Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Mayıs '14

 
Kategori
Deneme
 

Derin düşünceler...

Derin düşünceler...
 

boomers.typepad.com


Hiç düşündünüz mü? Geçmişe doğru hafızanızı zorladığınızda kaç yaşındaki halinizi hatırlayabilirsiniz?  Yalnız geçmiş fotoğrafların etkisinde kalmadan söyleyin lütfen.  4 yaş?, 5 yaş?, herhalde 6 yaşındaki halinizi hatırlıyor olmalısınız. Yani ilkokula başladığınız yaşı.  

Teyzem evlendiği tarihte ben dört yaşımdaydım. Onun düğünunden bir sahne hatırlıyorum. Ondan sonra annemin bir sözü aklımda kalmış.”Yaşın küçük bu sene okula gidemiyorsun. İlkokula ancak seneye başlayacaksın” demişti.  Demek ki o zaman 5,5 yaşındaymışım.  Kız kardeşimle aramda 6 yaş olduğuna göre annem o sıralarda hamileymiş. Annemin karnı büyümeye başladığında ona şu soruyu sormuştum. “Anne çocuk nasıl olur?” Rahmetli annem bana o zaman şöyle cevap vermişti. İnsanlar evlenir ve Allah’tan çocuk ister. Allah da verir.” O gece rüyamda annemin bir çocuk yediğini görmüştüm. Yani yediği çocuğu zamanı gelince doğuracakmış gibi.

Ben dedelerimi görmedim. Her ikisi de ben doğmadan ölmüşler. Yaşlı olarak tanıdıklarım rahmetli anneannem, babaannem bir de anneannemin annesini hatırlıyorum. Onu da nine diye çağırıyordum. Küçükken onları ziyarete gider, onlar da bize gelirlerdi.  

Bir gün ninen öldü dediler. Sebebini sorduğumda “ Çok yaşlanmıştı,  Allah onu yanına aldı” dediler.  Demek ki insanlar doğduklarında onları Allah veriyor, yaşlandıklarında da alıyordu. Bu hesaba göre en yaşlı olan kişi  babaannemdi, bu sıraya göre, önce babaannem, sonra anneannem, sırasıyla babam ve annem ölecekti.  Özellikle küçük yaştayken anne ve babamın öleceğini düşünemiyordum bile.  Zamanı gelince o ölümlerin sırayla olmadığı, anneannemin, babaannemden önce, babam annemden 8 yaş daha büyük olmasına rağmen, annemin babamdan dört yıl önce öldüğü gerçeğiyle yüzleşmiştim.

Mahalledeki yaşıtlarım arasında Zeki adlı bir arkadaşım vardı. O zamanlar yedi veya sekiz yaşlarında olmalıydık. Oyun arkadaşlarımdan biri olan Zeki’nin bir gün öldüğünü söylediler. Ölümü bir kaza değildi, bir hastalıktan ölmüştü. Hangi hastalıktan öldüğünü bilmiyorum ama arkadaşımın ölümü bana bir gerçeği daha öğretmişti. Demek ki, insanların ölmeleri için yaşlanmaları şart değildi. Allah istediği zaman,  genç veya yaşlı olup olmadığına bakmadan kişileri yanına alıyordu. 

8 yaşındaki çocuk aklımla  kendime şu soruları soruyordum. Allah nasıl bir varlıktı? İnsanların doğmalarını istiyor ve istediği zaman ölmelerine karar veriyordu. Allah’ı gözümde  bir türlü canlandıramıyordum.

Rahmetli babamla ilk defa camiye gittiğimde, orada beyaz sarıklı biri günahkârların cehennemde yanacağını anlatıyordu.  Önündeki kitaptan anlamadığım dilden bir şeyler okuyor, sonra da onların anlamını bize anlatıyordu. Cehennem nasıl bir yerdi? Oraya gitmemek için ne yapmak gerekirdi?

Eve geldiğimizde babam bana din hakkında benim anlayabileceğim şekilde bazı açıklamalar yaptı. Hepimizi Allah yaratmıştı. Göğü, dünyayı, evreni…İnsanların doğru yolda yürümesi için kitaplar göndermişti. Bizim kitabımız da Kuran-ı Kerim’di.  Kuran’ı Kerim annemlerin yatak odasında süslü satenden yapılmış bir muhafazanın içinde duvara asılı olarak dururdu. Evde Arapça bilen kimse olmadığı için kimse okumazdı. Ancak evimizde namaz hocaları diyebileceğim kitaplar vardı, orada namaz sureleri ve mealleri yazardı. Babam namaz kılmak için oradaki surelerin ezberlemesi gerektiğini söyledi. Ben de Kelime-i  Şahadetten sonra sırasıyla o sureleri ezberlemeye başlamıştım.

Çocukluğum Eyüp’de geçti. Evden okula giderken yolumuz üzerinde büyüklerimizin evliya dedikleri türbeler vardı. Okul yolunda o türbelerin önünde durup, arkadaşlarımızla birlikte ezberlediğimiz sureleri okul, dua ederdik.

Bize Allah’ın kitapları melekler aracılığıyla peygamberlere iletildiği anlatılmıştı. O zamanlarda aklıma gelen sadece peygamberlerin görebileceği kanatlı bazı varlıkların peygamberlerin eline kitaplar  mı veriyorlardı? Çünkü o zamana kadar gerek okulda, gerek evde vahiy’in ne demek olduğunu kimse bize anlatmamıştı. Vahiy olayını öğrendiğimde ise oldukça şaşırmıştım. Yani durup dururken, görünmez bir varlık  peygamberlere bir şeyler söylüyor, peygamberler de bunları ezberleyip yazdırıyorlardı. Böylelikle kutsal kitaplar yazılmış oluyordu.

