Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Eylül '10

 
Kategori
Anılar
 

Develer tellal iken pireler berber iken !

Develer tellal iken pireler berber iken !
 

Bakireler Mabedi (Süreyya Plajı) Bir zamanlar denizin ortasındaydı.


 

Ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken uçsuz bucaksız Kaf Dağı'nın ardındaki Pendik'te unutulmaz yazlar yaşanırmış.

Artık ne zorumuz varsa, hani benden başka dört deli daha Göztepe'den Tuzla'ya yürüyoruz ya; yolumuz Pendik'ten de geçiyor. Her geçişimizde de duygulanıyorum ve arkadaşlarım da bana takılmadan edemiyor.

"Hamamcının kızını mı hatırladın yoksa bostan güzelini mi?"

Her ne kadar gülümsüyorsam da onlara, ruhum sahilden içerilere çekiliyor.

*****

Yetmişli yılların başıydı. Deniz doldurulup sahil yolu yapılmamıştı daha. Şimdiki Pen Otel'in yerinde, filmlere (Aşk Dediğin Laf Değildir-Tarık Akan) bile konu olan ünlü Madalyon Plajı vardı. O plaja gitmek bir itibar işaretiydi. Pahalıydı da. Tüm çocukluğumu geçirdiğim Anadolu'dan -okullar kapanır kapanmaz- Pendik'deki evimize gelirdim. Anne-babamın ve küçük kardeşimin yaz boyunca İstanbul'da olmaları mümkün olmazdı. Babam evimizi Kore'den döndükten sonra inşa ettirmişti ve iki yıl kadar biz oturmuştuk. Sonra babamın tayini nedeniyle biz Anadolu yollarına düşünce de babaannem ve dedem oturmaya başlamışlardı. Bahçeli müstakil evimiz Tavşantepe'ye yakındı ve o bölgede yapılan ilk evdi. Sonraki yıllarda, her yaz geldiğimde yeni komşu evler yapıldığını görecektim. Bu, yeni arkadaşlar da demekti. Hayatımın en güzel yazlarıydı. Bir mevsimde birkaç çocukluk aşkı yaşardık. Hamamcının kızı gerçekten de çok güzeldi ve kolejli delikanlıya da fena aşık olmuştu; ama bostancının kızı da fena sayılmazdı hani. Dedemle hamama gittiğimde benden para almazlardı. Domatese, salatalığa da para vermezdik. Babaannem, "Nasıl da işini biliyorsun, seni küçük çapkın." der, saçımı okşardı. Pazara gittiğimiz bir cumartesi günü bana siyah bir güneş gözlüğü aldı. Yan mahallenin en güzel kızı Elçin'in bana mı yoksa gözlüklere mi vurulduğunu anlayamamıştım. Sabahın erken saatlerinden gecenin ilerleyen saatlerine kadar hiç ayrılmazdık. Çünkü hepimiz aynı mahallenin çocuklarıydık ve büyüklerimiz de az ilerimizde oturur sohbet ederlerdi. Sabahları erkekler misket ve futbol oynayarak karşılar, kızlarsa ya seksek oynar ya ip atlar ya da bize bakıp kıkırdarlardı. Kuyrukları jiletli uçurtmalar yapardık. Güya o jilet düşman uçurtmaları parçalayacakmış da! Çocuk aklı işte. Bunu başaran bir jiletli uçurtma görmedim; ama ipi kopan uçurtmamı mahalle mahalle aradığımızı hatırlıyorum. Öğlene doğru hepimiz bisikletlerimize atlar, denize giderdik. Herkes kendi aşkını arkasında taşırdı. Midye de toplardık ve hemen oracıkta teneke üzerinde pişirip yerdik. Kızların gözünde yücelirdik. O zamanlar Pendik'e Eminönü'nden vapur seferleri vardı ve önümüzden geçerdi. Biz de saatin kaç olduğunu anlardık. Akşama doğru denizden dönünce de büyüklerimiz hazırladıkları domates-peynirli ekmekleri elimize tutuştururlardı, biz de incir ağaçlarının üzerine tüner, büyük bir iştahla yerdik. Hepimizin parselli dalları vardı. Hele bir de mahalle savaşlarımız olurdu ki kurumuş incirlerle yapılan, arenada kapışmış gibi hissederdik kendimizi. Savaş duyuruları elçilerle yapılır, yeri-zamanı bildirilirdi. Kızlar da gurur duyarlardı bizlerle. Sevdiğimiz kızın adını taşıyan metal künyeler takardık! Babaannemden para koparıncaya kadar akla karayı seçerdim ve eski künyeyi de elimden alırdı, ne olur ne olmazdı. Erkekler, parmaklarımızı keser kan kardeş olurduk. Bizim en sevdiğimiz oyun Dekman'dı. Kovboyculuk oyunu yani. Birbirimize ateş ederken, "Dekman." derdik. Şimdilerin paintball'u gibi bir şey. Bıkınca da kızlarla beraber Yakan Top, Kukalı Saklambaç oynardık. Bazen de komşularla Tavşantepe'ye pikniğe giderdik. Muhteşem bir manzarası vardı. Zeytin ve çam ağaçlarıyla doluydu. Biz çocuklar hemen zeytin toplamaya başlardık. Her yer öyle bakir ve yaşanasıydı ki şimdi ağaçları, yeşili katlettik; ucube binalar diktik. Sevgili dedem de Tavşantepe Mezarlığı'nda uyuyor ve kim bilir ne kadar üzülüyordur.

