Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Temmuz '13

 
Kategori
Öykü
 

Devinim

Devinim
 

Zaman geçiyor, saniyeler, dakikalar, saatler ve günler birbirini kovalıyor. Sıradan bir günde ortalama bir insan seviniyor, üzülüyor, gülüyor, ağlıyor, kaygılanıyor. Düşünceler, kişi farkında olmadan bir tren katarı gibi zamanla zihninin içinden geçip gidiyor. İnsan zamanı kontrol etme isteği ile yanıp tutuşsa da onu elde tutmanın imkânsızlığını her zaman gözden kaçırıyor. Yalnızca içinde bulunduğu anı yaşayabileceğinden habersiz, geçmiş günlere duyduğu özlemle birlikte gelecek günlerin planlarını kuruyor.

İşte bu yanılgıyla yaşayan, sıradan bir adamım ben. Adım yok, nereli olduğum önemsiz. Tam yirmi üç çarpı üç yüz altmış beş gündür bir şeylerin peşinden koşup duruyorum. Yüzlerce farklı insan, kat edilen binlerce kilometre, kullanılan yüzlerce ilaç, yenilen tonlarca yemek, tüketilen binlerce litre hava ve uykusuz geçen onlarca gece ile bu yaşa kadar yaşadım.

*****

Sıradan bir gün. Egzoz dumanlarının yeni açan bahar çiçeklerinin kokusuna karıştığı sıradan bir İstanbul gününe gözlerimi açıyorum yine. İçimdeki tarifsiz sıkıntının neden kaynaklandığı konusunda çok uzun zamandır bir fikrim yok. Tüm bunların nedenleri konusunda uzun zamandır fazlaca kafa yorduğumu fark ediyorum. Zihnimdeki nedensellik şahlanmış ve binicisini üstünden atmaya hazırlanan bir at misali kontrolümden çıkıyor. Aklımı sürekli “Neden ve niçin” soruları meşgul ediyor. Sorular, her zaman cevaplardan ziyade daha fazla soru doğuruyor.

Pencerenin önüne geliyorum ve geriniyorum. Dışarıda hayatın telaşı insanları bir yerden başka bir yere sürüklüyor. Elinde laptop çantası ile servis bekleyen bir modern plaza çalışanı görüyorum. Onun aklından neler geçebileceği geçiyor zihnimden. “Acaba hayattaki amaçları neler, akşam yatağa yattığında benim gibi sahip olduğu benliği kaybetme korkusu duyuyor mu” diye düşünüyorum. Belki düşünüyordur. Düşünmüyorsa da belki bunu düşünmeye hiç vakti olmadı, belki de isteği, kim bilir… Asık bir suratla, arada kol saatine bakıp servisin neden geciktiğini merak ederek yarı uykulu bir vaziyette sallanıp duruyor. Modern hayatın keşmekeşine kendini kaptıran, maddelerin verdiği geçici tatminlerle kendini avutarak çevresine ve kendine yabancılaşan milyonlardan sadece biri o. Herkes gibi acelesi, hesap vermesi gereken bir patronu var.

Yaptığım kahvaltının ardından biraz kendime geliyorum. İçtiğim sıcak çay boğazımdan aşağıya kaynayan bir nehir gibi akıp iniyor. O sırada hafif bir sıcaklık hissediyorum. Birkaç saniye sonra o sıcaklık yerini kısa süreli bir ferahlamaya bırakıyor. “İşte var olmak böyle bir şey.” diyorum kendi kendime. İçtiğim çayın verdiği sıcaklık ve sonradan gelen ferahlama gibi uyarıcılardan aldığımız tüm uyarılar, yaptığımız tüm eylemler ve beynimizin içinden geçen tüm düşünceler sadece o an için varlar. Zihin tüm bu uyarıcıları yorumlayarak bir algıya dönüştürerek kaydediyor. Bu kayıtlar insan benliğini oluşturarak ileride karşılaşacağı uyarıcılara vereceği tepkileri belirliyor. İnsanın iç dünyasını, algılarını şekillendiriyor, algılarla şekillenen iç dünya da dış dünyayı şekillendiriyor ve bu döngü böylece akıp gidiyor.

