Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Mart '11

 
Kategori
Psikoloji
 

Depresyon, aslında fakir hastalığı değil...

Depresyon, aslında fakir hastalığı değil...
 

Gördüğüm o ki, çağın hastalığı olarak bilinen DEPRESYON, aslında fakir hastalığı değildir.  

Depresyona kapılanlar, daha çok, fakirlik çekmeyenler, geçim sıkıntısı içinde olmayanlar, şehirde ve toplumda sosyal yaşayanlar…  

Mesela bir köylüde ben bu rahatsızlığı göremedim. Köylünün, geçim derdi var. Bağın bahçenin derdi var. İneğin, koyunun ve keçinin derdi var. Yarın nerede otlayacak, sütü ne olacak, bir rahatsızlığı var ise onu ne yapacak? Bağ-bahçenin sorunları vardır; yarın ne ekilecek, nasıl ekilecek, nasıl biçilecek, kimler gelecek, vs…  

Yoksa köylünün bu hastalığa kapılmamasının altında yatan gerçek neden, doğal yaşıyor olması mıdır? Temiz hava, yemyeşil doğa, toprak, pınarlar, kuşlar, hayvanlar vs… Yoksa insanların toprakla sık teması sonucu vücut enerjisinin toprağa boşaldığından mıdır? Yoksa köylü, toplum haberleriyle görsel olarak pek fazla muhatap olmadığı için mi etkilenmiyor sosyal sorunlardan?  

Velhasıl bunu çiftçide göremiyorum. Bunu, fakirlik çekenlerde de, ekonomik sorun yaşayanlarda da göremedim.  

Onların bütün derdi; o gün karnını doyurmak, çocuklarının masrafı, eve ne götüreceğim ve nasıl götüreceğimden ibarettir. Toplumun sosyal sorunlarıyla ilgilenmeye fırsat bulamaz ve bulsa da umurunda değildir. Onun derdi hayatta kalma savaşıdır, var olabilme savaşıdır. Onun bir güzergahı vardır fakat zenginin ve toplum içinde yaşayanların bir güzergah bulması zordur. Zor olunca işte bu sorunları yaşıyorlar. Onlar ayakta durabilme ve kişilik olarak var olabilme savaşındadırlar.  

Bir çemberi düşünelim. Onu bir yöne doğru yuvarladığınızda dimdik ayakta durarak yol alır fakat durduğunda mutlaka devrilir. Bisiklet gibi…  

O, köylü ve fakirin, sabah işe giderken veya çarşıya giderken ne “giyeceğim” diye gardırobundaki onlarca elbiseden birine karar verme gibi bir derdi yoktur. Onun bir tane, temiz ama ütüye bile gerek olmayan bir şehir elbisesi vardır, bir de iş elbisesi… Onun bir gardırobu bile yoktur.  

Oysa zenginlerin, gardırobunda onlarca elbiseden “hangisini giyeyim” diye karar veremeyen ve oturup saatlerce düşünen ve hatta “kafayı yiyecem yaa, hangi elbisemi giyeyim?” diye sinirleri bile bozulanlar vardır. Zenginlerin, gittikleri ortamda giysilerinden dolayı psikolojileri renkten renge girer. En küçük bir iltifata 40 gün aç kalmış fakir gibi susamışlardır. En güzel elbiseyi giymesine rağmen bu iltifatı bile bulamayınca psikolojisi değişir.  

Birinin ya da eşinin ona mutlaka çok ince ve hassas ifadeler kullanması gerekir. Bir emir verircesine ifade kullanmamalıdır. Ama fakirin böyle bir ifadeden ne anlam çıkacağından bile haberi yoktur. “Git, al, gel, garı, herif, neden almadın, neden gelmedin neden yapmadın, yap…” vs bu ifadelerin inceliği- kalınlığı onun için çok önemli de değildir ve bunlar onun umurunda bile değildir. Yeter ki, kavga olmasın, küfür olmasın ve darp olmasın yeter.  

