Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Mart '08

 
Kategori
Öykü
 

Dilsiz sohbetlerin bahçesinde çağrışımlar

Dilsiz sohbetlerin bahçesinde çağrışımlar
 

fotoğraf: Maggie Taylor


Denize bakan kocaman gövdeli bir ağacın gölgesinde oturmuş elindeki tahtayı yontuyordu. Ağaç ile neredeyse bütünleşmiş bir heykel gibi duruşu değişmeden öylece ve saatlerce aynı eylem içinde… Ve her defasında aynı yerde, yine balık şeklinde bir tahta heykel oluşana dek devam ediyordu. Onu hep bu halde gördükçe düşünüyordum… Zaman… Zamanını böyle bir rutin ile tüketmek, sonuçta aynı şeyi üretmek ve bundan bıkmamak? O tahta balıkları satmak için yapmıyordu, bunu duruşundan anlamıştım, sanki bana öyle geliyor ki bu bilgece bir eylemdi ve altında derin bir şey yatıyordu… Her gün çoğalan o tahta balıklar ne olacaktı, niye? Özenle gözlerini şekillendiriyor, yüzgeçlerini kazıyor, pullarını sabır ile muntazam dizisini bozmadan yapmayı sürdürüyordu. Aslında onu her gün orada görmek bana iyi geliyordu.

Bir hafta kadar önce çok sevdiğim genç arkadaşım Özge’nin imza gününde aldığım kitabı (*) yine elimde. Biraz yürüyüş yaptıktan sonra manzarasını ve sessizliğini sevdiğim bankta oturup okumak üzere her gün yanıma aldığım kitap, ağacın olduğu alana fokuslanmış gözlerimin alan derinliğinde flulaşıyor, kapağı açılmadan bir aksesuarımmışçasına benimle geziyordu… Belki de onu izlerken zihnimde çoğalan soruları yine kendi düş bahçemde, kendi yanıtladığım görüntülere dönüştürmek gibi bir oyun keşfetmiş olmanın heyecanı ile bir türlü okumaya başlayamamıştım kitabımı. Bu oyunda daha çok onun hikâyesi ve nasıl bir hayatı olduğuna ilişkin tasarımlar yoktu. Merak ettiğim de öyküsü değildi.

Örneğin dibinde oturduğu ağacı yapraksız ve yayılmış dalları ile kadrajımın içine oturtuyorum. Her gün işledikçe çoğalan ve bir birinin aynı olan tahta balıkları da dallarına sanki meyveleri, çiçekleri veya yapraklarıymış gibi serpiştiriyorum. Kadrajımın ön planına adamın yüzünü dışarıda bırakarak geniş açımın izin verdiği ölçüde sadece ellerini ve işlemekte olduğu tek balığı da oturtup kafamda yarattığım eskizi okumaya çalışıyorum. Bir piyanist olabilecek kadar veya heykeli yapılacak kadar düzgün parmakları tahtanın üzerinde hareket ediyordu. Bedeninin başka hiçbir yeri bu eyleme dâhil değildi. Balık onu temsil ediyordu ve kendini üretiyor, sonuçta aynı yere varıyordu. Doğanın içerisinde köklerinin bulunduğu ve ait olduğu ağaca geri dönüyor ve orada çoğalıyordu. Bunu yaparken gündelik kaygıları, zamanı, insanca tüm dertleri unutuyor, balık gibi hafızasız yaşıyordu. Evet, evet o aslında siliyordu, unutmak veya düşünmemek için özen ve sabır ile uğraş verirken başka bir şey düşünmesine izin vermeyen beynindeki kalıntıları siliyordu… Belki de hatırlamanın ona iyi gelmediği anıları yok etmek için geliştirdiği bu kullanışlı yeteneği ile bir yabancıydı o dünyaya…

Bu yeni keşfettiğim oyunu oynamak ve kafamda oluşan eskizlerimin sergisinde gezinmek benim de rutinim olmuştu. Biliyordum ki o da beni fark etmişti, önünden geçip bankıma oturmak üzere yürüdüğüm sırada kafasını kaldırıp bana tebessüm ediyordu. Onu sorgulamadan algılamaya çalışan ama kendi eylemimle akışın içinde sessiz bir bütünlük olduğumuzu hissettiğini biliyordum. Ağacın dalına konup uçan bir kuş, sandaletlerinden ayaklarına tırmanan bir karınca, çimenlerin arasında açan bir kır çiçeği kadar ortamın bir parçası olduğumu hissediyordu.