*****

“Düşünceler beni boğuyor. Kalkmalı, harekete geçmeli, bir şeyler yapmalıyım. Dışarı çıkmalı ve hayatın akışına kendimi bırakmalıyım.” diye düşünüp dışarı çıkıyorum. Apartmanın bahçesinde oynayan çocukları görüyorum. Gelecekte bir çocuğum olmasını isteyip istemediğime bir türlü karar veremiyorum. Önce, onların saflığı ve güzelliği, bir çocuk sahibi olmayı cazip kılsa da sonra her türlü kötülüğün kol gezdiği bu tekinsiz gezegene bir çocuk daha getirmenin o çocuğa haksızlık olacağını düşünüyorum. Ama dünya, onu algılayan, anlamlandıran, algıları tarafından oluşturulan karakterleriyle şekillendiren insanlar gibi düalist bir yer. Hayatla aşk-nefret ilişkisine sahip olan ben için dünyaya gelmiş olmak, tüm iyilikleri ve kötülükleriyle bu dünyada nefes almak güzel bir şey. Her ne kadar bunun bencillik olduğunu düşünsem de, hayatın kötülüklere rağmen yaşanabilir olduğu düşüncesi sebebiyle dünyaya bir çocuk getirme kararını biraz şansa biraz da evrim sürecinin genlerime işlediği üreme güdülerime bırakmaya karar veriyorum.

Caddeye çıkıyorum ve yürüyorum. Bazen yürürken kaldırım taşlarının arasındaki çizgilere basmamaya çalıştığımı fark ederek kendi kendime gülüyorum. Zihnimdeki saplantıların bazen davranışlarıma da yansıdığını gördükçe korkuyorum. Her şeye rağmen yoluma devam ediyorum. Yolda zihnimdeki düşüncelerle meşgul bir halde yürürken bir adam beni çeviriyor:

-‘Abi bi’ liran var mı? Ben buraların yabancısıyım. Bir lira versen de bir ekmek alsam.’ diyor ağzında bir dal sigara tüterken.

-'Madem bir liraya muhtaçsın, bu ağzındaki sigara ne?' diye soruyorum.

-'Aman be sen de! Allah belanızı versin, insanlık ölmüş ulan!' deyip oradan ayrılıyor.

Yürümeye devam edip aynı teraneyi başkalarına da tekrar ede ede gözden kayboluyor. Biraz ilerideki otobüs durağına doğru yürüyorum. Az sonra farklı farklı otobüslere binip farklı hayatlara yol alacak ve bu durakta beraber paylaştığımız bu zamanı sonsuza kadar unutacak insanlara bakıyorum. Belki birazdan tam da burada, bu durakta bir kaza meydana gelecek ve tüm bu insanların zihnine bu durak sonsuza dek kazınacak. Belki de hiçbir şey olmayacak ve hayat olağan ritmi ile akıp gidecek. Sonuçta ikinci seçenek oluyor ve ben bunları düşünürken beklediğim otobüs geliyor, işe gidiş saati olması sebebiyle ağzına kadar dolu olan otobüse zor da olsa biniyor ve yolculuğuma başlıyorum. Basık bir ortamda onlarca insanın nefes alıp verişleriyle sıcağın verdiği bunaltı beni zihnimdeki tüm düşüncelerden uzaklaştırıyor. İneceğim durağa yaklaştığımda şuursuzca butona uzanıyor, otobüsü durduruyorum. Kalbimin çarpıntısının yavaşladığını hissediyorum. Kendi kendime “O karmaşa geride kaldı, rahatla, rahatla…” derken Mecidiyeköy’ün keşmekeşi içinde kaybolmaya başlıyorum.

Omuzlar, vücutlar birbirine çarpa çarpa ilerliyor. Yoldan geçen yüzlerce insanın arasından biri bana çarpıyor ve irkiliyorum. Metroya doğru ilerlerken, ışıkta karşıdan karşıya geçmek için bekleyen onlarca insanı görüyorum. Işığın kırmızıdan yeşile dönmesini beklerken kimi ayaklarının topuklarını sabırsız bir şekilde yere vuruyor, kimi sürekli saatini kontrol ediyor. Derken ışık yeşile dönüyor ve birkaç saniye süren şuursuz bekleyiş, yerini harekete bırakıyor. Metroya iniyorum. Zemin kaplama taşları arasındaki çizgilerin belli olmadığını görüyorum. Çizgiye basmadan yürüme takıntım için kötü bir şey bu. Bir an için aklıma gelen bu takıntımdan uzaklaşıp metroya biniyorum.

