaş vardı. Bunlar arasında sıra yüzünden kavgalar da çıkmaya başlayınca üç tane daha güvenlik elemanı istedim. Verdiler. Sırada beklemeyi kimse istemiyor, herkes bir an önce işini bitirmek amacında. Ağız kavgaları bazen yumruklaşmaya dönüşebiliyor.
 
Teslim aldıklarımı kutuların içine koyuyordum. Teslim edilenler pek para edeceğe benzemiyordu. Öyle ki bazıları banka kartı ile karıştırdıklarından teslim etmek için kartvizit bile getirmişlerdi. Para çok az geldi. On lira hatta bir lira getiren bile oldu. Akşam yemeği için ara verdiğimde homurdanmalar olduysa da aldırış etmedim. O gece geç saatlere kadar teslim alma sürdü. Bittiğinde öyle yorulmuşum ki kendimi yatağıma atıp uyumaktan başka hiçbir şey düşünemiyordum.
 
Üç günün sonunda neler teslim edildiğini görmek için Maliye Bakanı geldi. Şöyle bir baktı, yüzü asıldı.Sonuçtan memnun olmamıştı.
 
-Vay uyanık deliler vay! Değerli neleri varsa hepsini saklamışlar, çeri çöpü de buraya getirmişler. Yarın didik dik her taraf aranacak. Kimin neyi varmış göreceğiz. Dedi ve öfke ile bürodan çıkarken kapıyı hızla çarptı.
 
Arama yapılacağı gün hava yağışlı olmasına rağmen üstleri aranarak herkes dışarı çıkarıldı. Ben gelen kart, para ve değerli eşyaların tasnifini yapacağımdan büromda kaldım. Odanın penceresinden dışarı baktım. İnsanlar yağmurdan korunmak için binaların saçakları altına sığınmaya çalışıyorlardı. Sırıl sıklam olanlar vardı ve tir tir titriyorlardı.
 
Arama sırasında elde edilenler kolilerle gelmeye başladığında çok şaşırdım. Daha öğlen bile olmadan odanın dörte biri dolmuştu bile...
 
Çalışmaya ara verip dışarı baktığımda yağmurun dindiğini görüp sevindim. Yurttaşlar birkaç saat ıslanma ile bunu atlatmışlardı. Seyiri fazla sürdüremedim, çalışmaya dönmem gerekiyordu.
 
Akşama doğru arama bitti. Getirilenler konunca odamda hareket edebileceğim çok az bir boşluk kalmıştı. Gelenler arasında özellikle muhafaza etmem istenen iki koli vardı. Bunları açtığımda birinin para ve banka kartı ile dolu olduğunu diğerinde ise kesici aletler, uyarıcı haplar ve uyuşturucu bulunduğunu gördüm. Hatta bir tane de kuru sıkı tabanca vardı. Bunların hastaneye nasıl sokulduğu sorusu aklıma geldiyse de bir cevap bulamadım.
Benim dolabı da aramışlar. Eşyalarımı sağa sola atmışlar. Tabii sadece benimkileri değil, herkesinkileri böyle dağıtmışlar. Toplamak için biraz uğraştım. İçimden söylendim, küfür ettim.
Bu aramanın asıl mağduru şiirlerine el konulan Âşık oldu. Âşık'ın ağzını bıçak açmıyor. Kimseyle konuşmuyor, belli ki tüm dünyaya küsmüş.
 
(Devam edecek...)
 
Toplam blog
: 1081
: 980
Kayıt tarihi
: 30.07.10
 
 

Uzun yıllar çeşitli sitelerde Oruç Yıldırım adı ile yazı yazdım. Dört tane romanım ve çokca da de..