Zengin çok yer, çok uyur ve kilo alır. Bu kiloları harcayacak yer ve zaman bulamaz ve şişmanlıktan kurtulmak için bin bir çaba gösterir ve psikolojisi bozulur. Bu kilolardan dolayı eşi, onun şişmanlığından dolayı beğenmeyeceğini düşünerek sıkıntıya bile girer. Çünkü onun eşi toplumdadır ve kendinden daha şık insanları göreceğinden beğenilmeyeceği kaygısı taşır. Ama köylünün, fakirin böyle bir derdi yoktur. Onun gün akşama kadar göreceği kişi eşidir sadece. Bir kıskançlığa bile gerek yoktur.  

Fakirin ve köylünün tırnak, oje, saç boyası, losyon tranş, pati kür-manikür gibi gavurca ifadelerden de anlamaz.  

Fakir bakkala giderken alacakları bellidir; un/ekmek, tuz, şeker, yağ vs… ama zengin bakkala değil, markete gider, akşama kadar dolaşır, ne alacağına karar veremez, kafayı yer… Bir alacağına bin alır, kredi kartı vardır borca da girer, bu da sonradan ayrı bir sorun oluşturur. Fakir, kredi kartı bilmez, uzaktan görmüştür…  

Zengin insanlar, kişiliklerini, başkalarının kişilikleriyle ölçüştürürler. Onların, geçim-yaşam derdi yoktur, onlar geçim derdini aşmışlardır…  

Onlar toplumda kendilerine ait bir yer ararlar. Bir kimlik ve bir kişilik ararlar. Bu, herkesin olduğu gibi onların da gayet doğal hakkı ve olması gerekenidir. Ama fakirin, köylünün böyle bir derdi olmaz.  

Bu aslında zenginin boş kalmışlık hastalığı da olabilir. Evde akşama kadar, o dizi, bu dizi, o magazin, şu haber, bu haberi dinleyip kafayı yiyen insanlar…  

Ama bu hastalık aynı zamanda da zeki insanların hatalığıdır. Zekâ, kontrolsüz çalışıyor… Kontrolün olabilmesi için akıl yetisi gereklidir. Akıllı kişiler bu hastalığa yakalansalar bile akılları sayesinde bu hatalıktan çok kolay çıkarlar. Fakat aklı, zekâsından az olursa işte o zaman işin içinden çıkamaz, sürekli ilaca bağımlı yaşarlar. İlaç onların beynini uyuşturur, zekâsını uyutur. Zekâ fazla olsa ne yazar! Kontrolü olmayınca tehlike olur; zira “kontrolsüz güç tehlikedir”. Zekâ, önemli bir güçtür ve bu da yaratılıştan gelir. Onu kontrol edecek olan ise akıldır ki, bu da sonradan eğitimle elde edilebilir.  

Tabii, bu arada kişilikteki iradeyi de unutmamak gerekir. Bütün bunları kararlılıkla kontrol altında tutabilmek ve uygulayabilmek için de “irade” sahibi olmak gerekir. İradesi zayıf yaratılışlı kişilik de, bunun önemli bir parçası oluyor.  

İyi bir kişilik yapısı için; zekâ, akıl ve irade şarttır…  

Sevgili okurlarım; bu konudaki görüşlerim bunlardan oluşuyor. Eğer sizlerin de bu konuda ki değerlendirmelerinizi birlikte paylaşırsak memnun olurum. Hep birlikte daha sağlıklı bir düşünceye ve karara varmış oluruz.  

Bu konuda, bilimsellik altında varılan kararların hepsi aynı pencerenin manzaralarıdır. Çözüm yöntemleri de tabii ki aynı; ama çözüm yok, gittikçe artan bir hastalık var.  

 

 

 
Toplam blog
: 358
: 1023
Kayıt tarihi
: 03.09.08
 
 

  Ne elimde garantim var ikinci bir soluğu almaya Ne aklım erer dünyayı yıkıp ta yeniden ya..