Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Mart '15

 
Kategori
Gelenekler
 

Destanlaşmış bir yiğitlik için bile konu namus ise şüphe öldürücüdür

Destanlaşmış bir yiğitlik için bile konu namus ise şüphe öldürücüdür
 

Ağrı Dağı Efsanesi/Yaşar Kemal


'Kır bir at Ahmet'in evinin karşısında dün akşamdan beri duruyordu. Boynunu uzatmış, geniş burun delikleriyle kapının yer yer çatlamış tahtasını koklar gibiydi. Bu atı Ahmet'in kapısında ilk önce çok yaşlı, uzun ak sakallı Sofi gördü. Atın üstünde, gümüş savatlı bir Çerkes eyeri vardı. Üzengisi işleme gümüştendi. Dizginleri sırma işlemeliydi. Eyerin altın, sedef kakması başına geçirilmişti. Atın sağrısına doğru, eyerin altında çok iyi pişirildiği daha uzaktan belli olan bir nakışlı keçe belleme uzanıyordu. Keçe bellemenin üstüne eski zamanlardan kalma bir güneş sureti işlenmişti. Çok turuncu. Güneşin ardından da uzun bir hayat ağacı yemyeşil yükseliyordu.'*
 
Ahmet, Sofi ile düşünüp taşındı. At, kendiliğinden kapısına kadar gelmişti. Ne yapmalıydı? At, üç kere uzaklara bırakılıp da aynı kapıya gelirse Hakk yadigarı sayılırdı. Bu dağlıların hükmüydü. Yadigar at kimseye verilmez, baş verilir, at verilmezdi. Günler geçti, aylar geçti ve bir gün atın Osmanlı paşalarından birinin atı olduğu anlaşıldı. Paşa ulağını göndermiş, mühlet tanımış, mühlet sonunda at geri getirilmezse Ahmet'in başını alacağını bildirmişti. Köylüler, bilge kişiler, hatta çevre köylerin insanları oturup düşündüler, konuştular, tartıştılar ve paşanın dediğini yapacağını, kararından dönmeyeceğini anladılar. Atın geri verilmesi söz konusu bile olmadı. Yiğitçe, korkusuzca hep birlikte Hakk yadigarını koruyacaklardı. Karar çıkmıştı.
 
Hep birlikte tüm civar köyleri boşalttılar. Sadece Sofi kaldı geride. Sofi gitmeyi değil de kalmayı seçti. Dağlılar istemedikçe bulunmazdı. Onlar dağların her bir köşesini çok iyi bilirdi. Eğer bulunmak istemezlerse kimsenin onları bulmaya gücü yetmezdi.
 
Mühlet dolduğunda paşanın askerleri Ahmet'i ve atı almak için köye geldiler. Ne o köyde ne de civar köylerde tek bir insan bile bulamadılar. Sofi hariç.
 
Saraya ulaştıklarında yanlarında Sofi vardı. Esir alınmış ve zindana atılmıştı. Paşa çok kızgındı. Göksel törelerden haberi olmayan, onları umursamayan, hak ve adalet mevzubahis olduğunda zayıf kalan bir adam olmanın kızgınlığıydı bu belki de! Zulüm ve haksızlık onun imzasıydı.
 
Paşanın üç kızı vardı. Kızlarından biri yiğit karakterliydi. Adı Gülbahar'dı. Sofi'nin zindana atılmasının doğru olmadığını anlamıştı. Bir gün onu ziyarete gitti. Soğuk, taş merdivenlerden inerken bir kaval sesi duydu ilkin. Oturdu, uzun uzun dinledi. Ses, onu derinden etkilemişti. Ağrı Dağı'nın öfkesini çalıyordu Sofi. Öyle demişti Gülbahar'a. Anlatmıştı uzun uzun. Ve dostlukları böyle başladı. Gülbahar onu sık sık ziyaret ediyor, elleriyle hazırladığı nadide yemekleri gizlice ona gönderiyordu. Bu duyulursa ihanet sayılırdı. Ama Gülbahar korkusuzdu; doğru bildiği şeyleri yapmaktan geri durmayan birinin korkusuzluğuydu bu. 
 