Televizyon o yıllarda her evde yoktu, çünkü pahalıydı. Eğer TV'si olan bir komşuya Görevimiz Tehlike baskını yapılmadıysa, büyüklerimizle yazlık sinemaya giderdik. Ben en çok sahildeki Bahar Sineması'nı severdim. O tahta sandalyelerde elimizde gazoz ne keyifle izlerdik; ama filmin en heyecanlı yerinde ya film kopardı ya da elektrik kesilirdi. Sinemaya gidilmeyen gecelerde de pilli radyomuzu yanımıza alır, çimenlere uzanırdık. O yıllarda gökyüzü de yıldız tarlası gibiydi. Çimenlere sırt üstü yatar, ne hayaller kurardık. Uyduları bulur, kayan her yıldızda dilekler tutardık. Yaz sonuna doğru tüm mahalle aynı anda turşu yapımına kalkardı. Düşünsenize; salatalığın, biberin, patlıcanın, domatesin, fasulyenin, her sebzenin hormonsuzu vardı. Hem de yandaki bostandan.

"Ata, hadi güzel oğlum, koş Hatice Teyze'ne de iki baş sarımsak isteyiver." derdi babaannem. Seksenli yılların önemli dizilerinden Şahin Tepesi'nin Angela Channing'ine benzerdi tıpkı. Dedem etliye sütlüye karışmaz, sessizce otururdu köşesinde. Babaannem evin mutlak hakimiydi. Biz çocuklar, turşu günlerinde bir yere kaybolamaz, evler arasında gerekli malzeme taşıma işlemini zevkle üstlenirdik. Hele ki o patlıcan turşusunun doldurulup dikilmesi yok mu, bugün bile gözlerimin önünde.

Günde iki kez, ekmek ve içme suyu at arabalarıyla gelirdi. Her evin kuyusu vardı ve biz çocukların görevi de tulumba ile suyu çatıdaki depoya basmak olurdu. Dedem, ilerlemiş yaşına rağmen Doğu İş Hanı'ndaki bir bakliyat şirketinde muhasebeci olarak çalışıyordu. Akşam onun dönüşünü bekler, kolunun altındaki gazeteyi alırdım. Babaannem de bazen İstanbul'a inerdi ve onu da özlemle beklerdim; ama onu bekleme nedenim, Ali Muhiddin Hacı Bekir'den getireceği sosisli börek olurdu. Düşünebiliyor musunuz, bir börek yemenin, gazoz içmenin bile zamanı ve kuralları vardı.

