Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Ağustos '07

 
Kategori
Öykü
 

Denizkızı

Denizkızı
 

O akşam, yapmayı planladığını yapamamıştı ve canı çok sıkılmıştı çok… Ama…

Çalışıyordu. Bu yüzden hafta sonu, evle ilgili işleri daha bir yoğun oluyordu sanki. Neyse ki bu cumartesi yapılması gerektiğini düşündüğü şeyler, o kadar da çok değildi. Bu yüzden güne erken uyanmasının kazandırdığı zamanı, uzun, keyifli bir kahvaltıya seve seve harcadı. Evire çevire gazetesini okudu, biraz yeni başladığı romana daldı… Derken, az şekerli kahvesini de içip, “hadi bakalım, bu kadar aylaklık yeter” diye söylendi kendi kendine ve evinin ufak tefek işlerini yapmaya koyuldu. Hem de büyük bir keyifle. Emek verdiği zaman daha bir onun oluyordu, daha bir seviyordu sanki evini; her köşesini biliyor; hakim olabiliyordu.

Akşamüzeri olduğunda, yapmayı tasarladığı işlerin hepsini bitirmişti ve her zamanki gibi bundan ayrı bir keyif almıştı. İşlerini yaparken dinleyip, hatta dayanamayıp söylediği şarkıların, yüreğinde oluşturduğu güzelliklerin de katkısı vardı belki bunda, kim bilir… Aklına, bir süredir el sürmediği örgüsü geldi; son günlerde biraz da olsa serinleyen hava nedeniyle anımsamıştı belki de yarım kalan elişini. Uzun süredir televizyon da seyretmiyordu; gazeteden programa baktı; daha gösterimden yeni kalkmış, iyi olduğunu düşündüğü ama gidemediği bir film oynuyordu ki ne çabuk televizyon ekranına "düştüğüne" şaştı yine.

Evet, akşama; ayaklarını uzatıp televizyon karşısında film seyrederken örgü örmeye karar verdi. Bu hevesle, akşamüzeri çay demledi, yanına bir şeyler hazırladı ki çay keyfini yaparken neredeyse filmi kaçırıyordu. Havanın aydınlığı onu yanıltmıştı, daha var sanıyordu sinemanın başlamasına. Zaman… Güneşe bakıp takip etmek yanıltıyordu insanı ve güneşe bakıp iş yapan, karar veren insanlar, bizim gibi gelişmekte olan; geri kalmış ülkelerde daha mı çoktu sanki…

Haber sonrası, "reklamlar" bitiyormuş gibi yapa yapa uzadıkça uzuyordu ya canını sıkmadı hiç. Örgü sepetini almış, bir kenarda bırakılmanın verdiği dağınıklığını toparlamaya çalışıyordu. İlmekleri atmaya başladığında film henüz başlamamıştı ama o, özlediğini fark ettiği örgüsüne dalmıştı ki birden bir “duyuru” okunmaya başladı, anlamadı önce. Sonra ekrana yansıyan belgesel görüntülerinden kanalın; seyircilerin belgesel izlemekle “cezalandırıldığını” anladı. Canı sıkıldı iyice. Kendini öyle hazırlamıştı ki böyle bir keyfe; bütün akşamı berbat oluverdi birden. Belgesel severdi ama izlemek gerekiyordu. Oysa o, örgüsünü yaparken, filmi bazen, sadece “işiterek” izlerdi. Film izleyemeyecekse, oturup örgü örerek geçirmek istemedi zamanını. Ne yapacağına karar veremez bir halde, ilmek atmaya devam ediyordu ki, telefon çaldı. Bu saatte kim olabilir diye sinirle aldı telefonu eline, numaralar görünüyordu; biri cep telefonuyla evini arıyordu. Şaşırdı, merakla açtı telefonu tanıdık bir ses ama çıkaramadı ki arayan adam kim olduğunu söyledi. Tanıyordu ama yine de şaşırdı. Bu saatte niye arıyordu ki kendisini? Üstelik “Evde misiniz?” diye soruyordu.

Ama dinledikçe, niye olduğunu anımsadı ve yüreğinden geçen güzel duygular, yüzüne tebessüm olarak yansıdı. Zaman zaman çalıştığı yere balık getirip satan Süleyman Efendi; Süleyman Bey’di arayan; işyerinin bekçiliğini yapan Süleyman Bey. Kadın mutlaka alırdı, hatta istemese bile elinde kalmasın diye alır, buzluğa atardı balıkları; Zeynep Hanım’ın torunuydu o ne de olsa… Hani evinin önünde kurulan pazarda, satamadıkları süt, yoğurt gibi şeyleri geri götürmek istemeyen satıcılardan, ihtiyacı olmasa da alan Zeynep Hanım’ın… Süleyman Bey balıkları temizleyip getiriyordu üstelik. Hatta bir keresinde, kadın istediği için, o minik hamsileri bile temizleyip getirmişti. Geçen hafta bir ara gördüğünde de hatırını sorup, canının balık istediğinden bahsetmişti kadın; ama “Evim yeni temizlendi, kızartıp balık koksun istemiyorum.” demişti de etraftakiler dalga geçip; “Süleyman efendi, bir de kızartıp götürseydin, ” demişlerdi. İşte, tam da bunu yapmak için arıyordu Süleyman Bey; “Evdeyseniz, balıkları kızartıp getireyim, ” diyordu.

