Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Mart '15

 
Kategori
Öykü
 

Denize düşen dağ

Denize düşen dağ
 

Üç gündür Gabar Dağı'nın doruklarında bir sürü mağara, koyak, yalçın kayalıkların kuytuları bakmadık yer bırakmaksızın tırmanıyorlardı. Gündüzün güneşi gecenin ayazı kavuruyordu. Ortalık yanık ot ve kızık kaya kokuyordu güneşte. Yürümekten ayakları şişmiş, sırt çantasının ağırlığı belini bükmüş, elindeki hafif makineli tüfek sanki daha ağırlaşmıştı. Çeşitli börtü böcünün sesinden yankılanan bir karma uğultudan başka işitilir bir ses yoktu. Çıt çıkmıyordu koca dağda. Gök mavi mi mavi, güneş yakıcı mı yakıcıydı. Ne olduysa kesildi sesler birden. Karşı kayalıkta göz açıp kapamaya bir parıltı çakması ve "tam siper" komutuyla hedef gözetmeksizin karşılıklı bir ateş başladı. Dağ her yanından bir birine karışan çeşitli silah sesleriyle derinden yankılandı. Uzun, çok uzun sürdü çatışma. Son duyduğu bağırış, çağırışlar, naralar arasında miğferinden seken bir kurşunun neden olduğu dayanılmaz bir kulak çınlaması ve kasığındaki belli belirsiz yanmaydı. Kesildi tüm sesler, bıçakla kesilir gibi. Çok daha korkunç bir sessizlik başladı. Dağdan doğru bir esinti hisseder gibi oldu. Nefesi deniz kokarmış gibisine geldi. Geldi dağ düştü denizin içine; daldı... Etrafında mavi lacivert aydınlık bir derinlikte gök kuşağı renkli lapinler, çatal kuyruk ispariler, sürme çekmiş karagözler, deniz atları derinlere, daha derinlere çeşitli yosunlar ve ateş renkli mercan dallarıyla süslü deniz meralarına iniyordu. Rüya gibi güzel bir deniz kızı el ediyordu gel diye, her derinlikte durup tekrarlıyordu gel, gel diye. Büyülenmiş gibi takip ediyordu. Derine, daha derine, daha da derine... Sonra kayboldu mavilikler, karardı ortalık. Koşturdular, pervaneleri hala dönmekte olan helikoptere koyduklarında bir şey duymuyor, karanlıklarda derine, daha derine dönerek inmeye devam ediyordu.

Son dördün bir dolunay Kapıdağ'ın yükseltisinden çıkmış, aydınlık bulutsuz bir gecede dağın gölgesinin dışında  denize düşmüş, gümüşten bir yol olmuştu. Yol ileride bir karaltı gibi duran Marmara Adası yükseltisinin eteklerine dek uzanıyordu. Sandal tam aydınlık yolun içine girdi. Arkasında birbirinden giderek uzaklaşan, uzaklaştıkça açılan, açıldıkça siliklenen kıvırcıklanmalar üzerinde ay ışığının yansıdığı gümüş renkli konfetileri bırakarak. Sabaha daha epeyce zaman vardı. Arkasında kalan Ormanlı Köyü ışıksız bir yarı aydınlıkta mehtap altında hayal meyal görünür gibiydi. Akşamdan serdiği barbunya ağını toplamaya gidiyordu. Burunu döner dönmez görünür olan Gelintaşı çakarının ışığı, almış götürmüştü onu dört sene öncesi Gabar'da vurulduğu güne.

Şırnak, Van askeri hastaneleri, Ankara Gülhane'de yatmıştı uzun süre. Onu hayata döndürmüşlerdi. Sağ ayağı zayıflamış, hafif kısa kalmış, topallar olmuştu. Hayatı kurtulmuştu gerçi ama, köye dönüp karşılandığı gün baba evinin bayrak asılı kapısından girerken içinden birşeyler eksilmiş, gözlerinden bir renk uçup gitmişti. Sonra bir küskünlüğün dolambaçlarında buldu kendini içinden çıkmak istemediği. Görmek istemedi kimseyi, konuşmak istemedi kimseyle. İnsanlar köyün deniz kokan yalnızlığında ne kadar çok ilgilenmek istedilerse onunla o, onca çok uzaklaştı onlardan. Getirdi evin önündeki taşlığa denizin hemen kıyısına bir masayla iki sandalye koydu. Gidip oturmadı bir türlü, o oturmadı diye kimseler de...Saatlerce üst köşe odada pencere önünde oturdu kıpırtısız. Uzayan sigara küllerinde bitirdi günü. O denize baktı, deniz ona; uzaktan. Günler uzadıkça en uçta görülen üç sınıflı köy okulunun dalgalanan bayrağına bakarak içinin kırıklarını bir araya getirmeye çalıştı gözleri buğulanarak. Ne kadar olursa... Alt katta anası memleket işi yemenisinin ucunu yedi dumadan, İki ev arkada tığ işi cennet kuşu motifli örme perdelerin ardında sarışın bir Pomak kızı içine akıttı göz yaşlarını. 