Biliyor musunuz, cebimde hiç para olduğunu hatırlamıyorum. Paraya ihtiyacımız olmazdı ki. Etrafımızda meyve ağaçları vardı. Bostanda domates-salatalık-biber açık büfeydi. Büyüklerimiz sabah-akşam peynirli ekmeklerimizi yapardı. Deniz de bedavaydı. Acıkırsak da midye pişirirdik. Para neye lazımdı ki!

Sanırım 71 yazıydı. Kızlar mızırdanınca biz üç erkek denize yalnız gittik. Madalyon Plajı'nın hemen yanından girecektik ve açıktan da plaja sızacaktık. Pendik'in zengin eşrafı ailece orada olurlardı. O zengin çocukları kim bilir günde kaç gazoz içerdi! Bense babaannem tarafından haftada bir kez, Cumartesi Pazarı'ndan dönerken mahalle bakkalında vişneli gazozla ödüllendirilirdim. Çünkü iki koca filenin beni çok yorduğunu bilirdi babaannem. Çok dikkatli olmalıydık. Çünkü plajın bekçileri bizi bir kere yakalamış, kulaklarımızı çekmişti. Giysilerimizi de almış, uzun süre vermemişlerdi. Salda da bir görevli olur, dışarıdan sızmaları önlerdi. Sanki Normandiya Çıkartması yapacaktık! Ne önemliydi o yıllarda plaja gitmek! Florya Plajı, Ataköy Plajı, İdealtepe Nizam Plajı hele ki Süreyya Plajı yok mu, şimdi anlatmaya başlasam çok hüzünlenirim. 1946'da hizmete giren Süreyya Plajı'nda jazz ve dans müziği çalındığına inanabiliyor musunuz! Plajın simgesi "Bakireler Mabedi." de sahilden 50 mt kadar açıktaydı. Mabede yüzen kızların kolay koca bulacağına inanılırdı. Kızları mabede yığılmış gören erkekler de oraya yüzerdi. Hayatımda bir kez babaannemle gitmiştim ve ben de yüzmüştüm o mabede. Deniz doldurulup sahil yolu yapılınca ve plaj binaları estetikten uzak market binaları haline dönüşünce, bakiresi çalınmış bu mabet de şimdi Migros otoparkında duruyor! Çekirdek çıtlayan çocuklar da pisliklerini içine atıyorlar. Hep diyorum, yine diyeceğim. Ben bu dünyaya 20 yıl geç gelmişim!

Bizim gibi birkaç bedavacı daha vardı. Gelişimizden pek hoşlanmadılar. Öyle ya, kalabalık dikkat çekerdi. Onlardan uzaktaki bir kayayı seçtik ve soyunup hemen denize atladık. Yüzüyorduk; ama gözümüz plajdaydı. Saldaki kızlar da ne güzeldi. Şu bikini denen şey de bir başka güzel gösteriyordu kızları. Oldukça açıldık. Saldan da 50 mt kadar uzaktaydık ve güneyden-kuzeye sala yaklaşacaktık. Biraz dipten, biraz burnumuz su yüzünde yaklaştık. Önce ben vardım. Saldaki büyüklerle göz temasından kaçınıyordum. Bedavacı olduğum anlaşılabilirdi. Ama bana bakan yeşil gözlere hayır diyemedim! Merdivenin son basamağına adım atmıştım ki kulağımda müthiş bir acı hissettim. Kararan gözlerim tekrar açıldığında izbandut gibi bir adamın sevgi dolu bakışları eşliğinde, kulağım elinde, kendimi salın üzerinde buldum!