Sofi'nin zindana atıldığını duyan Ahmet buna dayanamazdı. Sofi yaşlıydı ve dert Ahmet'İn derdiydi. Onu öyle zindana  terk edemezdi. Atına atladığı gibi soluğu sarayda aldı. Ama paşa onu da zindana attırdı, Sofi'nin yanına. Gülbahar bir gece Sofi'yi ziyarete geldiğinde yine bir kaval sesi duydu ama bu ses sanki farklıydı. Nice sonra kavala Sofi'nin değil Ahmet'in dokunduğunu anladı. Bu dokunuş onun da yüreğine dokunmuş, sevda ile doldurmuştu. Ve o an Ahmet'e gönlünü kaptırdı. 
 
Sonraki günler Ahmet'ten başka birşey düşünemez olmuştu Gülbahar. Her gece zindana gidip onları görmesi de çok tehlikeli sonuçlar doğurabilirdi biliyordu yine de kendine engel olamıyordu. Zİndan bekçisi Memo'nun önüne her geldiğinde anahtarları vermesini istemekten utanıyor, sıkılıyordu. Memo ikiletmiyordu, Gülbahar'ın yüzüne bile bakamıyordu. Ne dediyse yapıyor, demeden anlıyordu. Gülbahar 'yoksa' diyordu 'yoksa Memo sevdalı mıydı?' Bunu düşüncelerinden hemen uzaklaştırıyor, Memo'ya başka bir sevgi ile bakıyordu. Ne de olsa Memo yiğit bir insandı. 
 
Paşa Sofi ile Ahmet'in başını alacağını halka ilan etmişti. At ne de olsa hala teslim edilmemişti. Gün yaklaşıyordu. Civardaki bütün yiğit Kürt beyleri toplandılar. Bunun önüne geçmek için ne yapmak lazım geldiğini konuştular. Atı teslim etmek yanlıştı bunu biliyorlardı ama yine de işin içinden çıkamıyorlardı. 
 
Gülbahar, her geçen gün deli oluyordu, sevdasına mı yansın, Ahmet'in, Sofi'nin başının vurulacağına mı yansın bilemiyordu. Öyle halsiz, öyle isteksizdi ki gücü tükenmiş gibiydi. Sarayın hemen dışındaki Demirci Ağa'yı ziyarete gitti günlerden bir gün. Olanı biteni bir bir deyiverdi. Bir çare istedi. Bir medet...
 
Demirci Ağa, atına atladığı gibi soluğu köyde aldı. Atı kendi elleriyle getirip sarayın önüne bağladı. Paşa atın geldiğini haber aldı. Ata baktı ama 'benim atım bu değil' dedi. Atın kendi atı olduğunu inkar etti. Sofi ve Ahmet'in başını kurtaracak hiçbir şey kalmadı geriye. Gülbahar, çaresiz Memo'ya gitti. Anahtarları vermesini, onları serbest bırakmasını istedi. 'Ne istesen veririm' dedi. 'Yeter ki onları bırak, bırak kaçsınlar.' Memo sordu; 'Ne istersem mi' dedi. Gülbahar cevap verdi. 'Evet ne istersen'. Gülbahar Memo'nun yanlış birşey istemeyeceğini biliyordu, çünkü Memo Gülbahar'ın Ahmet'e sevdalı olduğunu biliyordu. Memo yiğit bir insandı. Gülbahar'ın gözünde böyleydi. 
 
Memo 'bir tutam saç' dedi. 'Bir tutam saçını isterim.' Gülbahar derhal saçlarını uzattı, Memo saçlarından bir tutam kesti. Avucunun içine aldı. Gitti, zindanın kapılarını açtı, Ahmet ve Sofi'yi bıraktı. Bunun bedelini kendi canıyla ödeyeceğini biliyordu.
 
