Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Ağustos '09

 
Kategori
Siyaset
 

Devlet böyle bir şeydi işte

Devlet böyle bir şeydi işte
 

Üniversitede okuduğum yıllarda, en çok izlediğim tiyatro oyunu Aziz Nesin’in “Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz” oyunuydu. İstanbul Devlet Tiyatrosu oyuncularının oynadığı bu nefis oyunu beş kez izleme şansım oldu ve her defasında ayrı bir tad aldım bu oyunu izlerken. Özellikle unutamadığım bir sahnesi varki, her zaman o sahneyi anarım.

Babası ve Yaşar nüfus müdürlüğüne giderler, memurun karşısına geçerler, Yaşar’ın nüfusa kaydı yapılacaktır. Ama memur, Yaşar’ın Dersim olaylarında öldüğünü söyler. Memurun bu lafı üzerine Yaşar şok geçirir ama babası bu tuhaf durumu memura izah etmeye çalışsada, memur “Beyefendi, oğlunuz Dersim olaylarında ölmüş. Defter böyle diyor.” Diyerek babanın açıklamaları karşısında ilgisiz davranmaktadır. Babanın ısrarlarına karşın Yaşar’da dayanamaz ve babasının ceketine yapışmış bir şekilde ve kafası önde, hem ağlamaktadır ve hem de babasına “Bak baba işte, ben ölmüşüm. Defterde öyle yazıyor. Sen defterden daha mı iyi bileceksin?” diye babasına hadi bu işi daha fazla uzatmayalım ve buradan çıkıp gidelim demek istiyor. Baba ise ısrarlarına devam ederken oğlu Yaşar’a dönüp “Sen sus lan” diyerek bir tokat indiriyor.

Gerek Osmanlı geleneksel yapısı olsun ve gereksede Cumhuriyet dönemi olsun, toplumun kafasına o herşeyi bilen devlet imajını müthiş bir biçimde işlemişti. Bir taraftan devletin büyüklüğüne dair vurgular almış başını gidiyordu ve diğer bir taraftan devlet herşeyi bilen kadim bir bilgin misali toplumun gözünde yüceltiliyor ve yüceltiliyordu.

Mahallemizde ikâmet eden Polis Nuri’yi görünce ellerimiz ayaklarımız titrerdi. Bir gece geç saatlerde eve giderken, birkaç polis arkadaşı ile önümüzü kesmiş olan Polis Nuri’ye hesap vermek zorunda kalmış olmam, hayatımın en zor anlarından birisi olmuştu. Aynı kahveye takılırdık Polis Nuri ile ve Polis Nuri’yi kahvede gördüğümüz anda konuşmalarımızda hafif yollu bir otokontrol söz konusu olurdu. O bir devletti ve devletin vekiliydi. Yani milletin vekili değildi. Öz be öz devletin vekiliydi Polis Nuri. Güç ondaydı ve canı isterse bizi bir gece sokakta geziyor olmamızdan ötürü nezarete kilitleyebilirdi. Ondan sonra gelde anlat bu durumu baba ile anneye.

Hayatımızın her anını devletin yüceliğini kutsamakla geçirmiş olan bizler için devletin bir görevlisi ve benim her zaman tabirimle, devletin bir vekili ile girmiş olduğum polemikte mümkün mertebe fazla ileri gitmemekti ve haklı bile olsam, susmam gerektiği gerçeğiydi. Bu durum salt benim için geçerli değildi. Çevremdeki herkesin istisnasız bir şekilde riayet ettiği, fikir birliğine vardığı yegâne kurallardan birisiydi bu durum.

“Karşındaki devletse, susacaksın, konuşmayacaksın, bilmeyeceksin.”

Meslek hayatımın başlarında bu korku kendisini daha fazla hissettirir bir hal aldı. Hele hele işiniz devletle vatandaş arasında, vatandaşın mevzuat hükümleri çerçevesinde devlete karşı pozisyon almasını sağlamak ise, bu işin gerilimi daha bir başka oluyordu. Devlete karşı mükellefi, müvekkili, kısacası vatandaşı temsile dair vekil olmak, başlı başına bir stres ve gerilim kaynağıdır. Çünkü devlet imajı zihnimize kazınmış hali ile feci bir baskının temel unsuru oluyor ve devlet, özünde korkulacak bir kurum halini alıyordu.
Oysa devlet vatandaşın hizmetkârı değil miydi?

