Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Ocak '12

 
Kategori
Deneme
 

Denizi pembe görmek

· Pembe deniz merhaba

 

Dalgalarının aralarında buketten artan çiçeklerden morlar, sarılar, griler beyazlar görüyorum. Bunlar çiçeklerin giyinikken soyunmuş halleri…

Denizin giydiklerini renklerine katmasıyla oluştuklarını biliyoruz artık!

Yakışmış Be.

Boşuna denmiyor bir güzele şöyle göz ucuyla da olsa bakınca; ‘Allah bağışlasın bu renklerde pek yakışmış.’

 

· Deniz ve güzel!

Ben neden benzetiyorum ikisini birbirine acaba. Nasıl ortam bir birliktelikleri olabilir bunların. Şundan mı desem!

İkisi de çok hırçın! Olabilir,

Acaba ikisi de ne yapacakları anlaşılmayanların liste başında olduklarından olabilir mi bence olur.

İkisi de bukalemun gibi renkleri değişiyor ondandır desem! Cevap olarak ‘evet’ neden olmasın geleceği çok belli…

 

· Denizi pembe görmek!

Deniz pembe görülür mü? Görülür. Görülürmüş.

Akşam güneşi batmak üzere iken renk demetlerini denize atar. Demetin içinde her tür ve her renk çiçek vardır mutlaka. Çiçeklerin renkleri tuzlu, dalgalı deniz suyu ile karşılaştığı anda çiçekler boyalarını salmaya, bırakmaya başlarlar.

Önce renksiz suyun rengi olmaya başlar.

 

· Mavidir bu su mavi olur.

Bu çok da yadırgadığımız bir şey değildir. Gökyüzünün rengini aldığı için biz zaten denizi mavi biliriz. Tamam, bunda bir şey yok. Yeşilde rengini solmaya başlatır. Buda bize çok yeni, çok garip gelmez. Biz zaman zamanda denizi yeşil görürüz zaten. Bunda da enteresan bir şey yok. Ama diğer renkler bizim bu umursamaz tavrımızdan, aldırmamalığımızdan rahatsız olmuşlar gibi renklerini hep birlikte bırakmaya kendilerini soldurmaya başladıklarında ortam da durumda değişmeye başlamıştır.

 

· Renkler dansta. Ole!

Buket, demet her ne ise çiçekleri bir arada tutan kurdeleler suda çoktan açılmışlar dalgaların üstünde vals yapmaktadırlar. Johann Strauss bunlara mutlaka özel bir dans müziği göndermiş olmalı. Düşünsenize gökyüzünden yüzlerce hatta binlerce keman hep birlikte ünlü üstadın bestelerinin birinde dönmekteler.

 

· Sanki 19 yüzyıl Viyana’sındayız!

Olmayan deniz kenarının denizinin hemen yanındayız ve o dönemdeki gibi vals çılgınlığını şimdide denizdeki dalgalarla birlikte kurdeleler, buketler, demetler ve çiçekler yaşıyor. Oysa Viyana’da kıyametler kopmuştu. Veba salgınları olmuştu o tarihlerde, sel baskınları insanları canından bezdirmişti, bunlar yetmiyormuş gibi işgaller hat safhadaydı, savaşlar artık şehirdekileri iyice bunaltmıştı.

İşte tam o zamanlara rastlar baba oğul hatta dede Strauss’ların valsin ¾’lük ritmine sarılışları.

 

· Peki, bu renkli denizin derdine ne olmuş?

Onlar dans edeceğiz diye hiçbir şeyle ilgilenmez olmuşlar. Bu büyük su sanki ne ile ilgileniyordu da bir şeyle ilgilenmek istemiyordu şimdi!

O zamanlarda ki büyük acıları büyük üstatlar halletmişler kimler ve nasıl mı?

Brahms, Dvorak ve Verdi gibi besteciler çağın bu büyük dramını yakalayan eserlerini yaratırken, Tıpkı büyük okyanusların kendi içlerindeki savaşlarında tsunami’leri (liman dalgası) icat ettikten sonra çevrelerindekiler dağlar, taşlar hatta kumlar onların derdine ağladıkları gibi bu büyük müzik adamları da o dönemin trajedilerini dile getirmek için çabalamışlar.

 

· Onlar hüzne beste yapmışlar.

Onlar bu hüzün içinde beste yapmak için uğraşırlarken Viyana’da bambaşka bir hava esmektedir. Tam o zamanda! Tıpkı küçük denizlerin büyük denizlerde yaşananlarla alakaları olmadığı, ilgilenmedikleri gibi… Bu bohem kentte bir başka olay olmaktadır tam da aynı zamanlarda. Balo salonlarında kendini tümüyle ‘Vals kralı’ Johann Strauss’un melodilerine vermiş çılgınlar gibi dans edenler zaten bestekârı ve ailesini biliyorlar, tanıyorlardı.

 

· Sizden bir soru geliyor.

Yine sizden bir soru geliyor tahmin ediyorum Nasıl? Anlatıyorum.

