Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Aralık '12

 
Kategori
Söyleşi
 

Dil, bir yâre midir sözlerin pırıltılı haresinde?

Dil, bir yâre midir sözlerin pırıltılı haresinde?
 

Anlamlarım tarihsel göreliliğine soyut renk ve şekillerin de katkıısıyla...


Nitelikli ve derinlikli bir sosyal paylaşım sitesinde moderatör (yüklenici grup lideri) olan Ferhat, “az önce okuduğum Lao Tsu'nun suskunluk üzerine dizelerini sizinle de paylaşmak istedim” der ve yazar:

Gökyüzünün altında, / herkes güzelliği güzellik olarak görür, / çünkü çirkinlik vardır./

Herkes iyiyi iyi olarak bilir,/ çünkü kötülük vardır.

Bu nedenle sahip olmak / ve olmamak beraber gider.

Zor ve kolay birbirini tamamlar./ Uzun ve kısa birbirine karşı çıkarken,

Yüksek ve alçak / bir diğerinin üzerinde uzanır.

Ses ve söz bir ahenk içindeyken;/ ön ve arka birbiri peşi sıra yol alır.

İşte bu nedenle, / bilge kişi edimsiz kalır,/ suskunluktadır onun öğretisi...”

Öncelikle, bu tür antik metinler konusunda uzman olan ecnebi zevatın, erken dönem Çincesiyle yazılmış -yaklaşık 2600 yıllık- bu metnin tümüyle kendine özgü olduğu, bir başka dile tercümesinin, tefsirinin, hatta mealinin bile mümkün olmadığı yolundaki yorumlarında mutabık kalınır... Hatta böylesine esrarlı metinlerin ruhunu sözcüklerle ifade etmenin, renk körü olan birine kırmızı ile yeşilin farkını anlatmakla aynı şey olduğunda ve bu zorluğun, tasavvufun bir kısım metinleri için de geçerli olduğu husunda da hemfikir olunur.

     Zaten Zen Okulunun en önemli savı; Sakyamuni Budda' nın öğretisinin sözle anlatılamayacağıdır. Söylenceye göre, Buda bir gün elinde bir çiçekle onun vaazını bekleyen öğrencilerinin önünde konuşmadan oturur. Öğrencileri arasından sadece Kasyapa Buda'nın mesajını anlar ve gülümser. Böylelikle Dhyana (Zen) Kasyapa'ya aktarılmıştır. 

 Ama insanoğlu bu işte; konuşmadan, sorgulamadan, yorumlamadan durur mu?  Lao ile yine aynı dönemlerde "sorgulanmayan hayat yaşanmaya değmez!" diyen Sokrates'in sözü tahrik eder durur kalvye başındaki insanları...

Şirin, bir kısım mütalaa sonrası yeniden söze girer: "... Ferhat’cığım; malum bu Zen-Zevat Budist geleneğin bir parçası. Bunlar işimize yarayacak bir reçete değil, sınırsız dehlizlerinde, koridorlarında kaybolup gideceğimiz, şanslıysak eğer sadece kendimizde olanı bulabileceğimiz bir labirent koyarlar önümüze. Mesela soru sorup tatminkar cevap bekleyen benim gibi çömezlerin “Buda nedir ya da kimdir” türünden gayet makul sorularına, tüm soru sorma isteğini dinamitleyen şöyle cevaplar veriverirler;

Kilerde darı tartan üstada “Buda nedir” diye soran çömeze, Üstad, elindeki darı dolu tası işaret ederek “Buda üç tas darıdır” der. Ya da “Buda kimdir” diye soran talebeye Üstad, “Bahçeye bak. Orada kilden yapılma göbekli bir şey var. Kıç tarafında da bir bambu dalı filizlenmiş. Gitmişken sulamayı unutma.” der. “Ben senin dediklerinden bir şey anlamıyorum. Ben Buda’yı arıyorum”, diyen meraklıya, Üstad,  “Dışarılara bak öyleyse. Üç ayaklı bir yaratık görürsen O’dur” diye cevap verir. Kimi üstadlar da, “Buda, Buda değildir”, “Buda denizin üstünde seyahat eden dağdır”, “Buda hiçbir ressamın resmetmesi mümkün olmayandır”, Buda zihnin kurgusudur. Kurgu yoksa, Buda da yok” deyiverirler.(*

Bu anlamda Zen, diğer pek çok dinin aksine uygulamayı ön plana çıkaran tutumuyla, hararetli bir felsefe-karşıtı, ikona düşmanı, kural karşıtı veya anti-teorik öğreti olarak değerlendirilebilir.   