Ahmet ve Sofinin gitmelerinin ardından saray ayağa kalktı. Bu nasıl olmuştu? Memo, Gülbahar'ı korumak için 'ben yaptım' dedi. 'Onları ben serbest bıraktım'. Ve dedikten hemen sonra kalenin burcundan kendini aşağıya attı. 
 
Gülbahar kurtulmuştu ama içi keder dolmuştu. Babasının Gülbahar'ın ihanetini öğrenmesi uzun sürmedi. Ve Gülbahar'ı gün ışığı görmeyen bir kuyuya hapsetti. Bunu duyan dağlılar, köy köy, ocak ocak sarayın etrafını sardılar. İnsanlar akın akın geliyordu. Bu kadar zulüm fazlaydı. Ahmet ile Gülbahar'ın aşkı her yerdeydi. O sıcaklık, o dostluk, o sevgi her birini inceden görünmez bir dostluk ipi ile bağlıyordu sanki. İnsanlar tek bir vücut gibiydiler. Ağır bir sessizlik vardı. Hiç kimse konuşmuyor, gözlerini saraydan ayırmıyorlardı.
 
Paşa sonlarının geldiğini anlar gibi olmuş, korkmuştu. Veziri 'bağışlayın' diyordu, 'yoksa bu sarayı başımıza yıkarlar'. Paşa 'olmaz' diyordu. Bir Osmanlı paşası nasıl böyle küçük düşebilirdi? Elaleme rezil olmazlar mıydı? Derken akıllarına bir fikir geldi. Ahmet, üç gün içinde Ağrı dağının tepesine çıkıp ateş yakabilirse Gülbahar onun olacaktı. Düğünlerini bizzat Paşa yapacaktı. Bu halka duyuruldu. Paşa titrek ve korkak adımlarla ama cesaretliymiş taklidi yaparak ağır ağır balkona çıktı ve halka bunu duyurdu. Ahmet derhal saraya geldi. Paşaya Ağrı dağına çıkacağını, şartlarını kabul ettiğini söyledi.
 
Ağrı, o güne dek kendisine çıkan hiçbir canlıyı geri göndermemiş, hatta taşa çevirmişti. Ağrı'nın etekleri insanların taşa çevrilmiş bedenleriyle doluydu. Ahmet bu şartı öleceğini bile bile mi kabul etmişti? İnsanlar konuşuyor bunun Ahmet'i ölüme göndermek için bir tuzak olduğunu düşünüyordu.
 
Ahmet kararlıydı. Atına atladığı gibi yola çıktı. Sarayın etrafındaki insanlar başlarını bu sefer Ağrı'ya çevirdiler. Büyük bir sessizlik vardı yine. Soğuk bir sessizlik. Ahmet eğer ateşi yakamazsa saray yine de başlarına yıkılacaktı. Paşa bunu anlamıştı. Ve yine korkmaya başlamıştı içten içe. 
 
Dört gün geçti. Halk gözünü saraya çevirmişti. Dördüncü gece ateş titrek titrek Ağrının en yükseklerinden kendini gösterdiğinde herkes çok sevindi. Ağrı Ahmet'e sırt çevirmemişti. Kabul etmişti onu. Paşa artık başka bir zulüm düşünemezdi!  
 
Ahmet dağdan indi. Gülbahar Ahmet'in yanına gitti. Birlikte onlar için kurulan düğünü görmediler. Ahmet Gülbahar'a bakmıyordu. Gülbahar anlayamıyordu. Aralarındaki sevdaya ne olmuştu? Ahmet neden onun için ölüme meydan okumuştu? Gülbahar anlayamıyordu.
 
O gece mağarada bu ölüm sessizliğine dayanamayıp sordu Gülbahar. Ahmet cevap verdi. Artık kaçamayacağını biliyordu. Bu şüpheyle daha fazla duramayacağını...
 
'Neden' diye sordu Gülbahar'a. 'Neden Memo benim yerime canını verdi? Ona ne verdin de beni kurtardı?' Gülbahar şaşırmıştı. 'Memo'ya ne istersen veririm yeter ki Ahmet'imi ve Sofi'yi kurtar dedim. O hiçbirşey istemedi. Ne isterse verecektim.'
 