"Ulan it oğlu it, bedava mı sandın burayı?" derken, yüzüme yapıştırdığı şamarla havalandığımı, o kısa uçuş sırasında bana gülen yeşil gözler karşında çok utandığımı ve yüzümün de çok acıdığını hatırlıyorum.

O korkuyla kıyıya doğru telaşla yüzdük. Ya arkamızdan atladıysa, boğabilirdi bizi! Hemen giyinip uzaklaşmalıydık ve bir daha da buraya gelmemeliydik. Kayanın altına sıkıştırdığımız elbiselerimizi çıkarırken elim başka bir şeye değdi. Ama ne olduğuna bakacak vaktim yoktu ve pürtelaş giyindik. Tam ayrılmak üzereydik ki "Ya dursanıza biraz, elime bir şey değdi şurada." dedim. Uzattım elimi kayanın altına, dışarı çıkardım o yumuşak şeyi. Siyah bir cüzdandı! Birbirimizin yüzüne baktık. Sonra tekrar cüzdana baktım ve usulca açtım. İçinde oldukça çok para vardı ve babamın bana bir kez gösterdiği kahverengi elli liralardan da bir sürü vardı.

Üçümüz de nasıl korktuk anlatamam. Sanki elimizde bir bomba vardı.

"N'apcaz oğlum şimdi?" dedi İbrahim.

"Kaç bisiklet alınır bu paralarla?" dedi Metin.

"Kim bilir kaybeden ne kadar üzüntülüdür şimdi. Yürüyün, karakola gidiyoruz." dedim.

O yıllarda bir çocuğun bırakın cebinde para olmasını, elinde cüzdan görseler, "Çaldı." derler. Nasıl bir telaş içinde gelmişsek karakolun önüne, "Hayrola çocuklar, ne bu telaş?" demişti kapıdaki polis amca.

"Polis Amca, biz şu Madalyon Plajı'nın yanındaki kayalardan denize girdik de elbiselerimizi koyduğumuz yerde bu cüzdanı bulduk, hemen size getirdik."

"Aferin size çocuklar, gelin bakalım içeriye."

Bizi komiser amcanın odasına aldılar ve evden çıkıp karakola gelinceye kadar olan süreci de en ince ayrıntısına kadar dinlediler. Komiser Amca ayağa kalktı ve yanıma geldi. "Hangi yanağına vurdu o herif?" dedi. Sonra da odadan dışarı çıktı, az sonra geri döndü.

"Çocuklar, cüzdanda sahibinin kimliği de vardı ve evine adam gönderdim, alıp gelecekler. Siz de oturun o gelinceye dek. Ne içersiniz bakalım. Denizde hararet basmıştır sizi."

Komiser Amca bize kola ısmarladı. Kim bilir mahalleye ne hava atacaktık. Kaçımız kola içmiştik ki.

Yarım saat kadar sonra dedem yaşlarında bir adam girdi içeri ve komiserin ellerine sarıldı. O da, "Bana değil, çocuklara teşekkür et." dedi. Adamcağızın emekli maaşıymış ve torunu denize girmek isteyince bizim girdiğimiz yerden denize girmişler. Cüzdanı kaybettiğini eve gidince fark etmiş ve yolda düşürdüğünü ya da yankesiciye kaptırdığını düşünmüş. Ağlaşıp duruyorlarmış evde.

"İyice bak cüzdanına, eksik filan olmasın." dedi, komiser amca.

"Hâşâ efendim!" dedi ve cüzdanı açtı, içinden çıkardığı üç tane 5 lirayı bize verdi. Şu arkasında, fındık toplayan kızlar olandan. Okul zamanında benim iki haftalığımdı. Biz de elini öptük. Sevinçle ayrıldı karakoldan. Komiser amcanın elini öpüp ayrılmaya hazırlanırken, "Çocuklar hele siz 5 dakika daha oturun, sizinle işimiz bitmedi." dedi ve masadaki evraklarla ilgilenmeye devam etti. Kısa bir süre sonra kapı çaldı ve bir polisin kolundan tutarak içeri soktuğu adamı nereden tanıdığımı düşündüm.

