Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Haziran '16

 
Kategori
Eğitim
 

Dicle, ilk göz ağrım

Dicle, ilk göz ağrım
 

 

 

“Bizlere yaşamın güzelliklerini öğretmeye çalışan                                                                                               

 sevgili öğretmenim, yüzünüz hep gülsün.”

    EROL  OKÇU                                                                                                                                       (18 Mayıs 2016)

 

 

                Yıl 1961… Eylül’dü aylardan. Konya’dan bindim; Kurtalan’a giden kara trene. İkinci mevki yolcusu olarak… (Yoksa o ünlü şarkı grubuna adını veren Kurtalan Ekspresi miydi?)

                Nereye mi gidiyordum?

                İstanbul / Çapa Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü mezunu stajer (stajyer) bir öğretmen olarak ilk kez atandığım Diyarbakıra… 1940’lı yılların başlarında, Diyarbakır’ın Ergani ilçesi yakınlarında Dicle Köy Enstitüsüolarak kurulmuş olanDicle Öğretmen Okulu’na…

                Kaç yaşında mıydım?

                1942 doğumlu olduğuma göre, ben diyeyim 19, siz deyin 20…

                Evet, evet gençtim; gençtim de çocuk değildim tabiî. Ve ben iki yıl önce de yine Konya’dan binmiştim; böyle bir trene. İlk hedef Malatya idi o zaman; sonra Adıyaman

                Niçin mi gidiyordum oralara?

                Neden mi ille de hep Doğu’ya? Daha doğrusu, ille de hep Güneydoğu’ya?

                Çünkü efendim, 1959’da Aksu Öğretmen Okulu’nu bitirince, (Antalya yakınlarındaki eski Aksu Köy Enstitüsü) Millî Eğitim Bakanlığı, Adıyaman ilimizin Besni ilçesinin bir köyüne öğretmen olarak atamıştı. Gitmeyip de ne yapacaktım!

                Evet, 1959’un Ağustos sonlarında Adıyaman’a, Besni’ye kadar gittim. O yıllarda da eylül sonunda açılıyordu okullar. “Burada boşuna bir ay beklemenin gereği yok.” deyip döndüm ailemin yanına.

                Çapa Eğitim Enstitüsü sınavına girmiştim ama 15 Eylül’e kadar beklediğim halde bir haber gelmeyince, “Demek ki kazanamamışım” deyip Adıyaman’a gitmek üzere hazırlanmıştım ki, bir mektup çıkıp gelmesin mi?  “İstanbul” damgalı hem de…

                “Yazılı sınavı kazandınız. Sözlü sınava bekliyoruz.” diyordu.

                Aynen yazılı sınavda olduğu gibi, sözlü sınava da hiçbir hazırlık yapmadan gittim.

                Laf olsun, torba dolsun diye söylemiyorum; gerçek olduğu için yazma gereği duydum. Koskoca altı yılda, sen dağarcığına hiçbir şey katmamışsan, birkaç günde ne katabilirsin ki!                                     Böylece, Adıyaman yerine İstanbul’a çevrilmiş oldu yolum.                                                                       Ve işte, yükseköğrenimimi tamamladıktan sonra, yine Güneydoğu çıkmıştı şansımıza.                         

                Bu kez, yalnız değildim. İlkokulu üç yıl önce bitirmiş olan kardeşim Yusuf vardı yanımda.

                En yakın ortaokul Akseki ilçesinde idi. Ve biz Akseki’ye 20 km. uzakta bir köyde yaşıyorduk. Dolayısıyla kardeşim ilkokuldan sonra okuyamamıştı.

                Abisi, öğretmen okulu öğretmeni olarak, neden okutmasındı O’nu!

                Trenimiz Toros dağlarını aşıp Adana’ya doğru hızla yol alırken, Dicle’yi düşünüyordum ben. Nasıl bir okuldu acaba? Aksu gibi bir yamaca mı yaslanmıştı, yoksa!.. Müdürü kimdi, nasıl bir insandı? Müdür yardımcıları, öğretmenleri?

                Ya öğrencileri?

                Doğrusu ya, öğrencileri pek merak etmiyordum. Niçin mi? Asıl onları merak etmem gerekmez miydi?

