Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Ağustos '10

 
Kategori
Dil Eğitimi
 

Dil sohbetleri - 1

Dil sohbetleri - 1
 

Tespitim şu: Dilin hâlâ kullanımda olan kelimeleriyle “oynamak” (istenmeden de olsa) o kelimelerle üretilmiş “eserler kütüphânesi”ni ateşe vermektir. Geçmişte “liseli gençler” Türk Klâsikleri’ni rahatlıkla okuyabiliyor ve sözlük kullanıyorlardı.

Şimdi bu tespiti günümüze doğru getireyim: Günümüz gençliği hem eski gençlik gibi ve kadar okumuyor. Gençleri okumaktan alıkoyan sebepler arasında kendilerine hitap eden araçların çoğalmasını, o tür araçların albenisini ve teknolojik üstünlüğünü hatta kolaylığını sayabiliriz. Üstelik de “Okuma Uğraşı” (Akşit Göktürk’ün önemli bir eseridir aynı zamanda.) hem zor, hem de çaba ve zaman isteyen bir uğraşıdır.

Düşünsenize bir yanda, birkaç tuşa basıyorsunuz biraz sonra ya bir monitörde hareketli (ses ve video) bir görüntü, ya küçük bir ekranda çeşitli sesler, ya da duvara monte edilmiş bir araçta senaryosu bir önemli eserden alınan, asıl eserle hiçbir ilgisi olmayan, kimin eli kimin cebinde belli olmayan entrikalar dizisi…

Diğer yanda ise kargacık burgacık şekillerin anlamlı bir düzende “karınca duası”ndan biraz daha büyük puntolarla dizilmesinden oluşturulmuş, üçüncü hamur kâğıda dökülmüş sayfalar yığını. Çevir Allah çevir. Küçük ekrandaki gibi
ne bir fotoğraf, monitördeki gibi ne bir hareket, ne de duvardaki araç gibi gözlerle tâkip (sadece tâkip) edilecek hareketli kareler…

Bunun yanında ve daha önemlisi (hatta en önemlisi) sayfalar yığını ( eser) anlamı bilinmeyen kelimelerle doluysa, mecburî olmadıkça kim çevirir bu sayfaları? Kim okur bu eseri? Kim eline alır bu kitabı? Millî Eğitim Bakanlığı’nın “okuma teşvik yöntemleri” birilerinin “okuma saatleri”, okulların “haftanın en çok okuyan öğrencisi köşesi”, eski kültür bakanlarından birinin uyguladığı çevre dostu kâğıt çantalara kadar düşen, “İnsan okur.” sloganları belki bir teşviktir, iyi bir teşviktir ama o kadar.

Branşının mecburiyetinden “okuyun” diye tavsiyede bulunan zât-ı şahaneler bile okumuyorsa; evde çocuğunun “Kitap oku!” diye başının etini yiyen ebeveynini çocuk, gazete bile okurken görmüyorsa; büyüklerin “kitap”la hayatının hiçbir yerinde ve hiçbir zaman yolları kesişmiyorsa “Kitap oku!” “vaaz”a başlama cümlesinin hiçbir anlamı yoktur. Böyle olunca da baba kahvede yeşil yedili bekler ve/veya “iki bira yapar”, anne oturma odasındaki plazmada o günkü “yerli dizi”ye dalar, çocuk da ya “cepten” (daha bir saat önce okuldan çıkarken vedalaştığı, belki de sınıfta aynı sırada oturduğu) arkadaşına “tek” atar ya da internete girer, “messenger”ını açar ve birkaç saat önce ayrıldığı arkadaşlarıyla “derin” (!) bir sohbete başlar.

Geleyim şu “eserler kütüphânesi”nin ateşe verilmesi meselesine. Tanzimat Dönemi romanlarını bir “es” geçersek( Ki geçilir. Nâmık Kemal’i, Ahmet Mithat Efendi’yi, Şemsettin Sâmi’yi, Sâmipaşazâde Sezaî’yi tavsiye edenler bile okumazlar.) Hikâye etme türünde odaklaşırsak Hâlid Ziya Uşaklıgil’e geliriz. Yanına çağdaşı Hüseyin Rahmi’yi de eklemek mümkün. Biraz ileride kısa ömürlü Ömer Seyfettin, Refik Hâlid Karay, Hâlide Edip Adıvar ve Reşat Nuri Güntekin, Yakup Kadri Karaosmanoğlu… Adını sıraladığım bu yazarların en “iyi” eserlerinden bir “set” yapıp verin gençlere ve okumaya başlasınlar. Bir zaman sonra size diyecekleri üç aşağı beş yukarı şudur: “Ama ben bu yazarların dilini anlamıyorum.” “Bundan dolayı da çok sıkıcı geliyor.” “Eski dil!” “Sözlüğe bakmaktan eserdeki olayları kaçırıyorum.”