Süreç içerisinde okuduklarımız bize bu gerçeği öğretmişti ve meslek hayatımın ilerleyen zaman dilimlerinde devletle olan münasebetlerimde de önemli gelişmeler kat ettim. Çünkü devlet, o benim gözümde büyüttüğüm ve herşeyi bilen kadim bir bilgin misali yanları olan kurum değildi. Aksine, sadece devlet imajının zihinlere kazınan haliydi o eskiden bildiklerimiz. Ne zamanki vergi dairesinin arşivini gördüm ve ne zamanki Ticaret Sicil Memurluğunun arşvini gördüm, o benim gözümdeki korkulu devlet imajındaki korkunun niteliği değişti. Bu hali ile devlet, vatandaşına hizmet değil, ancak o yapı içerisinde eza ve ceza verebilirdi ve devlet, birçok şeyden haberdar dahi olmazdı. Yani anlayacağınız kabak kimin başına patlarsa. Aynen Yaşar’ın başında patlayan kabak gibi.

Yıllar geçtikçe o gözümdeki korkulu devlet daha bir korkulu gelmeye başladı bana. Hizmet isteyene şamarı gösteren bir hali vardı ama nedense memleket büyüklerimiz hep devletin şevkatli kollarından bahsederdi. Devlet af çıkarırdı ama, ya vergi kaçakçısının yararlandığı bir af olurdu, veya vatandaşın birbiri arasında girmiş olduğu adi çatışmalar af kapsamına alınırdı. Hatırlayınız “Rahşan Affını”. Oysa siyaseten suç işlediği hükmüne varılanlar devletin her zaman şevkatli! kolları arasında tutulurdu.

Devleti dolandırma hadiseleri ayyuka çıktıkça, o bildik devlette imajını kaybetmeye başladı zihnimde. Önüne gelen devleti dolandırıyordu. Devleti dolandırmanın türlü versiyonlarına tanık oluyorduk. Özellikle son yirmi yıl boyunca devlet, dolandırıcıların elinde adeta şamar oğlanına dönüyordu ama devlet hep büyüktü. Sıradan, gariban vatandaş nezdinde devlet büyük bir kurumdu ve herşeyi bilen kadim bir bilgindi. Gariban vatandaş memurun karşısına geçtiğinde süklüm, püklüm olmayı sürdürüyordu.

Esenlerin Atışalanı Mahallesi hayli nüfusa sahip bir mahalledir ve 1987 senesinde henüz yeni yeni göç almaya başlamıştı. O yıllarda bir caddesi vardı bu mahallenin ve bu çamur deryası caddede esnaflık yapanlar, caddeye giren vergi memurlarını görünce elleri ayakları birbirine dolanır ve o memurların karşısında nasıl hareketler yapacaklarını bilemeyecek bir hale düşerlerdi. Bu durumu gören memurlar ise vur abalıya misali esnafın canını okurdu. Güya yapılan bir denetlemeydi. Zar zor geçimini sürdüren o küçük esnaflar memurların elinde zar ağlardı. Kestiği bir fatura veya bir fişte eksik bulursa, mevzuat hükümlerine uymayan basit bir yanlış bulursa cezayı çakıp geçiyorlardı. Esnaf ise ceza yememek için türlü taklalar atıyor ve memurlara şirin görünmenin yollarını arıyorlardı.

Devlet böyle bir şeydi işte.

O korkulu devlet imajı, vatandaşın gözünde yüceliği tartışılmaz olan devlet, son yıllarda öyle bir zihinsel karmaşa yarattıki bu yönde. Her hali sorgulanır hale geldi ama yine gariban vatandaş devletin zihnine yerleşmiş olan halinden kurtulamadı.

Şimdi bir baba çıkmış, adeta topluma bir ders verircesine kızının ölümünün nedenselliklerinin arkasına düşmüş. Ortada vahşice öldürülen genç bir kız ama katil yok ortada. Bulunamıyor. Hem de aylardır bulunamıyor katil. Türlü dedikodular almış başını gidiyor. Devletin kurumları bire bir sorgulanıyor. Polis Teşkilatı, Adli Tıp Kurumu ve diğer ilgili kurumlar. O koca devlet bir katili bulamıyor. Hani nerede bu devlet? Aylardır bir katili ve bir cinayetin nedenselliklerini çözemeyen bir devlet vatandaşına nasıl güven verebilir? Bir tarafta sermayesi güçlü olan bir aile, diğer bir tarafta sıradan bir aile.
O babanın feryadını susturmak mümkün mü?

 
Toplam blog
: 1509
: 1145
Kayıt tarihi
: 07.08.07
 
 

Yazarım... Okurum... Öğrencilik yıllarımda çok yazdım... Kompozisyon derslerinde yazdım... Duvar ..