Bize kalan metinler işte bu adamların metinleri. Yani mesele sadece bir tercüme meselesi değil, bir algı meselesi. Ben yine de haddim olmayarak paylaşılan metinden, kendini keşfe giden yolda bir şeyleri başka bir şeylerle mukayese ederek yol alınamayacağını, kendi iyilerinden ve doğrularından, kutsadıklarından ve aşağıladıklarından kuşkusu olmayanın anlama şansı olmadığını, çünkü tefrik etmekten kaynaklanan bu gürültünün görmeyi ve anlamayı engellediğini, anlamak istiyorum. (“Tercüme”lerdeki “sessizlik” kelimesinin işaret ettiği sessizliğin bildiğimiz manada “sessizlik” olmadığına dikkatinizi çekerek, Erdi’nin, blogundan bizimle paylaştığı “iç içe dünyalar…” başlıklı denemesinin bu sessizlikten ne anlamak gerektiğine dair mevhumu muhalifinden iyi bir örnek olduğunu (**) düşünüyorum)

Bu yüzden Ferhatcığım, paylaştığın kısmı kendimce yeniden şöyle okuyorum (Günahı boynuma, Sevabını paylaşabiliriz);

İnsanlar birşeyleri güzel diye belledikleri içindir ki başka şeyler çirkin görünür. Birşeylerin kötü olması ise, insanların birşeylere iyi demiş olmasındandır. (Ya da, İnsanlar bazı şeyler güzel der, çirkinlik bundandır, bazı şeylere iyi der, kötülük bundandır. Hatta daha vurgulayıcı olsun derseniz;İnsanlar bazı şeylere güzel diyor bu ne çirkinlik! Bazı şeylere de iyi diyor bu ne kötülük!) 

Bundandır ki (insanların şeyleri tefrik ederek anlamaya çalışmalarındandır ki) yokluk tasavvuru varlık tasavvurundan doğar. Zorluk, kolaylık ile tanımlanır. Uzun, kısaya kıyasla vardır. Bazı şeyler yukarda göründüğü için başka şeyler aşağıda görünür. Ses ile Sessizlik ahengin tefrikinden ibarettir. Arkadaki ve öndeki biri ötekine göredir.

Kâmil İnsan yapacağını bu ayrımlara dayandırmadan yaptığındadır ki, o söyleyeceğini şu ya da bu ölçüye bağımlı olmayan fiiliyle söylemiş olur. (Bundan dolayı sessizdir.)

Kâmil İnsan üretir ama hak iddia etmez. Yapılması gerektiği için yapar ama bundan kendisi için hiçbir yarar ummaz. Yaptığını yaptıktan (eserini inşa ettikten) sonra da peşine düşmez. O eserlerinin (yaptıklarının) peşine düşmediği içindir ki, eserleri onu asla terk etmez..."

Grupta diğer bir arkadaş, Erdi, Namaste (yogi/yogini selamı) diyerek girer söze; amacı çeviri ya da tercümelerden değil metnin içerisinde yer alan Doğu mistizmi kökenli anlatıların Batı düşün dünyasında nelere tekabül ettiğine getirmektir sözü:  "...Sevgili Şirin,  bunca güzel söz ve değerlendirmenden sonra "Eeee.. Peki ne anladınız arkadaşlar, bir cümle ile özetler misiniz?" dersen  “İyi veya kötü bir şey yoktur, sadece düşünce onu öyle yapar” diye gözlemde bulunan Shakespeare'in sözüne sığınırım.Son cümlendeki"İnsan-ı Kâmil" için de"aldıkça, tükettikçe değil yaptıkça ve verdikçe verdikce zenginleşmeyi seçen kişiderim. Değerli iletinde bir de" Sevgili arkadaşlar, burada çıktığım seyahati klasik kavramlar içinde algılamaya çalışırsanız çukurlara düşersiniz" diyen bir uyarı levhası da açık seçik sezilmekte!