Deniz kadar mavi gözlerinin beyazları kanlıydı. Uzun sarı dağınık saçı ve sakalının arasından gülerken parlayan bembeyaz dişleri, gözlerinden çıkan ışığa karışıyor ve yüzündeki diğer detayları yok ediyordu sanki. Neredeyse ilkel bir insan gibi bakıyordu kargaşası ile çalkalanan koca kentin bu bakir köşesinden uzaktaki binalara… Kendimi yanında aciz, günlük gereksiz kaygıları olan sıradan, uygar ama bundan utanan bir durumda hissetmemi sağlıyordu.

Aynı duyguyu doğa üzerinde rekorlarını kırdıkları halde bunu defalarca yapmayı sürdüren insanları düşündüğümde de yaşarım. Bir dalgıç veya doruklara tırmanmanın deneyimini defalarca yaşamış bir dağcı, bunu başarma güdüsünü tatmin için yapmıyordu, eminim. Ölüme her an yakın olmak ve sadece doğanın acımasız engelleri ile amansız bir mücadele içerisindeyken tıpkı hayvan gibi düşünmeksizin var olmanın keyfini yaşıyorlardı sanırım. Böyle düşününce dert ettiğimiz sıkıntılarımızı, kavgalarımızı, uzun süren hüzünlerimizi, heveslerimizi, sevinçlerimizi, endişelerimizi ve onların bizi yönettiği anların toplamı oluveren yaşamlarımızın ezikliği içerisinde ufalıyor, bir avuç toz olmak istiyorum.

Uzaktan top oynayan heyecanlı çocukların sesleri geliyor kulağıma. Hava tazecik bahar kokuyor ve bir balık daha oluşuyor ağacın dibindeki adamın ellerinde. Kitabımın kapağını açıyor ve okumaya başlıyorum.

"……Konuşmayan Adam, her keşfinin önceden başkalarınca ortaya çıkarılmış olduğunu gördüğünde sustu. Söylediği ve söyleyebileceği her şey nasılsa söylenmiş. O zamana kadar herkes gibi konuşan bir insan olduğundan, pek de farklı bir özelliği yoktu. Adını bile kendi ağzına alamadı zaten. Nasıl alsın ki? Adı ona suskunluktan sonra verildi…"

Kitabım elimde, gözlerim satırların üzerinde öylece akıp giderken, konsantrasyonum dışında kalan her şey de akıp gidiyordu öylece. Yaşamı kapsayan bir alıntı olan bu kısa romanın sonlarına gelmiştim bile, derin bir nefes alıp tekrar satırlara döndüm.

"…Konuşmayan Adam yaşamdan, yaşamı yalnızca izlemenin ne demek olduğunu o an daha iyi anladı. Sokak köpeklerini de. Kadın son tümcesinin ardından, önden konuşmaya karışmış adamın kulağına eğilerek alçak sesle:

- Ama duyuyor, değil mi?

- Duyuyor, duyuyor. Her bir şeyi yapıyor da, yalnızca konuşmuyor.

Konuşmayan Adam konuşmayan tüm varlıkların temsilcisi olarak algıladı kendini katıksızca. Bebekler, köpekler, dilsizler, yontular ve ölüler. Sorumluluğu altında ezildiğini yakaladı…"

Biten kitabımın son sayfasını da kapatıp, tekrar ağacın altındaki ellerin içinde şekillenen yontunun anlamına uzandım, gün kararmakta idi. Sessiz varlıkların dile getirdiği her şeyi kapsayan çağrışımlar ile eve doğru yürümeye başladım…

* alıntılar yaptığım kitap, “Konuşmayan Adam” , düşünce ve davranış arasındaki ilişkiye çağdaş bir yabancılaşma metaforuyla karşılık veren yazarı ise genç olmasına karşın yazılarında olgunluğunu hissettiğim Sevgili Özge Baykan’dır.

 
Toplam blog
: 25
: 1059
Kayıt tarihi
: 16.01.08
 
 

İşletmecilik eğitimi ve sonrasında finans sektöründe bir dönem profesyönel çalışmanın dışında, 19..