                Hayır, gerekmezdi. Çünkü onların her birini tanıyordum ben.

                “Hayda! Nerden tanıyorsun ki kardeşim? İlk kez gitmiyor musun sen Dicle’ye?” diyeceksiniz.

                Doğru, ilk kez gidiyordum Dicle’ye ama yine de tanıyordum öğrencilerini.

                Üç, beş yıl, en çok en çok sekiz yıl önceki Hüseyin Erkan’dı; onların her biri. Adı Hasan olmuş, Maaz olmuş, Seyithan olmuş; Fikret, Ahmet, Orhan, Malik, Müslüm, Zülküf ya da Seyhmus olmuş ne fark ederdi?

                Benim gibi köylü çocuğu değil miydi onlar da?

                Eşeğe binmemişler, oğlak gütmemişler, yalınayak gezmemişler, çökeleği yufkaya katık yapıp yememişler miydi?

                Kendimi sevdiğime göre, kendim gibileri sevmeyecek miydim?

                Sevince, her şeyin güzel olduğunun farkına çoktan varmıştım ben. Kendimle barışık bir insan olduğum için, öğrencilerimle hiçbir sorun yaşamayacağımı biliyordum.

                Konya’dan bindiğim trenden, ertesi gün, bu duygu ve düşüncelerle indim Ergani İstasyonu’nda.

                “Dicle Enstitüsü! İşte şu karşıki binalar” dedi bir görevli. Tahta bavullarımızı alıp yürüdük o yana doğru.

                Aksu’nun aksine, bir yamaca değil, dümdüz bir ovaya kurulmuştu Dicle… Sonradan, adının “Hoşot Ovası” olduğunu öğrenecektim o düzlüğün..

                Buraya bir nokta koyup şimdilik, gelelim bugünlere.

                Yaklaşık bir buçuk ay önce, nisan başlarında Gaziantep’ten Ahmet Deveci aradı:

                “Öğretmenim, bu yıl Dicleliler olarak 19 Mayıs günü Bolu’da toplanmaya karar verdik. Sizin de aramızda olmanızı istiyoruz mutlaka.” dedi.

                On, on beş gün kadar sonra, Ankara’dan Fikret Telci, aynı daveti yineledi. “Neden Bolu?” diye sorduğumda, “Resim Öğretmenimiz Recep Adakçılar Bolu’da yaşıyor. O önerdi, çoğunluk da uygun buldu. Recep Bey, “Mutlaka Hüseyin Erkan öğretmeninizin de gelmesini sağlayın” diye sıkı sıkı tembih etti. Birlikte olursak çok seviniriz.” diye ısrarcı oldu.

                “Birkaç gün içinde bildiririm kararımı.” dedim.

                Eşim ve kızımla konuştum. Ve torunumla…

                “Gelin, hep birlikte gidelim. Göreceksiniz, çok kibar, çok nazik insanlardır; benim öğrencilerim.” dedim.

                “Neden olmasın!” deyip kabul ederek sevindirdiler beni.

                Bu güzel haberi bildirdim hemen dostlarıma.

                “Yalnız öğretmenim, 19 Mayıs’ı bir hafta öne almak gerekti. 13, 14 ve 15 Mayıs günleri birlikte olalım, dedik. Sizin için sakıncası yoktur umarız.” dediler.

                Yoktu; hiçbir sakıncası yoktu. Ha 19 Mayıs olmuş, ha 13 Mayıs; ne fark ederdi!

                Dört yıldızlı olduğu bildirilen Soylu Otel’le anlaşmışlar. Telefon edip yer ayırttık hemen.

                Ve 13 Mayıs, cuma öğleden sonra, hep birlikte binip otomobilimize, düştük Bolu yollarına.

                Bu arada, birlikte Dicle’de görev yaptığımız öğretmen arkadaşlarımın telefonlarını da verdim; Fikret Telci’ye: Kahramanmaraş’tan Fevzi Gökçek, Mersin’den Necati Özbay ve Ali Rıza Vural mazeret bildirmişler. İstanbul’dan Prof. Yümnü Sezen ve Uğur Köse, “Düşünelim” demişler.