Ne dışarıya çıktı, ne konuştu, ne kahveye, ne denize gitti. Yaralı, fırtınalı denizlerle kavgaya alışık bir genç adamın kendi içindeki fırtınayla baş etmesi uzun sürdü çok. Bir sabah erken kalktı , ortalıklarda kimsecikler yoktu. Geldi denizde yıkadı elini yüzünü. Sırtını dağa dönüp yüzünü denize vererek oturdu masanın başına. Başının üzerinden şimşek gibi bir kırlangıç sürüsü geçti gitti. Havayı yaran kanatlarının yarattığı titreşimi hissetti. Dağdan kopup gelen kekik kokulu bir sabah esintisi, gelip kokusunu deniz kokusuna karıştırdı. Çalı bülbülleri ötüyordu uzaktan. Uzaktan dağın büklerinde yayılmış keçi sürüsünün çıngırak sesleri duyuluyordu. Arkalarda kırmızı soğan ekili bahçelerin hemen arkasında dost zeytinlikler başlıyordu. Balığıyla olduğu kadar kırmızı soğanıyla da ünlüydü köy. Zeytinliklerin hemen ötesinde dağın yükseltileri başlıyordu. Başlarda böğürtlenler, yabani güller ve büklerle bezeli bir koyu yeşilliğin içinde binlerce börtü böcek, karınca, örümcek, yeşil karınlı iri sinekler ve arılarla kaynaşan bir dünya uzanıyordu. Onların hemen üzerinde defneler, harnuplar, ıhlamurlar, kestaneler ve akçaağaçların arasında çalı bülbülleri, ebabiller, alacakargalar, kırlangıçlarla iç içe bir başka dünya. En nihayetinde sık bir çam örtüsüyle tepe, mitolojik bir zaman dışı yüksekliğe eriyor, başı bulutlu görünmez oluyordu. Arkasında yükselmekte olan güneş dağın gölgesini denize düşürüyor, dağ denize düşüyordu.

Kalktı korumalığın altındaki teknesine yöneldi aylar sonra. Uzun bir bakıma girişti. Zımparaladı, kalafatladı, boyasını yeniledi, su kesimini boyadi zehirli boyayla. Çekildi, uzaktan, az uzaktan bir baktı şöyle. Gülümsedi. Geldi kıç aynalığındaki ismini okşadı usuldan. Nasip!.. Kalkıp kahvehanenin ve teknelerinin yollarını tutan insanlar onu uğraşırken görünce aylar sonra, gülümsediler gizlice, sevindiler. Sessice konuştular aralarında, yırttı bizimki diye.

Aylar sonra dün gece ağlarını gözden geçirip balığa çıkmıştı ilk defa. Voli yerine akşamdan serdiği ağları toplamaya gidiyordu. Dönüşte gün iyice yükselmişti. Köyü kapatan kayalık burnu dönerken motorun pata pataları yankılanıp daha da artmış, taşların üzerinde kanatlarını yarı açmış güneşte kurunan karabataklar ürküp, hep birlikte denizde sektirilen taşlar gibi izlerle, arkalarında kanat seslerini bırakarak uzaklaşmışlardı. Ardında dalıp çıkan martı kalabalığının bağrışlarıyla birlikte gelip yanaştı iskeleye. Barbunyaların bir yüzlerindeki pulları kesik bir kamış parçasıyla temizleyip dizdi çavelyanın içine. İki çavelya gelincik kırmızısında cam gibi barbunu getirip Erdek'e müzayedeye gidecek olan minübüse teslim etti.

-Bunları da götürüver sana zahmet.

- Ne zahmeti be ya, bak ayıp ettin şimdi Reco, sen iste yeterki.

Aylar sonra ilk defa konuşuyordu. Kahvehanenin açık televizyonundan haberleri okuyan spikerin sesi duyuldu. Bedelli askerlik için rekor baş vuru... Dönüp arkasını topalladı, ses arkasında kaldı. Uzaklarda çok uzaklarda Hakkari'nin bir dağ köyünde yaşlı bir Kürt anası, aylar sonra yüzünü yükselmekte olan güneşe dönmüş, her gün yaptığı gibi ağıt yakıyordu bir kez daha oğlu için...

Akın Yazıcı

3 Mart 2015/ İzmit 

 
Toplam blog
: 190
: 391
Kayıt tarihi
: 07.05.14
 
 

1965 Ankara Üniversitesi Tıp fakültesinden asker hekim olarak mezun oldum. Gülhane Askeri Tıp Aka..