Erginlik çağına ulaştığımda Kuran-ı Kerim’in Türkçesini okumaya başlamıştım. Ama başlangıçta orada yazılanların birçoğunu anlamakta zorluk çekiyordum.  İlerleyen yıllarda tasavvufla ilgili kitaplar okuyunca düşüncelerim daha netleşmeye başlamıştı.

Çocukluğumuzda dua ederken ellerimizi açar göğe doğru bakardık. Göğe baktığımızda Allah’ın orada olduğunu zannederdik. Gerçekten yabancıların Tanrı, bizim Allah dediğimiz varlık neredeydi?

Tasavvuf dönemini okurken, orada sufilerden Hallac-ı Mansur’un “En-el hakk” yani “Ben Allah’ım” sözü beni çok etkilemişti.  Çünkü tarihteki bilgilere göre kendisinin bu söz üzerine öldürüldüğü ileri sürülür.  Tasavvuf döneminde yaşayanlar Allah sevgisi üzerine yoğunlaşmış ve düşünceleri oldukça ileri seviyelere yükselmişti. Onlar düşündüklerini etrafta söylememeleri gerekiyordu. Bunun için kendi gibi düşünenler bir araya gelerek kapalı kapılar ardında düşüncelerini paylaşıyorlardı. Ama Hallac-ı Mansur bir hata yapmış, bu düşüncesini herkesin ortasında söylemişti.

Secde suresinin 6-8 ayetlerinde  şöyle der.

“O ki yarattığı her şeyi güzel yaptı. İnsanı yaratmaya da çamurdan başladı. Sonra onun neslini bir öz sudan, değersiz bir sudan yarattı. Sonra onu şekillendirip ona ruhundan üfledi.”

Bu ayete göre, hepimizin ruhu Tanrı ruhunun bir parçası olduğu anlaşılır. İncil’de de Tanrı’dan söz edilirken “Tanrı içimizdedir” denir.  İnsan ruhu bir su damlasıysa Allah bir okyanustur. İşte  Hallac-ı Mansur bu düşünceyle “Ben Tanrı’yım” demiştir. Çünkü hepimiz içimizde  Allah’ın ruhunun bir parçasını taşıyoruz. Peki Allah içimizde veya onun ruhunu taşıyorsak, Allah ve ruhu vücudumuzun neresindedir?”

Kaf suresinin  16. Ayeti şöyle buyurur:

Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.”

Şimdi de tıp dilinde şah damarının tarifine bakalım:

Sağ ve solda olmak üzere iki tâne olan, aort yayından ayrıldıktan sonra boyundan geçerek beyne doğru çıkan büyük atardamarlara verilen isim. Şah damarlarına tıp dilinde “arteria carotis communis” denir. Soldaki şah damarı sağdaki şah damarından 4-5 cm daha uzundur.

Şimdi şu terimleri alt alta yazalım.

Ruh,

Şah damarı

Üflemek

Bütün bunlar benim aklıma nefesi getiriyor. İnsanlar yaşadıkça nefes alırlar. Öldüklerinde ise nefes alamazlar. Bu durumda aldığımız nefes aslında ruhumuz mudur? Ruhumuzu nefesimizde mi hissediyoruz?

İnsanlar öldüklerinde “Ruhunu teslim etti” derler. Aslında doğrusu bu mudur? Yoksa ruhun bedeni terk ettiği mi  daha doğrudur?

Sonuç olarak sormak istediğim soru şu:

Biz ruh muyuz? Beden miyiz?

Ruh isek, bedeni geride bırakacağız ve o beden toprakta çürüyüp gidecek. Beden isek yine çürüyeceğiz, ruh ahirete gidecek.

Biz neyiz?

Fazla derinlere daldım galiba….

Peki, şu soruyu hiç kendi kendinize sordunuz mu?

İnsanlar neden yaratıldı?

Bazı kaynaklar Allah’ın kendi ruhunu denemek için insanları yarattığını söyler. Her çocuk doğduğunda çok temizdir, günahsızdır. Öyleyse Allah’a kavuşacağı zaman da temiz olması gerekir. Bunun için de dünyada tekamül etmesi gerekir. Peki günahkarlar tekamül edecekler mi? Reenkarnasyon gerçek mi? Bu dünyaya ruhlar birkaç kere daha gelecekler mi?

Dünya hayatında   gördüğümüz çocuk katillerinin sonu ne olacak? İlahi adalet bunları nasıl cezalandırılacak. Dünyamızda yaşanan adaletsizliklerin hesabı ahirette sorulacak mı? Neden bazı insanlar refah içinde yaşarken, bazı insanlar açlıktan ölüyorlar?

Nasıl bir dünya burası?

Ahiret hayatında hepsi düzelecek mi?

Soru çok ama, cevaplar ancak inançlarımız çerçevesinde verilebiliyor. Dünyada umudunu kesen insanlar işte bu yüzden ahirete sığınıyorlar.

 
Toplam blog
: 974
: 3444
Kayıt tarihi
: 16.01.07
 
 

2017 Basın özgürlük endeksine göre 180 ülkeden 155. sırada olan ülkemizde yemek tarifleri  ve tel..