                “Düşünelim” demek, desteklenmesi gereken, olumlu bir cevaptı. Sarıldım hemen telefona. Önce, Birecikli (Ş.Urfa) dostum Yümnü Bey’i aradım: “Ben gidiyorum arkadaş, hem de ailece… Geliyorsun değil mi?” dedim.

                Mırın kırın edip nazlandı önce: Hanım, bir değişiklik olur, gidelim; dedi ama…”

                “Aması neymiş? Hanım “evet” dedikten sonra, senin “hayır” demeye hakkın var mı?” diye sorup, “Müslümanlığa sığar mı bu?” deyiverdim; ilahiyatçı dostuma.

                Çizmeyi aşmak, diye buna denir işte!

                Alttan girip üstten çıkarak razı ettim ama sonunda.

                Sıra geldi, Erzincanlı dostum, fen bilgisi öğretmeni Uğur Köse’ye. Benim ve Yümnü Bey’in ailece gideceğimizi öğrenince, fazla direnmedi o da.

                Üç yıl birlikte, aynı okulda görev yaptığımız üç arkadaş, eşlerimizle birlikte 13 Mayıs günü akşamı Bolu’da buluştuk. Ve bir kısmı bizden önce, bir kısmı bizden sonra gelen yaklaşık 90 Dicleli ile…

                55 yıl önce öğrencim olmuş, 52 yıldır hiç görüşmediğim Ankara Yüksek Öğretmen Okulu ve Fen Fakültesi mezunu Fikret Telci, otele girmeden tanıyıp koşarak geldi. Odamıza yerleşip indikten sonra lobiye, teker teker geldi, ak saçlı gençler!

                “Yapmayın” dediysem de dinlemediler bu kez beni, zorla da olsa öptüler elimi. Ben de onları alınlarından, yanaklarından öptüm; sevgiyle…

                “Siz bizim gözümüzde ince uzun bir devdiniz, 55 yıl önce.” dediler hep.

                Oysa şimdi eşitlenmişti boylarımız. Dahası, Seyithan Erol ve Ali Ünsal gibi beni geçenler de vardı. Gaziantep’ten Seyit Battal Aslan, Diyarbakır’dan Maaz Akay ve Nâlân Uluğ, gerçek mazeretlerinden dolayı gelememişlerdi. Ancak, bu kibar öğretmen öğrencilerim gibi, K.Maraş’tan öğretmen arkadaşım Fevzi Gökçek de Bolu’da iken telefonla arama nezaketinde bulundular.

                Düzenleme komitesinden Muharrem Yüksekol, Mehmet Yiğit, Adnan Tellioğlu ve Fikret Telci ile özellikle Orhan Ağaçeken, Kenan Ok, Seyfi Özkan, Ömer Öztürk, M. Rıfat Göklü, İbrahim / Muzaffer Karabıyık, Seyithan Erol ve Ahmet Dereci üç gün boyunca ilgi ve güler yüzlerini hiç esirgemediler.

                Dahası, derslerine girmediğim pek çok Dicleli öğretmen de…

                En iyisi, 55 yıl önceki gibi sesleneyim ben onlara:

                “Teşekkürler genç arkadaşlarım! Gönül dolusu sevgiler, hepinize!..”

Bu geziden üç gün sonra, yazının girişindeki mesajı gönderen Erol Okçu’nun söylediği doğruysa, iyi ki, kısa zamanda unutulacak şeyler ezberletmek yerine, “Yaşamın güzelliklerini öğretmeye çalışmışım” sizlere.

Ve sizler gibi dostlarım olduğu için, ne mutlu bana! Ama, ama bir kuşku içindeyim. Gerçekten 55 yıl önce, öğretmenlik mesleğinin temel ilkelerinden biri ve en önemlisi olan “Yaşamın güzelliklerini öğretme” sırrına erebilmiş miydim ben?

Neye dayanarak, hangi gözlem ve anısına dayanarak böyle bir yargıya vardı da bana iletme gereğini duydu; bu öğretmen öğrencimiz?

Soracağım bunu kendisine. Öğrenmek için…

 Hüseyin Erkan

hüseyinerkan@dilemyayinevi.com.tr

 

 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..