"Buyrun komiserim beni emretmişsiniz, bir suçumuz mu oldu?" dedi, başı önünde.

"Bak bakalım şu çocuklara, tanıyacak mısın?"

Bana baktığı anda tanıdım onu. İbrahim ve Metin denizdeydi, onları tanıyamazdı; ama o da beni tanıdı.

"Haa, bu it plaja bedava girmeye çalıştı komiserim."

"İt senin babandır ulan!" diye bir kalktı ki yerinden komiser amca, biz titremeye başladık.

Adamın yakasına yapıştı. "Utanmaz herif, onlar sadece çocuk. Sen onlara nasıl vurursun? Sen hiç çocuk olmadın mı, komşunun bahçesinden ayva çalmadın mı? Tıkayım mı şimdi seni içeri?"

"Elini-ayağını öpeyim komiserim, benim de çocuklarım var. Yalvarırım affet!"

"Çocuklardan özür dile. Onlar affetsin yoksa tıkarım seni içeri."

Adam yüzünü bize döndüğü anda komiser amcayla gözlerimiz birleşti, bana göz kırptı.

Adamı affettik; ama komiser amca, ertesi gün bizi plaja bedava sokması, kola ısmarlayıp karnımızı doyurması şartıyla affedeceğini ve plaj çıkışı karakola gelip ona rapor vereceğimizi söyledi. Adamın karakoldan bir çıkışı vardı ki hepimiz gülüştük. Komiser Amca da yanaklarımızdan öperek uğurladı bizi.

Ama gün bitmemişti! Cebimizde beş liralarımızla mahalleye yollandık. Evdeki Bn Channing'e de en ince detayına kadar başımızdan geçenleri anlattım ve "Babaanne al bu para senin olsun." dedim. Saçımı okşadı, "Bu cumartesi pazardan sana şu çok istediğin paletle, gözlük-şnorkeli alalım." dedi. Öyle mutlu uyudum ki o gece.

Ertesi gün Madalyon Plajı'na ön kapıdan girdik. Gün boyu yedik, içtik. O sevimsiz izbandut gitmiş, yerine bir melek gelmişti. Plaj çıkışı da komiser amcaya uğrayıp raporumuzu verdik. O akşam eve girdiğimde İstiklal Madalyası sahibi dedem yanına çağırdı ve alnımdan öptü. Biz plajdayken, komiser amca babaannemi ziyaret etmiş, O da bu ziyareti dedeme anlatmıştı. Dedemin dahi neyi ne zaman bilmesi gerektiğine babaannem karar verirdi!

*****

"O-hhoo, seninle işimiz var be oğlum! Pendik'e her geldiğimizde mıçını denize dönüp şu binalara ne bakarsın anlamam! Senin yüzünden terimiz soğuyor, valla rotayı değiştireceğiz; bak söylemedi deme." dedi Hikmet.

"Şu anda yürüdüğümüz yer denizdi bir zamanlar! Çocukluğumun tüm yazları Pendik'te, tüm kışları da güzel Anadolu'mda geçti. Burnumun dibinde böylesine muhteşem bir geçmiş dururken, beş dakika soluklanıp o güzel günleri yâd etmişim, çok mu beyler!"

"Anlamayız biz valla, seni beklerken acıktık epey. Bugünkü köfteler senden olursa affedebiliriz belki."

Beş koca çocuk hızlı adımlarla Tuzla'ya doğru yürümeye devam ettik. Öyle ya, aynı yolun bir de dönüşü vardı. Belki yine dururduk Pendik'te!

 
Toplam blog
: 462
: 1159
Kayıt tarihi
: 07.03.09
 
 

Ne güzel bloglar yazdık, ne muhteşem dostluklar kurduk; onlar kaldı baki... ..