Ahmet duramadı. Kalktı. Gülbahar ardından koştu. Ahmet uzaklaştı, Gülbahar yakalamaya çalıştı. Ama bir daha biraraya gelemediler!
 
'Ağrı'nın yamacında bir göl vardır, bir harmanyeri büyüklüğündedir. Suları som mavidir. Hiçbir yerde böyle bir mavi yoktur. Her yıl bahar dünyaya yürüdüğünde bir sabah daha gün doğmadan Ağrı dağlarının tekmil çobanları bu çöle gelirler. Gölün kırmızı kayalıklarına, bakır toprağına kepeneklerini atar, bin yıllık sevda toprağına otururlar ve Ağrı'nın öfkesini kavallarıyla hep bir ağızdan çalarlar. Akşam olurken de bir ak kuş gelir, küçücüktür. Kanadının birisini som maviye batırır, uçar gider. Arkada az ötede de büyük bir at kütlesi göle doğru gelir. Gelir gelmez de ortadan kaybolur gider. 
 
Göle gelenler kara ışık gibi akan uzun saçlarını sırtına sermiş, başı iki elleri arasında gözlerini som mavi suya dikmiş Gülbahar'ı görürler. Arada sırada Ahmet gölün sularında Gülbahar'ın gözüne gözükür ve Gülbahar kollarını açıp Ahmed'e yürür ve Ahmet, Ahmet diye bağırır.
 
Göl kaynar, Ahmet silinir, Gülbahar silinir, küçücük bir ak kuş gelip kanadını suyun som mavisine batırır ve sonra da bir atın kapkara gölgesi suyun üstünden gelir geçer.'**
 
Okunası bir destan niteliğinde 'Ağrı Dağı efsanesi... İçerdiği semboller değerli ve derin mesellerle dolu. Yaşar Kemal ne güzel anlatmış. Ben özür dileyerek şöyle bir özet geçtim. Konunun içine şöyle bir girelim, içinde gezinelim istedim. Ve en nihayet çok önemli bir noktada durdum, düşünmeye başladım; Ahmet ve Gülbahar o kadar zor, o kadar çözümsüz ve o kadar ağır koşulların, önyargı ve zulümlerin üstesinden geliyor ve bunu anlayan diğerleriyle birlik içinde, tek yürek birçok aşılmaz engeli aşıyorlar da neden bir şüphenin altında kalıyorlar? 
 
Bir atın kapıya gelip Hakk yadigarı olduğunu anlayan zeka, sevdanın doğasına nasıl güvenmez? Yiğitliğin at başı gittiği bir duruş nasıl olur da bir şüpheyi yenemez? Bu nasıl bir şüphedir ki Gülbahar'ın erdemli, yüce gönüllülüğü Ahmet tarafından anlaşılmaz!
 
Namus nasıl bir inançtır ki, üstüne neler yığılmıştır ki en mert, en yiğit insanlar bile altında kalırlar?
Eskiden böyleydi de şimdi değişti mi! 
 
Bence değişmedi. Hala aynı yığıntı, aynı şüphe, aynı tatsızlık etrafta sinsice kol gezmeye devam ediyor!
Geleneksel yanlışlar sorgulanmaksızın yaşatılıyor! İnsanların yaşamları, mutlulukları pahasına hem de... Doğruların ardına saklanan büyük yanlışlar yiğitlik adına, namus adına, onur adına yapılıyor! Birşeyler karıştırılıyor hem de fena karıştırılıyor!
 
İnsan bir düşünmez mi! Bir sormaz mı! Artık yetmez mi!
...
 
*Yaşar Kemal, Ağrı Dağı Efsanesi (kitaptan bir kesit)
**Yaşar Kemal,Ağrı Dağı Efsanesi (kitaptan bir kesit)
 
Toplam blog
: 118
: 631
Kayıt tarihi
: 07.10.13
 
 

İnsanın kendinden bahsetmesi meselesi benim için zor konuların başında gelir. Bu anlamda söyleneb..