Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Mart '09

 
Kategori
Öykü
 

Denize varan ağaçlı yol

Denize varan ağaçlı yol
 

“Bana karşı hiçbir şey hissetmemeyi nasıl başarıyorsun?” diye sordum. Ona karşı, o anda, bu soruyu sorarken hissettiğim şey ne kızgınlıktı, ne de hayranlık. Ama şimdi düşünüyorum da, sanki kızgındım. Suçluyordum onu…

Can sıkıcı, nasıl olacağına karar verememiş, uyuz bir mart, öğleden sonrası… Derse girmeyip, okuluna gittiğimde, bugün yelkenleri suya indireceğini hayal edip durmuştum. Bugün farklı olacaktı, ellerini tutup gözlerimle yalvaracaktım ona. Beni sevsin isteyecektim, en azından “deneyelim, neden olmasın.” diyecekti. Sonra çok sevdiğimiz o filmlerdeki özendiğimiz karakterler olacaktık…
Ağaçlarla çevrili yokuşu bitirip derse girdiği kapıda beklemeye başlayacaktım ki, çimenlerin üzerinde tek başına otururken gördüm onu. Tek başına kalmayı sevmezdi halbuki, etrafında hep birileri olsun isterdi, ses olsun, kahkahalar olsun… Yalnızken mutsuzdu. Orada da mutsuzdu, düşünüyordu. Yanına yaklaştığımda, enerjimi aldı götürdü. Gülümsemesine aşık olmuştum halbuki. Olgunluğuna, sevecenliğine, biraz da umarsız tavırlarına aşık olmuştum. Bir de gülümsemesine işte… Mutluyken ne kadar da güzelleşiyordu…
Bulutların rengi olabildiğince koyuydu, yağmur yoldaydı.
Yanına giderken zihnimde kurduğum nice güzel cümle, onu çimenlerin üstünde, bir başına gördüğümde yok olmuştu. Bambaşka bir bir araya geliş hayal ediyordum oysa. Sınıfının kapısı açılır açılmaz hocadan önce dışarı fırlayacak, beni görüp mutlu olacak, her zamanki gülümsemesiyle bana sarılacaktı. Şimdiyse ağır adımlarla, düşünceli yüzüne yaklaşıyordum. İstediğim gibi geçmeyecekti önümdeki dakikalar…
“Bu ne yalnızlık?!” dedim hiç hesapsız, kitapsız.
Gülümsedi yine, “seni bekliyordum.” dedi. Ama ben bu gülümsemeyi bilirdim. Hangisinde gerçekten gülümsediğini anlardım, bu onlardan değildi.
“Geldim işte. Dersten erken çıkmışsın?”
“Hoca erken bıraktı. Ee sadede gel bakalım küçük bey, hemen konuya gireceğim demiştin, hadi bakalım, göster marifetini.”
Ne de severdim böyle konuşmasını, umursamazca kelimelerini savuruverişini, bana ‘küçük bey’ deyişlerini…
“Seviyorum seni.”
“Neyimi seviyorsun allasen. Ben bile sevmiyorum bazen beni.”
“Olsun, ben seni hep seviyorum.”
“Sevme beni.”
“Seveyim.”

Bir hafta önce elimde bir tutam yeni açmış papatyalarla okuluna geldiğimde, beni tam olarak anlamadığını sanmıştım. Sevindi tabi çiçekleri görünce. Ama ne elimden tutuş, ne birkaç “seni seviyorum, aşkım” falan… Arkadaşlığıma o kadar alışmış olacak ki, bunu da sıradan bir jest, sevgi göstergesi, espri olarak yorumladığını zannettim. Akşam msn’de “bugünkü jestin, tavırların farklıydı. Seni anladım, ama şu an anlatamayacağım şeyler var.” demişti. Ertesi gün, yine msn’de, saatlerce online olmasına rağmen, bir ‘merhaba’yı esirgemişti benden. msn’den, internetten, her şeyden nefret edip uyumaya çalışmıştım. Ertesi gün gönlümü aldı, yine bir araya geldik, eskisi gibi konuştuk, muhabbet ettik… Bana anlatamadığı o şey içinse, meraktan ölmeme rağmen onu hiç sıkıştırmadım.