Evdeydi kadın; hem de nasıl! Birden gecesi mavilendi; balık deyince aklına ne zamandır yapmak isteyip de yapamadığı bir şey gelmişti; “rakı içmek”. Buzdolabındaki, dost yemeğinden arta kalmış rakıyı anımsadı. Tek başına rakı içmemişti hiç, ama seyredemediği filmin sıkıntısını alsa alsa rakı alırdı(!) Hemen, marul salatasını hazırlamaya koyuldu ki balığın yanında en sevdiği şey “marul” salatasıydı; içine sadece limon ve yağ konulup başka bir şeyin karıştırılmadığı marul salatası. Roka da olurdu, hatta “roka koklamak güzel olur” diyenler de vardı ama zaten evde roka yoktu. Limon sıktı, zeytinyağıyla karıştırdı, balığın üzerine dökmek için. Ekmekleri dilimledi. Başka? Balığın gelmesi kalmıştı sadece. Balkonu akşamüzeri yıkamıştı, bir garip suçluluk duygusuyla. Bir kova suyla yıkamıştı ama Ankara’da, çeşmelerinden, neredeyse on gündür bir kova su akmayan insanlar vardı. Son yıllarda giderek kararan başkent, bu su kesintisiyle, tam da adı gibi; “kara” olmuştu! Hazırladıklarını balkondaki masaya taşıdı hemen. Büfenin köşesine sakladığı, o ince uzun rakı bardağını çıkardı, cam sürahisine soğuk su doldurdu ve tabi buz da hazırladı. O kadar “rakı” sofrasında bulunmuştu; bunlar olmazsa olmazlardı.

Az sonra zil çaldığında, hoş bir heyecanla koştu kapıya. Kızartılmış balıkları alırken “Borcumuz?” deyişine sitem etmişti Süleyman Bey; “O zaman işin rengi değişir.” diyerek. Oysa kadın sadece fiyatlı olduğunu düşündüğü balığın, adama külfet olmasını istememişti. Süleyman Bey’se, “Bu sefer de biz bir şey ikram etmiş olalım, ” diyerek uzaklaştı hemen.

Balkonun ışığını yakmadan yemeğe başladı kadın, yoldan geçenler görmesin diye ve rakı kadehini de sürahinin arkasına saklayarak. Az sonra elindeki çatal bıçağı bırakıp eliyle yemeğe başladı balığı, zaten loştu balkon; yediklerini tam olarak göremiyordu. Nasıl da lezzetliydi balık! Belli ki sevgiyle pişirilmişti. Balık bittiğinde sanki başı dönüyordu biraz, oysa çok içmemişti ama galiba rakı içmeyi becerememiş, çabucak bitirmişti. Olsun… Çok hoş bir keyifti başının dönmesi. Nasıl oldu da masadakileri topladı, yatağına yattı anımsamadı. Ama hoş bir rüya gördüğünü anımsadı; sabaha uyanırken de, anlayamadığı bir şey vardı…

“Gelinciklerle dolu bir tarladaydı… Saçları savruluyordu rüzgarda… Sonra, papatyaların içine oturmuş taç yaparken bulmuştu kendini. Yooo, çocukluğunda değildi. Papatya tacını taktı saçlarının üzerine. Sonra birden deniz kıyısında oluverdi, rüyaların o inanılmaz hızıyla… Kumsala indi ve dalgalar ayaklarına değer değmez olan oldu; ışıltılarla dolu kuyruğuyla bir denizkızıydı o; gerçeğine dönmüştü. Az sonra, mavileriyle koyun koyunaydı. Yetmedi, laciverde; koyu mavilere yüzdü… Uzakta bir “deniz feneri” yanıp sönüyordu; daha önce hiç görmemişti onu; oysa hep buralarda geçmişti hayatı…”

Sabaha uyandığında, ellerini kuyruğuna doğru götürdü, yoktu. Ama öyle bir maviliğe uyanmıştı ki bir türlü karar veremedi ve anlayamadı; rüyasında mı denizkızı olmuştu, yoksa denizkızıydı da şimdi mi rüya görüyordu? Ve anlayamadan denize daldı gitti; hayat denizine…

 
Toplam blog
: 210
: 3227
Kayıt tarihi
: 29.03.07
 
 

Yazmak... Öyle güzel, öyle hoş ve öyle derin bir eylem ki!.. Olmazları bile oldurabiliyorsun. "Ke..