Bu levhanın arkasındaki açıklamaya baktığımızda ise; insanoğlunun dramatik tarihsel öyküsü sanki bir tür homo sapiens'ten (dünya insanı), homo ludens'e (politik-oyun insanı) -ki buna sözcükler de dâhildir- , gerçek yaşamdan inanç dünyasına, maddeden metafiziğe ya da eziyetten "şenliğe gidiş" şeklinde ortak bir mirasın üzerinde mi şekilleniyor dedirten tarzda...(***)

 Ama ben yine de kendi alıştığım bildiğim terminoloji ve arka plandan ilerleyerek bir çözümleme yapabilirim.

Küflenme ve erozyonuna karşı amansızca karşı mücadele ettiğimiz Mülkiye esintili siyaset bilimleri literatürüne teğet geçer(s)ek, bu 'oyun dünyası'nın J.J.Rousseau'nun "politik dünyası", onun insanı da 'doğa'dan uzaklaşan "politik insan" olmasın? "... Gerçek yaşamdan inanç dünyasına, maddeden metafiziğe gidiş..." ise gelinen noktada yaşanan ucu açık "post-modernizm" sürecini açıkça ele veriyor gibi... "Şenliğe gidiş"e gelince, çoğu kez içeriği boş eğlenceler ve çılgınca tüketimlerden oluşmuyor mu? Önceki zamanların "eziyeti"ni unutturan sadece teknolojideki akıl almaz gelişmeler mi? Ya "değerler"?

Evet, bu manada da "sessizliğin içinde kendi sesimizi” duyunca da hepimiz artık endişe eder hatta korkar durumdayız...

Daha derinlere in diyorsan, 

Hayattaki her kavramın karşısında çoğu kez beklentilerinin metamorfoza uğramış birer yansıması var! Ya da gölgesi yanına düşmüş; Kuzey ve güney yarımküre, doğu ve batı uygarlıkları, gece – gündüz, deniz - kara, kadın – erkek, ruh-beden, eski - yeni, yalnızlık – birliktelik, bireysellik – toplumsallık ikilem(e)leriyle ifade bulan karşıt eşleri bulunmakta!

Sıkış(tırıl)mış zamanlarda, "ötekileşme süreci"nin uzun tünellerinde tamamlayıcı eşini arayış... Aydınlığın karanlığın gizemini, karanlığın aydınlığın ışıklı yüzünü arayışı gibi ...

Aralarında, “Asıl“ olan, özlenen, tamamlayıcı eş olan "öteki" ile buluşamaz, empati kuramaz, senteze varamazsa her ikisini de alıp yutacak olan derin bir boşluk var! Sentez oluşacaksa, kendiliğinden, doğal olarak kapanacak olan derin bir çukur!.."

Bu güzel ve seviyeli tartışma daha çok uzayıp gider derken Şirin’den Erdi’ye acilen birlikte bir şeyler içme teklifi gelir ve anında karşılık bulur. 

Sıcak kahvelerini yudumlarken kendilerini 1300’lerin Endülüs Emevi İspanya’sındaki İbn-i Arabî’yi ve öncü 'Vahdet-i vücut' felsefesini tartışırken bulurlar!

Adeta, sözlerin pırıltılı haresinde “dil yâre"sini iyileştirmek istercesine...   

24 Kasım 2012, Ankara

Kaynakça ve Dipnotlar:

 (*)  Bu bloğun oluşmasındaki çok değerli katkılarından ötürü Mülkiyeli Mehmet Şirin Öztürk dostuma ve çağrışımlar zincirini başlatan Ferhat'a sonsuz teşekkürlerimle...

(**) Burada adı geçen bloğum için bkz. http://blog.milliyet.com.tr/ic-ice-dunyalar-ve--birlestiren-sevdalar/Blog/?BlogNo=389947  

(***) Buradaki tanımlamanın söz mimarı Mehmet Selim dostumuzun bloğu için bkz.  http://blog.milliyet.com.tr/mit-ler-ve-hayat-uzerine-2-/Blog/?BlogNo=390104 

    Bu http://blog.milliyet.com.tr/mit-ler-ve-hayat-uzerine-2-/Blog/?BlogNo=390104 http://blog.milliyet.com.tr/mit-ler-ve-hayat-uzerine-2-

 
Toplam blog
: 366
: 2333
Kayıt tarihi
: 05.10.07
 
 

Samsun/Ladik doğumluyum. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım babamın görevi gereği ülkemizin Orta ..