Ben, “Seveyim.” dedikten sonra, gözlerini kıstı hafif hafif, uzaklara bakar gibi yaptı. Rüzgar esti sonra, saçları yüzüme değdi. Alıştığım o kokuyu tekrar hissettim, ürperdim. Bir an kızar gibi oldum, sonra “Bana karşı hiçbir şey hissetmemeyi nasıl başarıyorsun?” diye sordum. Yüzüme baktı, sırayla gözlerime, burnuma, dudaklarıma… O anı anlatırken, “Gözlerinde masum bir öfke vardı…” diyecekti sonradan…
Eliyle yanağıma dokundu, dudağıma küçük bir öpücük kondurdu. O andan sonra hayatımın bir daha eskisi gibi akamayacağını anlamıştım.
Elimi tuttu. El ele, geldiğim yola yöneldik. “Bana karşı hiçbir şey hissetmemeyi başaramadın yani.” diye espri yaptım, “sus.” dedi, “konuşma…”
İki tarafı ağaçlarla kaplı o yolu indik, okuldan çıktık, sahile ulaştık. Yağmur yağdı yağacaktı, serindi deniz kıyısı ve dalgalıydı deniz. El eleydik, konuşmadan yürüyorduk. Zihnimde nice şarkılar çalıyordu. Arada bir ona bakıyordum, saçlarına bakıyordum, nefesini hissetmeye çalışıyordum, saçlarının rüzgarla dağılışına, diğer eliyle onları düzeltişine, adımlarına, her hareketine ayrı bir hayranlıkla bakıyordum. “Sus” demişti ya bana, ilahi bir emircesine uyuyordum, tek kelime edemiyordum. Hayatımda hiç bu kadar mutlu olup olmadığımı anımsamaya çalıştım, bir şey bulamadım.
Sonra yağmur çiselemeye başladı. Gözlerine baktım. Gözlerinde sonbahar vardı sanki. Mutlu değildi. Canım sıkıldı. Konuşmasını, iyi kötü bir şeyler söylemesini diledim içimden. Yağmur şiddetini arttırmaya başladı. Bir anda durdu. Önüme geçip iki eliyle yüzümü tuttu.
“Sana bir şey söylemem lazım.”
“Hadi söyle.”
“Ben hastayım. İki aydır durumum kötü. Baş ağrılarımın sebebi kötü huylu bir tümörmüş ve çok geç kalmışım. Seninle tanıştığım günden beri çok iyiyim aslında. Ruhen çok iyiyim. Bana çok güzel anlar yaşattın. Mesela şu son 10 dakika hayatımın en güzel dakikalarıydı. Ama ben hastayım. Belki daha önce tanışsaydık, her şey farklı olabilirdi. Doğru yerde, yanlış zamanda tanıştık galiba. Sana karşı nasıl bir şey hissedemem?! Sen her şeysin. Sen bu kadar kısa zamanda, beni doğduğum için mutlu kılan tek şeysin. Beni dipten çıkaran, başının tacı yapansın. Ama ben hastayım bir tanem. Aşkım. Küçük beyim benim. Ben de seni seviyorum elbet, nasıl da sevmem…”
Yağmur taneleri, gözyaşlarımıza karıştığında, filmin baş kahramanları olmuştuk ve kamera etrafımızda dönerek yükselmeye başlamıştı. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. O ise son haftalarda yok olmaya yüz tutmuş gücünü toplamış, yüzümü öpücüklere boğuyordu. Beni üzmemek için hasta olduğunu söyleyemediği, o papatyalara aşkıyla cevap veremediği günlerin acısını çıkarırcasına durmadan öpüyordu. Bense neye uğradığımı şaşırmıştım, “iyileşeceksin, hep yanında olacağım, beraber aşacağız.” gibi şeyler geveliyordum. “Sus.” dedi tekrar, “beni seviyorsun ya” dedi, “o yeter…”

Sonraki günlerde umut ve umutsuzluk gelgitlerinin nasıl da büyük sevinç ve hüzün kitleleri halinde, bir insanı nasıl da bir anda sevindirdiğini ve bir anda vura vura dibe çarptığını gördüm. Hastanedeki yatağında, bitkin bir halde, gözlerime umutla bakıp, “iyileşeceğim değil mi aşkım?” diye sorduğunda “tabi ki aşkım, o yolu kim bilir kaç kere beraber inip çıkacağız.” dediğimde, nasıl da buna çok içten inandığımızı ve umutla ağladığımızı anlatamam.
Bir başka zamanda ise, umutsuz bir konuşmanın ardından doktorların yanından geldiğimde, bitkin yüzünü okşar okşamaz dayanamayıp, nasıl da hemen ağlamaya başladığımı, onun da hemen umutsuzca yüzünü çevirdiğini anlatamam.
Zor bir dönemdi. Yalnızlığı sevmezdi, yalnızken mutsuz olurdu, yalnız bırakmamaya çalıştım ben de. Bir ay kadar derslere, sınavlara falan girmedim. Mayıs ayına kadar her gün yanındaydım. Gün geçtikçe zayıflıyordu, doktorlar çok konuşturmamı istemiyorlardı. Yanına gidip kitap okuyordum ben de. Hayat dolu, umut dolu kitaplar seçiyordum hep.

Nasıl olacağına karar vermiş güneşli, güzel bir mayıs sabahı, hastanenin bahçesinden yine papatya topladım ona. Kapıyı açtığımda bana gülümseyecekti, ince kollarını iki yana açıp “aşkım iyileşiyorum işte.” diyecekti. “Tabi ki iyileşiyorsun.” diyecektim. Yine umutla ağlayacaktık.
O mayıs sabahı ölmüştü aşkım. Papatyalar elimde kaldı. Bahar gelmişti, ama aşkım gözlerindeki sonbahar hiç geçmeden ölüvermişti...
Bizim filmimizin yönetmenini hiç affetmedim. O yoldan bir daha geçmeye de hiç cesaret edemedim...

 
Toplam blog
: 53
: 1499
Kayıt tarihi
: 17.10.08
 
 

*Liberal muhafazakar, oldukça postmodernist ve meritokrat bir gezgin  *Kuleli - Galatasaray - Boğ..