Bu ifadeleri çoğaltmak mümkün… Meseleyi bilmeyen biri çocuğa, gence hak verebilir. Ama ne acıdır ki “kazın ayağı” öyle değil. Bakın şu ölüm tarihlerine: Ömer Seyfettin 1920, Halid Ziya Uşaklıgil 1945, Reşat Nuri Güntekin 1956, Halide Edip Adıvar 1964, Refik Halid Karay 1964, Yakup Kadri Karaosmanoğlu 1974. Yani bunların en erken öleni 89,
en geç öleni 35 sene önce aramızda yaşıyordu.

Ne oldu da; dilimize “Türkçeleştirme”, Öztürkçe” adına ne yaptık da bu yazarlar gençlik tarafından okunamaz hâle geldi? Üstelik de yukarıdaki yazarlardan biri, Ömer Seyfettin, “Türkçe’yi Sâdeleştirme Cereyanı’nın öncülerinden.
En eskileri 90 sene önce, en yenileri (hadi diyelim) 40 sene önce yazılmış eserleri gençlik, “yazarının kullandığı dil” yüzünden anlayamaz duruma geldi? Dildeki kelimelerin yaşarken katledilmesi bunun en büyük sebebidir. “Öztürkçe kullanalım.”, “Dilimizi arılaştıralım.”, “Kökeni Türkçe olmayan sözcükleri dilimizden atalım.”, “Dil devrimi, yapılan diğer devrimlerin ayrılmaz bir parçasıdır.” diye diye dilimizi “kuş”a çevirdik.

[ Dipnot-:1 Atatürk, verdiği talimatla; Türkçe'nin kaynaklarını araştırmak, Türkçe’yi zenginleştirmek ve geliştirmek amacıyla TDK’yı (Türk Dili Tetkik Cemiyeti ) 12 Temmuz 1932’de kurdurmuştur. Ama bir zaman sonra, Türkçe’yi sadeleştirme çalışmalarının “arılaştırma”ya sonrasında da “kelime temizlemede aşırılığa” gittiğini görmüştür. O meşhur sofralarının birinde Falih Rııfkı Atay’a:

-Çocuk dili bir çıkmaza soktuk, bu hâlde bırakamayız, der ve çâreler aramaya başlar.O günlerde Viyanalı Dr. Hermann Kvergitsch'in eserini okuyan Atatürk, oradaki bir teoriden çok etkilenir ve hiçbir “ilmî” dayanağı olmasa da o teoriye sarılır, Dil Kurultay’ını toplar ve bunu seslendirir:

"Beyler! Türkçe dünyada en eski dillerden birisidir ve kelimelerin oluşumu da güneşin oluşumu kadar eskidir. Yani bugün kullandığımız kelimeler aslen Türkçe'dir. Diğer dillere bu kelimeler zamanla bizim dilimizden geçmiştir. Bu teorinin adı ‘Güneş Dil Nazariyesi’(Güneş Dil Teorisi)dir.” ]

Böylece köken olarak Türkçe olmayan, ama yüz yıllarca dilimizde kullanılan kelimeler, Türkçeleşmiş kelimeler katledilmekten kurtulur; “çıkmaz”daki Atatürk de rahat bir nefes alır. )

Son söz: Geçtim dedeyle torun anlaşamıyorlar, sızlanmalarını. Koca bir “klâsik eserler kütüphânesi” “dil devrimi” yangınının tam ortasında kaldı. Bu “yangın”da itfaiye görevlileri, yangını söndürmekle sorumlu kişiler, “dil devriminin erleri” olursa bu yangın söner mi sanıyorsunuz?

 
Toplam blog
: 300
: 1022
Kayıt tarihi
: 13.06.10
 
 

Tarih, edebiyat, şiir, dil ..