Strauss ismi, bilinen bir isim. Baba Strauss’un ezgileri dans salonlarını daha önceden doldurmuştu. Denizin dalgalarla dansının da yüz yıllardır olduğu gibi. Deniz dalgaları rüzgârla, denizin bilmem kaç fersah derinliğindeki bir gaz patlaması ya da bir fay kırılması ile hareketlenmez mi, bazen çok hızlı bazen de çok yavaş şekillenmez mi? Kimi zaman dalgalar vals gibi hareket ederken kimi zamanda Elvis Presley’in Rock’n’roll şarkıları ve hareketli sahne Show’u gibi kıvrak olmaz mı?

 

· Olur, biz yine gelelim Vals’ın çılgın dünyasına.

Bir dâhiden söz etmek tam şimdi tam bu araya yakışıyor ki ben de söz etmeden geçmeyeceğim. Dahiler normal insanlardan olmuyor. Deli denizlerde koylardaki su birikintilerinden olmadığı gibi! Bakın şimdi ben şaşırdım sizlerde ne tür etki yapacak!

 

· Altı yaşında valslar yazmış

Daha altı yaşında valslar yazmaya başlayan, annesinin yardımı ve teşvikiyle ki! Ondaki cevheri görmüş ve desteklemeye karar vermiş. Babasının bütün itirazlarına rağmen! Anne aldırmamış oğluna inanmış. Babalarının derdi başkaymış ne garip!

 

· Baba ünlü bir müzisyen

Baba ünlü müzisyen olabilir, belki iyide kazanabilir ama ailesi ile o kadar az zaman geçirmiş ki ömrü boyunca çocuklarının böyle yaşamasını istememiş. O ne çocuklarının doğumlarına tanıklık edebilmiş, ne ilk dişlerinin çıkmasına, nede ilk yürümelerine. İtiraz etmiş onlarında içlerinde kaynayan müzik dürtülerinin dışarılara çıkmasına…

 

· Hayır, siz müzisyen olmayacaksınız.

Mutlu yaşayacaksınız yalnız kalmayacaksınız. En büyük yalnızlık kalabalığın içinde yaşanan yalnızlıktır derler bu büyük müzisyen bunu ne kadar çok yaşamış ki müziğe gönül veren, emek veren biri olarak evlatlarının müzisyen olmalarını istememiş. Başarmışta bir oğlunu banker yapmış. Tamam, ama küçük oğlu farklı annesi ise küçük oğlunun bir dahi olduğunun çoktan bilincinde…

 

· Zaman anne destek olmuş.

Anne olarak ona destek olmak zorunda hissetmiş kendini ve öylede yapmış.

Oğlu altı yaşında valslar yazar olunca, tutuğu gibi elinde, eşinden habersiz, eşinin orkestrasında keman çalan kemancıdan gizli dersler aldırmış. Annelere bakın. Annelerin hakkını ödemek ne mümkün! Eşini oğlu için karşısına alan yürekli bir kadın daha!

 

· Yürekli kadınların şansla kavgaları olurmuş.

Yürekli kadınlar şansız mı oluyordu? Bir garip hikâyede burada! Anne Strauss iyi bir kadın, iyi bir anne ve güzel bir kadındı. Eşinin olmadığı tüm zamanlarında çocuklarını yetiştirmek için çabalamıştı. Bu iç denizlerin büyük denizlere aldırmaması gibi bir şey değil miydi? O iç denizdi diğerlerini niye dert etsin ki. O kendine yetiyordu. Onun kendi içinde adacıkları, balıkları, mercanları, yengeçleri hatta kestaneleri yok muydu vardı o zaman!

 

· Yalnız geçen gecelerini değil yıllarını sorgulamamıştı.

Eşini düşünürdü yollarda ve yalnızlıklarda diye. Bunun çokta düşündüğü kadar hüzünlü olmadığını eşinin bir başka kadınla olan beraberliği için kendini ve çocuklarını terk ettiği gün anladı. Sadakat neye yaramıştı. Eşinin yokluğunu çocuklarına hissettirmemek ne iş görmüştü. Yalnız geçen gecelerde yastıklara, yorganlara özlemle beklediği eşinin resimleri ile geçirdiği yağmurlu soğuk Viyana geceleri neyin teşekkürü ile geri gelmişti.

 

· Dönmüştü ona. Hiç bir şeyle…

Eşi başka bir kadını tercih etmişti. Onu sevmişti ve gidiyordu. Yalnızlıklarını ona yine iade ediyordu. Üstelik artık arada var olan eşinin, kısa süreli yanında olmasından kaynaklanan yalnızsızlıklarının da bittiğini biliyordu. Ne yazık ki sevgili eşi de biliyordu. Kısa süre evde kaldığı zamanlarda, bahşedip eşine verdiği, lütfettiği varlığının olmayacağını anlatırken nasıl da gururlanıyordu… Bu eşinin kompleksiydi mutlaka. Bu nedendi? Kendini çok önemsediğindendi…

 

· Kocası gitmişti. Bu neye benziyordu biliyor musunuz?