Taksim istasyonundan yukarı çıkıyorum. Meydandan İstiklal Caddesi’ne doğru yürürken bir yandan insanları seyrediyorum. Okulu kırıp arkadaşlarıyla kaçamak yapan liseliler, iyi giyimli, elinde çantalarıyla işe giden insanlar, bildiri dağıtan solcular, akşamdan kaldıkları belli olan ayyaşlar… Tüm insanlığın bir caddede toplandığını hissediyorum sanki. Zihinlerinde farklı düşüncelerle, çeşitli duygularla ve bambaşka amaçlarla yürüyen bu insanların yanında, bu insanlara hizmet ederek para kazanan sokak temizleyiciler, caddeyi bir baştan bir başa kat edip duran polisler ve zabıtalar da var bu karmaşanın içinde. Günlük telaşlar, eğlenceler, üzüntüler, coşkular… Hepsi bu caddenin taşlarına işlenmiş gibi sanki.

Biraz yürüdükten sonra küçük bir kafe buluyorum ve oturuyorum. Kendime gelmek ve rahatlamak için bir kahve ısmarlıyorum. “Neden buraya oturdum?” , “Neden kahve yerine çay ya da soda istemedim?” diye düşünüyorum. Sonra kahvem geliyor ve bir yudum alıyorum fincandan. Sabah içtiğim çay gibi önce ağzımı, sonra boğazımı yaka yaka mideme doğru ilerliyor. Kahvenin bana yaşattığı bu hissiyat, sabah içtiğim çayın bana yaşattığı hissiyat ile özdeşmiş gibi geliyor fakat sonra yaşadığım bu iki hissiyatın arasında gece ile gündüz gibi fark olduğunu anlıyorum. İnsanın yaşadığı her şey tekerrürden ibaret gibi görünse de aslında tamamen farklı çünkü temelde insan bir önceki andan farklı. Söz gelimi, beş yaşındaki “ben”, artık öldü. Bir saniye önceki “ben” de öldü. Zaman çizgisi sürekli ileriye akıyor ve geride kalanları kendi içine gömüyor.

Düşüncelerimden sıyrılıyorum, kahvenin parasını ödüyor ve çıkıyorum. Sakin kafenin huzurlu ortamı, yerini devinimin sürekliliğine bırakıyor. O an sanki bütün insanlığın yükü omuzlarıma binmiş gibi hissediyorum. Çağlar boyu insanların ürettiği bilgiler, düşünceler, korkular, kötülükler ve iyilikler… Hepsi omuzlarımın üstünde, beni arzın merkezine çekiyormuş hissini duyumsuyorum. Yine başım dönüyor ve midem bulanıyor.

*****

Eve dönüyorum. Havanın kararmasına henüz vakit var. Güzel bir müzik açıyorum. Chopin’den bir noktürn. Yavaş yavaş yüzünü gezegenin öbür tarafına göstermeye hazırlanan güneşin, dünyanın benim yaşadığım yüzüne getirdiği karanlığı anlatan ne güzel bir eser…

Güzel bir akşam yemeği yiyorum. Bir kadeh şarap alıp, yanına bir sigara yakıyorum. Rubinstein’ın parmaklarında canlanmış melankolik piyano notaları eşliğinde günlük telaşlardan, keşmekeşten ve kaygılardan uzak, huzurlu odamda koltuğuma oturup şarabımı yudumluyorum. Zaman kavramının hem iyileştirici, hem değiştirici, hem de rahatsızlık verici olması ne garip. Zamanın hem en büyük yaratıcı, hem de en büyük katil oluşu nesiller boyu tüm insanları üzerinde düşünmeye iten en büyük etken belki de. Alınan her nefesle ilerlemeye devam edecek. İşte her şey bir nefesle başladı ve her şey özdeş gibi görünen ama bambaşka bir nefesle bitecek. Kişinin arayı nasıl doldurduğunu da yine zaman belirleyecek.

Tüm bunlar bir tren katarı gibi zihnimden akıp gidiyor. Dışarıda birileri gülüyor, birileri ağlıyor, birileri sevişiyor, birileri ölüyor, başka birileri doğuyor. Hayat sürüyor ve benim gözlerim gittikçe ağırlaşıyor. Yepyeni ve hiçbir zaman bitmeyecek devinimleri olan bir güne uyanmak üzere yavaş yavaş uykuya dalıyorum.  

 
Toplam blog
: 3
: 331
Kayıt tarihi
: 11.06.13
 
 

8 Ağustos 1990 tarihinde Lüleburgaz'da doğdum. Edirne Fen Lisesi'nden sonra İTÜ İnşaat Mühendisli..