Yağmurların az yağmasına, karların az olup erimemesine, derelerin, nehirlerin denizi beslemek için suları az getirmesine… Ama dereler az su getirdi diye koca deniz kuruyacak değil ya! O büyük bir kadındı. O güçlü bir kadındı. O büyük bir denizdi. Eşi onu besleyen büyük bir ırmaktı. Irmak yön değiştirmiş, denize dökülmekten vazgeçmişti. O başka bir Nehire dökülmek ya da yenisiyle birlikte daha büyük denizlere, ya da çok büyük olan su boşluğu okyanuslara gitmek istiyordu, gitmişti.

 

· Akan bir tek ırmak kocaman denizi kurutmazdı.

Deniz bir silkelenmişti ilk başta devamlı akan dağlardan, yükseklerden kar sularını, yağmur sularını taşıyan ırmak yoktu. Yokluğu tabi çok belliydi çok eksikti… Yeri unutulamaz değildi, vazgeçilemez hele hiç değildi. Gitsin. Nerede nasıl yaşamak istiyorsa yaşasın. Güle güle…

 

· Neşe veren, keyif saçan valslar!

O zamanlarda neşe veren keyif saçan valsları Richard Wagner, alkolden bile daha fazla bağımlılık yaratan bir ‘fenomen’ (görüngü) olarak tanımlıyordu. Denize aşk gibi! Kimimiz deniz olmadan yaşayamayız. Deniz olmalı hayatımızın bir yerinde deriz. Balkonda çayımızı içerken ona bakmalıyız, sevgilimiz kolumuzda iken yanında yürümeliyiz, canımız sıkkın iken ona taş atmalı hatta seğirtmeliyiz. Çok keyiflendiğimizde kayıkla gezmeliyiz. Bazen de üstünde oturup içinden balıkları almalıyız. Ama deniz bu renksiz ama her zaman mavi ya da yeşil görülen büyük sudan uzak olmamalıyız.

 

· Şimdi zamanıdır.

Şimdi tam zamanıydı. Oğul Strauss devreye girmişti. Tıpkı büyük denize yeni gelen ırmaklar gibi, dereler nehirler çaylar gibi. Deniz yine doluyordu. Kurumamıştı ki. Anne Strauss’da artık sahnede bir başka Vals kralını alkışlıyordu ve onun yanında, arkasında duruyordu. Bankacılığı bırakan müzisyenliğe geçen, yıllardır sırf babası istemiyor diye altı yaşından beri besteler yapan bu dahi müzik adamını artık durdurmak mümkün değildi.

 

· Deniz kabarıyor.

Denizin kabarması gibi, coşması gibi, dalgalarının yeri göğü sarsması gibi…

Oda sarsıyordu, dağıtıyordu… Sesini her yerden duyuruyordu. Hatta babasına olan kinini o kadar çok içinde, yüreğinde hissetmişti ki, 1844’de kurduğu orkestra ile başarılarının ilkinden başlayarak katlayarak ilerlemeye başlamıştı. Bu denizin dalgalarının yükselmesine benziyordu. Deniz kabarıyordu. Med cezirler peş peşe geliyordu ama gerileyen o değildi babasıydı o ilerliyordu. Deniz genişletiyordu kendini. İçindeki kıyametler etrafı sarmasına sebep oluyordu. Tıpkı oğul Strauss gibi.

 

· Bir vals kralıdır artık.

Bir vals kralı olarak babasının tek ciddi rakibi haline gelmişti. Hayat buydu. Irmak yön değiştirmişte ne olmuştu? O gitti ise gitsin ne olmuştu. Deniz mi kurumuştu. Başka ırmaklar mı olmamıştı. Kader garip oyunlar hazırlardı insanlara. Oğlunun müzisyen olmasını neden istememişti! Sadece uzaklarda yalnız olacaklar diye mi? Kim bilir! Beklide bir önsezi vardı hep içinde… Hep bir garip korkusu olduğu için mi? Nitekim o bu dünyadan gidince onun orkestrası da Johann Strauss Jr’un orkestrası ile birleşmişti. Oğul yapmıştı bunu ne garip.

 

· Suya ne olmuştu.

Suya ne olmuştu diye sorulduğunda acı bir cevap gelecekti. Geldi. Su kurudu. Nehir kurudu. Hani bir başkası ile yan yana gidecekti de denizden kopmuştu. O başkası başka yeni nehirler bulunca bu eski nehri çoktan terk etmişti. Kalmıştı tek başına hak ettiği cezasıyla. Artık ailesi onu besleyen küçük derecikleri yoktu. Beslenme bitmişti. Dış etkenler ağırlıktaydı. Bunlarda alacaklı, ev sahibi ve bir sürü para bekleyen alacaklılar gibi! Hiç birini veremedi. Veremezdi arı kurumuştu.

Yoktu artık o.

 

Ne yazık!

 

Nazan Şara Şatana


 

 
Toplam blog
: 1731
: 4678
Kayıt tarihi
: 09.12.10
 
 

Turizmci; Genel müdür Yazar ; Romanlar, senaryolar müzikkaller... Sinema filmleri, TV filmleri.....